Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın en zor seçimi

Kuşkusuz her seçimin ayrı zorlukları vardır ancak 31 Mart Yerel Seçimleri Erdoğan’ın kendisinden en az emin olduğu seçimler olarak kayda geçmeye aday. Neden?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. 31 Mart seçimine üç gün kaldı –hatta iki gün bile diyebiliriz–, pazar günü oy kullanmaya gideceğiz ve bu seçim bana göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en zor seçimi. Tabii şöyle bir husus var: Bir şey söylediğiniz zaman, hemen, “Öyle diyorsun ama, şu da var bu da var” denir ve gerçekten de Erdoğan’ın değişik tarihlerde girdiği seçimlerin hepsinin ayrı ayrı zorlukları vardı. Esas olarak 94’te ilk kazandığı İstanbul büyükşehir belediye başkanlığını –o zamanki deyimiyle anakenti– kazandığı seçim zor bir seçimdi, ama aynı zamanda da kolaydı. Çünkü merkez partiler kendi içlerinde bölünmüştü, çok dinamik bir Refah Partisi yapılanması vardı, kendisi il başkanlığından geliyordu vs.

Değişik tarihlerde değişik zor seçimlere girdi Tayyip Erdoğan: AKP zamanında, 2002 sonunda girdiği seçim belki de en kolay seçimlerden birisiydi. Yeni bir parti olmasına rağmen AKP, diğer partilerin hepsinin çözülmesi nedeniyle bir nevi iktidara mahkûm oldu ve tek başına iktidara geldi. Ardından girdiği seçimlerin hepsinin ayrı ayrı zorluk dereceleri vardı; ama bunların hepsinde birden fazla kolaylığı vardı Erdoğan’ın. Birincisi, çok dinamik bir hareketti, ileriye doğru bakan bir hareketti ve bu hareketin yurt dışında çok ciddi destekçileri vardı -özellikle ilk yıllarda- Avrupa Birliği (AB), Amerika Birleşik Devletleri (ABD) –hatta bir şekilde İsrail bile denebilir– ve içeride de çok güçlü birtakım kesimlerin desteğini alıyordu, çok güçlü bir örgüt yapısı vardı ve kolektif bir hareketti, çok farklı özellikleri olan insanlar partinin değişik kademelerinde görevler yaptılar, seçim kampanyalarında görevler üstlendiler. Hatırlıyorum –çok seçim kampanyası izledim– aynı anda mesela bir Kayseri seçiminde, 2007 sonrasında, o meşhur “Sözde değil özde laiklik” yani muhtıranın ardından gelen askerin, e-muhtırasının ardından gelen seçimde, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç aynı anda kürsüye çıkmışlardı -ben de orada canlı olarak Kayseri’de izliyordum. Öyle bir görüntüsü vardı bu hareketin ve belli bir tarihten itibaren birtakım zorluklar yaşamaya başladı. 

Bu seçimin en zor seçim olmasının bence en önemli nedenleri şu: Bir, Tayyip Erdoğan artık her türlü güce sahip, yani şikâyet edeceği bir şey yok. Bir önceki seçimde, biliyorsunuz, 24 Haziran’da “Bana yetki verin, bütün bunları çözeyim, ekonomiyi uçurayım, bürokrasiyi azaltayım” diyerek başkanlık sistemine geçildi ve kendisi başkan seçildi — referandumda bunu söyledi, zor da olsa geçti, ardından başkanlık seçiminde bunu MHP’nin de desteğiyle aldı. Zordu ama bir iddia vardı ve ona oy veren insanlar onun bu talebini –bu ricasını diyelim– dikkate aldı. “Benim elimi kolumu bağlarından kopartın” diyordu. Neydi o bağlar? Çok muğlaktı; ama ona bu yetki verildi ve ardından ülke uçacakken –özellikle ekonomide– çok ciddi bir şekilde uçak aşağıya doğru gitmeye başladı, bir ekonomik krizin içerisine girdi. Şu anda Tayyip Erdoğan’ın insanlara, seçmene söyleyebileceği, ileriye yönelik hiçbir şey kalmadığını görüyoruz. Bu anlamda her seçimde iyi-kötü bir şeyler söyleyebilen Erdoğan, ileriye dönük bir şeyler söyleyebilen Erdoğan, şu anda bu seçimde görüyoruz ki hiçbir şey söyleyemiyor — çay dağıtmak ve insanları beka tehdidiyle ürkütmek, korkutmak… bunun üzerinden giden bir Erdoğan var. Bu anlamda çok ciddi bir sorun yaşıyor, çok zorlanıyor. Ve zorlandığı seçimlerde genellikle Erdoğan’ın en büyük şansı, kendi tabanını muhafaza edip, ona hep şu ya da bu nedenle seçimde dışarıdan birilerinin katılmasını sağlamaktı. 24 Haziran’da olduğu gibi kendi tabanında erime olsa da MHP’nin desteği ile bu eksikliği gidermişti fazlasıyla. Ama şu anda en ciddi yaşadığı sorun, tabanını tutmakta, kendi seçmenini tutmakta zorlanıyor, onları kendisine oy vermeye hatta sandığa gitmeye ikna etmekte zorlanıyor.

Bunlar Erdoğan için yeni hususlar. İnsanlara, “Sandığa gelin, iradenize sahip çıkın” demesi yeni bir husus ve özellikle de tabii “Bu seçim, hesap sorma seçimi değil, hesap sorma vakti değil” diyerek, hesaplaşmayı seçim sonrasına ertelemeye çalışıyor. Çünkü bir hesap var; kendisine oy vermiş olan kesimlerin –bir bölümü en azından– hesap sormak istiyor, birtakım beklentilerinin gerçekleşmemesi ya da yaşadıkları hayal kırıklıkları nedeniyle hesap sormak istiyor. Bir yandan Erdoğan onlara, “Hesap sorma vakti değil” diyor, “O gün bugün değil” diyor; ama ileride ne zaman olacağı belli değil. Bir diğer yandan da “Şikâyetlerinizi biliyorum, bunların hepsinin hesabını seçimden sonra göreceğim” diyor; özellikle de kayırmacılık ve kibir –ki AKP iktidarının şu anda en çok öne çıkan özelliklerinden birisi ve bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın en çok mücadele ettiğini iddia ettiği özellik bir kibir olayı– var. İktidarı yönetenler –dün yayında bahsettim– Rabia Naz olayında yaşadığımız devletin kibri, AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin babayı dava etmesi, şikâyet etmesindeki yukarıdan bakış, insanî hasletlerden uzak duruş… Bütün bunların değişik yerlerde, değişik platformlarda yaşandığını duyuyoruz, görüyoruz ve açık açık şikâyetler olduğunu da biliyoruz, böyle bir olayla karşı karşıyayız.

Bir diğer olay da medya meselesi: Neredeyse bütün medyayı Erdoğan kontrol ediyor. Güçlü medyanın hepsi onun denetiminde; ama bunların artık eskisi kadar güçlü olmadığını da biliyoruz ve bu medyadan bir şey üremiyor. Erdoğan 94 yılında –ve daha uzun bir süre böyle sürdü– medyaya rağmen geldi, medya ile savaşarak geldi. Şimdi bütün medya yanında olmasına rağmen, medya ile birlikte artık bir gitme öyküsü yaşamaya başladık Erdoğan için. Bakıyoruz, her gün bir kanalda çıkıyor ve soruları cevaplandırıyor; ama bunların hiçbiri –benim gördüğüm kadarıyla– merak celp etmiyor, üzerinde konuşulmuyor; belki en son Cindoruk’la olduğu gibi, ya da birtakım siyasetçilere ad vererek saldırmasının dışında –ki onlar da saman alevi gibi birazcık ilgi çekip sonra kayboluyor– medyada yaptığı yayınların çok etkili olduğu söylenemez. Ama yakın bir zamanda –çok da eski olmayan bir zamanda– hatırlıyorum, AKP iktidardayken ama medyanın tamamını kontrol etmezken, belli ölçülerde bağımsızlığını ya da özelliklerini koruyan kuruluşların olduğu dönemlerde, Erdoğan çok daha iyisini yapabiliyordu. Hatırlayanlar olacaktır, ben NTV’de çalışırken Erdoğan her seçim öncesi ve referandum öncesi en son röportajını NTV’ye verirdi. Çünkü NTV’nin o tarihlerde –şimdi tabii yerinde çoktan yeller esiyor ama– bir saygınlığı vardı ve dolayısıyla kendisine açıkça destek veren kanallara vs.’ye, TRT’ye şuna buna çıkıyordu ama en son cuma akşamı yayınlarını NTV’ye yapardı. Hatta bir tanesinde o meşhur, benim kendisine “Ama öldü efendim” demiş olduğum yayını Ağrı’da yapmıştık; çünkü Erdoğan o gün Ağrı’da miting yapıyordu ve o stüdyoya gelemediği için NTV sahipleri ve yöneticileri biz gazetecileri oraya özel uçakla Ağrı’ya götürmüşlerdi ve son röportajını bize, yine NTV’ye vermişti.

Onların Erdoğan’la belli bir tarihten itibaren yaptığı bütün yayınlara gazeteci olarak NTV’deyken –katılmış birisi olarak biliyorum–, aslında Erdoğan siyasetçi olarak zor sorulara, gerçek gazeteci sorularına karşı çok rahat bir siyasetçidir, bayağı konuşur eder, tartışır; bundan yüksünmez ve bunu yaptığı ölçüde de bence belli bir saygınlığı ya da belli bir başarısı oluyordu. Ama şimdi sorular –çok hafif deyimiyle– “çanak” oluyor ve yapılan yayınların hepsi bir nevi “al gülüm ver gülüm” üzerinde gidiyor ve buralardan pek bir şey çıkmıyor. Hatta bazı yayınlar öncesinde, 24 Haziran öncesinde buna tanık olduk, bu seferde de var böyle sosyal medyadan vs. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu yayında önemli bir şey açıklayacağı, sürpriz yapacağı Yenikapı mitingi öncesi de söylendi, Yenikapı öncesi mitinginde “Bir sürpriz yapacak” dendi; ben göremedim. Hep bir sürprizlerle insanların ilgisi çekilmek isteniyor, ama olmuyor. Sonunda ne oldu? Bugün Erdoğan seçime çok az bir süre kala Twitter üzerinden canlı yayın yaptı ve bir grup gençle sohbet etti —ki Erdoğan’ı Twitter ve sosyal medya üzerine görüşlerini daha önce biliyoruz. Yani işin realitesini geç de olsa anlamaya başladı; ama artık bence bayağı bir geç ve olayın tam olarak da ruhunu anlayabilmiş değil. 

Şu anda siyasî iktidar sosyal medyada esas olarak troller üzerinden bir tahakküm kurmaya çalışıyor; ama bunda çok başarılı olduğu söylenemez. Medyanın bu kadar iktidarın elinde, dolayısıyla Erdoğan’ın elinde toplanmış olması Erdoğan’ın hiç de işine yaramıyor. Bu kadar medya kuruluşu, haber kanalı aynı anda on yerden birden yayınlanan mitingler vs., bunlar bir yerden sonra hiçbir etki yaratmıyor. Mesela geçmişte yine o iktidardaydı; ama insanlar, medya çalışanları ve yöneticileri belli bir özgür ya da özerk karar verme gücüne sahiptiler, yayınları kafalarına göre canlı veriyorlardı ya da vermiyorlardı. Mesela haber kanalları veriyordu, onlar da tamamını vermiyordu, diğer kanallar vermek istemiyordu; ama şimdi bir bakıyoruz ki herkes hazır ola geçmiş bir şekilde bunları veriyor ve ne kadar çok kanal verirse, ne kadar uzun verirse bunların etkisi o kadar az oluyor ve sorun şu: Erdoğan ya bunu görmüyor ya da bunu görmekten uzaklaştı. Çevresinde de bunları ona söyleyecek, söyleyebilecek kimseler pek kalmamış gözüküyor. İktidarın bu kadar elinde tekelleşmesi ve kitle iletişim araçlarının bu kadar elinde tekelleşmesi, bir yerden sonra, bir süreden beri aleyhine dönmeye başladı. 

Bir diğer husus da tabii muhalefetin bu seçimde Erdoğan’ın oyununa büyük ölçüde gelmemesi, hatta Erdoğan’a kendi oyunlarını dayatmış olması. Bu anlamda HDP’nin büyükşehirlerde aday çıkarmamasının bu seçimin kaderinde çok etkili olduğunu söylemek lâzım, olacağını söylemek lâzım. Bunu bertaraf etmenin yolu olarak HDP’yi PKK ile eşleştirip, dolayısıyla İYİ Parti’yi ve CHP’yi, hatta Saadet Partisi’ni bir tür PKK’cı ilan etme yoluna gittiler — bu da işe yaramadı. Binali Yıldırım gibi birkaç kişi bunun dışına çıkıp HDP seçmeninin de oylarını istediklerini söylediler; ama sesleri diğerleri tarafından bastırıldı. Birincisi bu, ikincisi ise bugün sabah yayınında konuştuğumuzda bu konunun özellikle altını çizdik; CHP’nin İstanbul’da, Adana’da, Bursa’da, Antalya’da, İzmir’de büyükşehirlerde ilçe belediye başkanlarını –Ankara’yı da bir anlamda sayabiliriz; çok eskiden de olsa Mansur Yavaş’ın Beypazarı’nda MHP’den iki dönem üst üste belediye başkanlığı yapmış olmasını–, Adana’da Zeydan Karalar, Bursa’da Mustafa Bozbey, Antalya’da Muhittin Böcek, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, İzmir’de Tunç Soyer, bunların hepsi bu illerde birtakım ilçelerde, kimisi büyük kimisi küçük ilçelerde belediye başkanlığı yaptılar ve belediye başkanı kimliğiyle yerel seçim için kampanya yapan adaylar oldular. Ama Erdoğan yerel seçim için kampanya yapmıyor, Erdoğan sanki burası bir genel seçim, hatta bir başkanlık seçimiymiş gibi siyasî temelli bir kampanya yürütüyor; fakat muhalefet buna gelmedi, özellikle adaylar buna gelmedi. Ekrem İmamoğlu bu anlamda gerçekten çok ilginç ve şu âna kadar görüldüğü kadarıyla başarılı bir performans çizdi.

Onlar ne kadar sakin bir kampanya yürütüyorsa, iktidar koalisyonunun kampanyasının hırçınlığı o kadar ortaya çıktı ve iktidarın kendi başına kaldığı bu sertlik ortamında artık Türkiye’nin biraz sakin ve huzurlu bir ülke olmasını isteyen seçmenlerin de gözlerini muhalefete daha fazla çevirmesine neden oldu. 

Burada Erdoğan’ın en zor seçimi olmasının en temel nedenlerinden birisi, ortada artık herhangi bir mağduriyet kalmadı. Her seçimde bir şekilde kimi zaman askerden, kimi zaman derin devletten, kimi zaman dış güçlerden vs.’den geldiği varsayılan birtakım mağduriyetler üzerine inşa ediliyordu. Ama bu seçimde bu yok; bir beka meselesi var, ama bunun ne olduğunu tam olarak anlaşılamadı. Mesela 2015 Haziran ile Kasım arasındaki ülkede yaşanan terör ortamı AKP’nin oylarını artırmıştı, bunu biliyoruz; ama orada gerçekten çok ciddi bir terör atmosferi vardı, şu anda bu yok. Olabileceği üzerine birtakım varsayımlar öne sürülüyor; ama böyle bir şey yok ve bu da Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin söylediklerinin ayaklarının havada kalmasına neden oluyor. Dolayısıyla bu açığı ikame etmek için Yeni Zelanda’daki saldırıyı kullanmak istediler; ama burada da tabii Yeni Zelanda yönetiminin –özellikle başbakanının– düzgün duruşu da onu büyük ölçüde işlevsiz kıldı. Eğer Yeni Zelanda ve genel olarak Batı dünyası, ama özel olarak Yeni Zelanda bu olaya gerekli hassasiyeti göstermese, olayı ciddiyetle ele almasa, Yeni Zelanda’daki katliam, terör saldırısı belli bir yere kadar kullanılabilecek bir olay olabilirdi. Ama sonuçta kimi suçluyorsunuz, bir kişiyi suçlamak durumunda kalıyorsunuz ve oradan da –hâlâ gösteriliyor tabii o terör saldırısının görüntüleri– ama bu iş çok fazla tutmadı. 

Bu seçimin Erdoğan için en büyük sorunu, işte bu kavga ortamına, polemik ortamına, muhalefetten kimsenin girmemesi. Bir ara Meral Akşener olacak gibi oldu, ama olmadı; tutmadı, CHP zaten buna dahil olmuyor. HDP’yle çok uğraştı, en son “Bay Sezai” çıkışıyla; ama olmadı. En son gördük ki Hüsamettin Cindoruk’a kadar geldik — ama yok. Yani 24 Haziran seçimlerinin ilk turda bitmesini kolaylaştıran o strateji bu sefer tutmadı; kutuplaştırma stratejisi, esas sorunların konuşulması yerine birtakım atışmaların, polemiklerin öne çıkması stratejisi bu seçimde olmadığı için gerçekten Erdoğan’ın çok zorlandığını görüyoruz. Peki ne olur? Her şey mümkün, burası Türkiye; ama şu âna kadar gördüğümüz kadarıyla gerçekten zor bir durumda iktidar koalisyonu, rahatsız, tedirgin — sonuçların nasıl olacağı konusunda bir telaş hali var. 

Türkiye’de medyanın ezici bir çoğunluğu siyasî iktidar tarafından kontrol ediliyor ve oralara baktığınız zaman her şey güllük gülistanlık ve hatta muhalefetin elindeki belediyelere kadar, hatta neredeyse cesaret etseler “Kayyumlar bile seçim kazanacak Güneydoğu’da” diyecek ölçüde bir fake news –yeni tabirle– hâkim. Ama liderlerin –gerek Erdoğan gerek Bahçeli’nin ve kimi adayların– meydanlarda söylediklerine baktığımız zaman ya da kendileriyle bol miktarda yapılan röportajlarda, canlı yayınlarda söylediklerine baktığımız zaman, bir telaş hali var. Bu telaş halini –daha önce de söyledim, tekrar söyleyeyim– mesela Erdoğan’ın insanları sandığa çağırmasında ve bugünün hesap sorma günü olmadığını vurgulamasında ve muhalefetin bazı isimlerinin seçilseler dahi görev yapamayacaklarını şimdiden –başta Mansur Yavaş olmak üzere– söylemesinde görmek lazım. Bu tür yaptıkları, özellikle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun seçim sonrasına yönelik olarak yaptığı açıklamalar, seçim döneminin iktidar koalisyonu için hiç de kolay geçmediğini, çok zor geçtiğini bize gösteriyor. 

Evet, son bir notla bitireyim, Medyascope adına bir notla bitireyim: Biz bu seçimde herkese başvurduk, özel olarak Ankara’da Mehmet Özhaseki’ye, İstanbul’da Binali Yıldırım’a yayın yapmak, röportaj yapmak için teklifte bulunduk ve bu tekliflerimize cevap dahi verilmedi, demek ki istemediler. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Kemal Kılıçdaroğlu buraya çıktı, Temel Karamollaoğlu çıktı, mesela İzmir’de Nihat Zeybekci kabul etti ve arkadaşlarımız İzmir’de kendisiyle röportaj yaptılar, kendisine teşekkür ediyoruz. Böyle bir derdimiz yok; biz bir şekilde bu seçimde önemli olan bütün adaylarla yayın yapmak istedik, ama olmadı; kabul etmediler ya da cevap dahi vermediler. Bu kendilerinin bileceği bir şey; ama yanlış yaptıklarını söylememe izin verin. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Twitter’da canlı yayın yapma ihtiyacı hissetmesi de benim, onların bu yaptığının yanlış olduğunu söylememe izin veriyor diye düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.