Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP adaylarının düşündürdükleri

İktidar partisi 31 Mart yerel seçimlerine kimlerle giriyor, hangi söylemleri ön plana çıkarıyor? 25 yılda Erdoğan’ın yerel yönetimlere bakışı nasıl değişti?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Dün CHP’nin 31 Mart adaylarının nasıl bir yerel seçim performansı sergileyebileceğini ele almıştım. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi’ne bakmak istiyorum. Dün Cumhurbaşkanı ve Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı bir törenle, büyük bir toplantıyla adaylar ve seçim manifestosu açıklandı AKP’nin. 11 maddelik bir manifesto var, bu maddelerin önemli bir kısmı şehircilik üzerine; şehir planları, altyapı, kentsel dönüşüm gibi. Ama sonlara doğru sosyal belediyecilik, halkla birlikte yönetim, tasarruf ve şeffaflık gibi maddeler de dikkat çekiyor. Özellikle tasarruf ve şeffaflık meselesi daha çok konuşulan bir mesele. Bu konuda belli ki şu âna kadarki AKP belediyelerinin tam çözemediği bir mesele ya da çözmek istemediği bir mesele diyelim. Tasarruf konusunda çok ciddi eleştiriler var, şeffaflık konusunda da çok ciddi eleştiriler var. Sosyal belediyecilik konusunda da AKP’li belediyelerin sosyal yardımları muhtaçları ulaştırmada etkili olduğu biliniyor; ancak aynı zamanda da bu yardımlaşma ağlarının bir kayırmacılık sistemine dönüştüğü yolunda da çok ciddi iddialar var. Örneğin Çiğdem Toker günlerdir Sözcü gazetesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin nasıl birtakım vakıflara çok geniş maddi imkânlar aktarmış olduğunu söylüyor.

AKP’nin adayları diye söylüyoruz, ama AKP’nin adaylarının çok fazla bir anlamı yok; çünkü bu olayı ne zamandır olduğu gibi yine Recep Tayyip Erdoğan yürütüyor. Zaten adayları o saptadı; CHP’de olduğu gibi parti kurullarının vs.’nin karar alma noktasında bir etkisi olmadı; belki en fazla fikir vermişlerdir, ancak kararların Erdoğan tarafından alındığını biliyoruz ve adaylar ortaya çıktığı zaman da çok büyük ilgi uyandıran adaylarla çıkmadığını biliyoruz. Tabii ki İstanbul, Ankara, İzmir’de hepsi eskiden bakanlık hatta başbakanlık yapmış olan, meclis başkanlığı yapmış olan –ki Binali Yıldırım henüz istifa etmedi ama edeceğini açıkladı– üç isimle çıktı AKP. Bunlardan Mehmet Özhaseki Ankara’da, Binali Yıldırım İstanbul’da, Nihat Zeybekçi İzmir’de. Bu üç isim bu büyük şehirlere ne kadar önem verdiğini –haklı bir şekilde– gösteriyor. Nihat Zeybekçi İzmir’i CHP’den alabilir mi? Ayrı bir tartışma konusu; ama İzmir’e yönelik olarak çok ciddi bir siyasî iktidar yüklenmesi olacağı anlaşılıyor. Şimdiden, daha ilk günden itibaren CHP adayı Tunç Soyer’e yönelik olarak dezenformasyon ve her türlü kampanyanın, negatif kampanyanın yürütüldüğünü ve daha da tırmandırilacağını anlıyoruz; ama bunun yeterli olacağı konusunda çok şüpheliyim. İstanbul ve Ankara’da da gösterilen adaylar buraların ne kadar hayatî olduğunu bize gösteriyor; çünkü tam 25 yıl önce Adalet ve Kalkınma Partisi daha ortada yokken, Refah Partisi İstanbul ve Ankara’yı yine bir Mart ayında yapılan seçimde, 1994’te almıştı — Ankara’da Melih Gökçek, İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan. O bir dönüm noktası olmuştu; aslında AKP iktidarının da hazırlayıcısı bir olay olmuştu ve Erdoğan’a o tarihte İstanbul İl Başkanı iken, adaylığı daha yokken, “İstanbul’u almak Türkiye’yi almaktır” diyordu ve hâlâ bunu söylüyor –haklı bir şekilde söylüyor– ve İstanbul’u kaybetme riski ciddi bir şekilde var. Özellikle referandum oylamalarına baktığımız zaman bunu çok açık gördük; ama buraya tabii o anlamda çok ciddi bir şekilde yükleniyor. Binali Yıldırım’ın aday gösterilmesi de onun gerçekten verdiği önemi gösteriyor. Ankara’da da Mehmet Özhaseki Ankaralı olmamasına, rağmen Kayserili olmasına rağmen buraya konuldu; çünkü belli ki Erdoğan’ın Ankara konusunda güvenebileceği çok fazla isim yok.

Buralar AKP açısından neden tehlikeli? Çünkü unutmayalım, aylar önce İstanbul ve Ankara belediye başkanları Erdoğan tarafından istifa ettirildi. Kadir Topbaş daha kolay razı oldu kaderine; ama Melih Gökçek örtülü bir şekilde direnmeye çalıştı, ama o da 25 yılı dolduramadan pes etti, istifa etti. Buralarda belli ki Kadir Topbaş’ın ve Melih Gökçek’in istifa ettirilmesinin ardında herhalde bir yığın husus vardı Erdoğan açısından; ama geçen süre içerisinde ve bu kampanya süresinde de muhalefet partilerinin bu konuları çok fazla kurcalamadığını ya da kurcalayamadıklarını görüyoruz. Ama Melih Gökçek’in ve Kadir Topbaş’ın istifa ettirilmiş olması bile buraların AKP açısından tekrar kazanılmasının zor olduğunu bize gösteriyor olması lâzımdı; şimdi bir sorun yokmuş gibi yapıyorlar, ama özellikle Ankara’da Mansur Yavaş’ın, İstanbul’da da belki Ekrem İmamoğlu’nun AKP’yi zorlama ihtimali hayli yüksek.

Bu seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan, bir beka seçimi olarak gösteriyor, devletin ve milletin bekası olarak; ama bu seçimler olsa olsa AKP iktidarının ve Erdoğan iktidarının bekası olur. O anlamda, yani tabii ki yerel seçimlerle iktidar değişmez, ancak özellikle İstanbul-Ankara gibi yerlerin kaybedilmesi durumunda, diğer büyükşehirlerde de muhalefetin etkili olması durumunda, kazanması durumunda, bir sonun başlangıcı gibi bir durum ortaya çıkabilir. Bu ihtimali ortadan kaldırmak istiyor Erdoğan ve bu nedenle de Adana, Mersin, Manisa gibi yerleri MHP’ye terk edebildi, Cumhur İttifakı’nın bu seçimlerde de sürmesine razı oldu, bu yerleri –başka yerler de var, ama bu üçü başlı başına önemli– Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Adana gibi ülkenin en büyük beş şehrinden birinde seçime katılmıyor olmasının siyasî anlamı, semboliğin de ötesinde siyasî bir anlamı var, Mersin keza öyle — ama bunlar da çok fazla sorgulanmıyor, sorgulanamıyor. Cumhur İttifakı’nın bu şekilde 31 Mart’ta da sürüyor olması aslında krizin ne kadar derin olduğunu bize gösteriyor. Yani “Yeter ki muhalefet almasın, MHP alsın buraları, daha iyi” diye bir tercih yapıyor ve bu şehirlerde, Adana, Mersin, Manisa’da iddia sahibi bile olmamasının çok anlamlı olduğu kanısındayım.

25 yıl önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin öncülü olan Refah Partisi ilk belediyeleri kazandığı zaman, aslında 94 seçimlerinden önce İstanbul’da yeni açılan, yeni kurulan bazı belediyelerde yapılan seçimlerin önemli bir kısmını Refah Partisi kazanmıştı ve oralarda Güngören, Bağcılar, Bahçelievler gibi yerlerde Refah Partili belediyeler yepyeni bir belediyecilik anlayışı geliştirmişlerdi; mesela halk meclisleri kurmuşlardı, soldan esinlenmeli bir şey. Bir gazeteci olarak çok sayıda halk meclisi toplantısı izlediğimi hatırlıyorum; hele Kağıthane’dekiler çok dinamik meclislerdi ve burada aşağıdan gelen bir demokrasi örneği sergilediler ve o ilk belediyelerin açtığı yoldan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve İstanbul’daki bazı ilçe belediyelerinde Refah Partisi kazanmıştı. Bu ilk başta şeffaf belediyecilik anlayışı ile başladı Refah Partisi; ama belli bir süre sonra bu halk meclisleri, şeffaf belediyecilik gibi konuların iyice geri plana atıldığını ve başkanların ve diğer Refah Partili ve ardından Fazilet Partili ve nihayet AKP’li belediye başkanlarının ve belediye yöneticilerinin halkla aralarına çok ciddi bir şekilde mesafe koyduklarını gördük. Dolayısıyla halkla birlikte yönetim meselesi aslında AKP’nin bir vaadi olabilir; ama reel olarak baktığımızda halkla beraber yönetimden fazlasıyla uzaklaşılmış — böyle başlamış ama ondan fazlasıyla uzaklaşmış bir belediyecilik anlayışı var. Zaten Türkiye’de İslamî hareketin en önemli argümanlarından birisi muhalefette iken adem-i merkeziyyetçilikti, yani merkezî yönetimden uzaklaşmak ve iktidarın yerel iktidarlara devredilmesi, kademeli devredilmesiydi; çünkü muhalefetteydiler, merkezî iktidarı elde etmeleri imkânsız gözüküyordu ve bulundukları küçük iktidarları savunmayı hedefliyorlardı; ama merkeze gelip ve merkezde kalıcı olduklarını anladıkları andan itibaren yerel iktidarların önünü kesmeye, imkânlarını daraltmaya yöneldiler ve bunun en çarpıcı örneği tabii ki Güneydoğu’daki belediyelere atanan kayyumlardır. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerel seçimler yerine belediye başkanlarının atanma yolu ile gelmesini temenni edişini de –bunu dile getirmiş olduğunu da unutmayalım– dolayısıyla aşağıdan yukarıya demokrasinin en önemli ayağı olan yerel yönetimlerin aslında AKP iktidarını ve Erdoğan’ı rahatsız ettiğini de gözlemek mümkün. Dolayısıyla buralarda belediye başkanlarında aranan özellik halk insanı olmaktan ziyade politikacı olmak, devlet insan olmak. Aslında ilk aklıma gelen “adam”dı, ama “adam” lâfının cinsiyet çağrışımı olduğu için “insan” dedim; fakat adaylara baktığımız zaman, kadın sayısı neredeyse yok denecek kadar az, onu da özellikle vurgulamak lâzım.

Burada sonuçta bu hareketin AKP’nin –ki başkanı Recep Tayyip Erdoğan belediyecilikle gelmiş birisi– aşağıdan yukarıya yolsuzluğa karşı, yozlaşmaya karşı, kayırmacılığa karşı mücadele etme iddiasıyla önce yerel iktidarları alıp sonra merkezî iktidara gelmiş olan bir Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, şimdi tam tersine yerel iktidarların alanlarını iyice daraltmaya çalıştıklarını görüyoruz. Şimdi bakın, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu çarşı pazar geziyor, kapı kapı dolaşıyor ve bayağı bir halkın içerisine girmeye çalışıyor; görenler arasında birazcık yaşı yetenler de, “Tıpkı yıllar önce Refahlı adayların, Erdoğan’ın vs.’nin yaptıkları gibi yaptıkları gibi” diyorlar; onun karşısında, baktığımız zaman Adalet ve Kalkınma Partisi adayları büyük protokollerle dolaşıyorlar, çünkü hepsi zaten bakanlık, başbakanlık vs. yapmış –İstanbul, Ankara, İzmir’i kastediyorum– ve buralarda açıkçası halkın içerisine bir girip halkla beraber kampanya yürütme olayının çok fazla olmadığını görüyoruz. En fazla kendilerinin olmayan yerlerde bu yöne ağırlık veriyorlardır, belki İzmir’de birazcık yapacaklardır; ama onun dışındaki yerlerde genellikle daha yukarıdan aşağıya mesafeli bir kampanya yaşanacağa benziyor. Nasıl olsa medyayı denetlediklerini düşünüyorlar –ki haklılar– ve bu medyada istedikleri zaman istedikleri yere çıkabilen, istedikleri yerde röportajlarını yayınlatabilen başkan adayları söz konusu Adalet ve Kalkınma Partisi’nde; ama onların çıktığı mecraların çok da fazla oy tercihlerini değiştirecek mecralar olduğunu açıkçası sanmıyorum. Medyanın bu anlamda seçmen tercihini belirleme gücünün –tabii ki etkisi vardır, ama belirleme gücünün– çok fazla kaldığını sanmıyorum; hatta tam tersi işleyebilir. Tıpkı 25 yıl önce Refah Partili adaylara karşı merkez medyanın bütün katı tutumlarına, saldırılarına rağmen Refah Partili adayların İstanbul-Ankara gibi yerleri kazanmaları gibi. Bunun bir benzerini bu dönemde de yaşayabiliriz. Medyayı bu kadar güçlü bir şekilde kontrol eden, muhaliflerine hiçbir şekilde izin vermeyen, yer açmayan, en fazla saldırmak için yer açan bir medya söz konusu; onun dışında da peş peşe bütün iktidar partisinin adaylarının sözcülerinin ekrana çıktığı ya da köşeleri kapladığı bir medya düşünün — bunun bıktırıcı bir etkisi var. Ama şunu da kabul etmek lâzım: Artık bu hareket aşağıdan yukarı bir hareket olma vasfını yitirdi; yukarıdan aşağıya devlet eliyle topluma inmeye çalışan bir hareket hüviyetine büründü ve bunu yapmaya başladığı andan itibaren de bir yığın avantajını kaybediyor. Eğer gerçekten karşısına aşağıdan yukarıya demokratik kanalları işleterek toplumun farklı kesimlerini katarak, eleştiriye açık ve interaktiviteye açık bir siyasî hareket çıkarsa ya da yerel olarak baktığımız zaman bazı adaylar çıkarsa, bunların kazanma şansının yüksek olacağını tahmin ediyorum — hele ekonomik sıkıntıların da olduğu düşünülürse. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işi gerçekten bu anlamda zor; ama karşısındaki rakiplerinin onun zaaflarını iyi okuyup ona karşı alternatif stratejiler geliştirememesi halinde devletin de imkânlarını kullanarak herhalde yeniden seçileceklerdir.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaylarına baktığımız zaman, açıkçası çok büyük bir heyecan yaratan, ilgi uyandıran isimler yok. Güneydoğu’da mesela birçok yerde kayyumlar ya da kayyumu andıran isimlerle çıkıyor. Nasıl olsa oraları kaybetse bile terörle ilişki, iltisak vs. deyip yerine kayyum atayabileceklerini düşünüyor olabilirler; ama şunu unutmayalım: Özellikle büyük şehirlerdeki seçimlerde HDP seçmeninin tercihi çok önemli bir rol oynayabilir ve bu anlamda da bakıyoruz ki HDP, büyükşehirlerde aday çıkarmama gibi stratejik bir karar aldı. Kimileri bunu eleştiriyor, kimileri de doğru buluyor; seçim sonuçlarından sonra daha da net anlaşılacak; ancak siyasî iktidarın, Erdoğan’ın, HDP’ye karşı uyguladığı strateji onun büyükşehirlerde, Ege ve Akdeniz’de HDP’nin aday çıkarmaktan vazgeçtiği yerlerde aleyhine sonuçlara da yol açabilir, böyle bir hususu da özellikle vurgulamak lâzım.

Sonuç olarak 25 yıl önce yerel yönetimlerle beraber gelen merkezî iktidarı kuşatma olayının artık bir yerden sonra o iktidarda kalma kaygısına dönüştüğünü görüyoruz ve bu sefer merkezî iktidarı korumak için yerel iktidarları bir nevi merkezî iktidara tehdit olarak gören bir anlayış hâkim Adalet ve Kalkınma Partisi’nde ve Erdoğan’ın kendisinde. Bu aslında onun için çok büyük bir dezavantaj; ama rakiplerinin onun bu dezavantajından istifade edip edemeyeceği 31 Mart seçimlerinin belirleyici noktası olacak kanımca. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.