Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

CHP yerel seçimlerde neden ve nasıl başarılı oldu? Kampanya Başkanı Ateş İlyas Başsoy ile söyleşi

CHP’nin 31 Mart Yerel Seçimlerindeki başarısı nasıl ve neden oldu? Kampanya Başkanı Ateş İlyas Başsoy Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Konuğumuz Ateş İlyas Başsoy. Kendisi CHP’nin 31 Mart seçim kampanyasının başındaydı. Kampanya çok geniş bir grup tarafından yürütüldü. Ateş İlyas Başsoy da bu kampanyanın başkanı — yanılmıyorsam tabir öyle. Kendisiyle CHP’nin özellikle büyükşehirlerde çok net bir şekilde yaşanan yerel seçim başarısının nasıl ve neden olduğunu konuşacağız. Hoşgeldiniz.

ATEŞ İLYAS BAŞSOY: Hoşbulduk.

Kampanya başkanı, değil mi? Nasıl bir ekipten söz ediyoruz? Siyasetçilerin koordinasyonu da vardı herhalde, ama siz profesyoneller olarak bir ekip mi kurdunuz?

Evet, bir ekip kurduk. Aslında en baştan başlarsak, ekibin gerçek başkanı Seyit Torun. Çünkü bütün bu sistemi Seyit Torun kurdu. Kendisi CHP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı. Seyit Torun’la beraber, onun danışmanı olan Selami İnce –ki kendisi de çok değerli bir insan–, bu seçim kampanyası için gelip benden fikir aldılar. Çok uzun zamandır tanıyorum Seyit Torun’u. Ordu’da seçim kampanyasını yapmıştım, aynı zamanda arkadaşımdır kendisi. Yaklaşık 1 sene önce, Ocak 2018’de bana gelip, “Seçim zamanı yaklaşıyor, nasıl bir şey yapabiliriz?” diye sordular. Ben de, “Eski usûlle bunu yapamayız” dedim. Eski usûl şuydu: Bir ajans seçiyorlar, o ajansa bir para veriliyor. Ajans ulusal bir kampanya yapıyor. Ben hem Türkiye’deki konjonktürün değişmesinden, hem de yerel seçimin kendisinden kaynaklanan durum nedeniyle ulusal kampanyanın yerel seçimlerde yeterli olmayacağını belirttim. Artık dünyada kitle iletişim araçları o kitleleri çok fazla etkilemeyebiliyor. Bundan on sene önce olsa, sadece televizyon, hatta gazete yeterliydi. Şimdi dijital medya ve başka birçok kaynak var insanların algılarına dokunan. Bu seçimde, özellikle kazanmak istediğimiz yerleri seçip, onlara enerjimizi verip –o zaman önem vermemiz gereken 100’den fazla kritik bölge vardı– 100’den fazla bölgede ayrı ayrı kampanya yaptık. Tam sayısı galiba 105’di. Biz 105 yerde ayrı ayrı kampanya yaptık. Neresi bu 105 bölge? Mesela İstanbul’da 4-5 kritik ilçe vardı. Adana, Mersin’in bazı kritik ilçeleri, Antalya’nın bazı yerleri, Muğla, Aydın, İzmir’in bazı kritik yerleri, Çanakkale, Trakya gibi bir sürü yerler belirlendi. Daha sonra da bütün bu yerlere ayrı ayrı kampanya yapıldı. İlk sunumlarımız Ocak ayında başladı. Sunumlar oluştu, Genel Başkan’a sunumlarımızı yaptık. Seçime 1 yıl kala, geçen sene Nisan ayında, tam iş yapılmaya başlanacakken, en son MYK sunumunu yaptıktan iki saat sonra, Tayyip Erdoğan, erken genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağını açıkladı. Sonra birdenbire cumhurbaşkanlığı seçim süreci girdi işin içine. Cumhurbaşkanlığı seçimi bitince bir imza süreci girdi. Aylar boşu boşuna geçti.

Siz cumhurbaşkanlığı seçim sürecine dahil olmadınız.

Hayır.

Sadece yerel seçim için miydi?

Evet. Cumhurbaşkanlığı seçim süresinde kurumsal olarak dahil olmadım. Ama bireysel olarak, Muharrem İnce’nin kazanması için elimden geleni yaptım. Onun ekibine ve kendisine bir sürü şey yazdım, her zaman yapıyorum bu tür şeyleri.

Bütün o süreçler bittikten sonra, geçtiğimiz Ekim ayında işler başladı. Aslında Ocak ayında başlaması gerekiyordu çünkü çok fazla iş vardı. İşlerin Ekim ayında başlaması, yedi-sekiz ay kaybetmek, bizi çok zorladı. Ekim’le Mart sonuna kadar geçen o altı ayda, ben evde toplam bir ay bile durmadan gezdim. Çok büyük bir ekipti, 80 kişiden fazla insan vardı ekibimizde. İnsanlar sadece “Mart’ın sonu bahar”, “Derman belediyeciliği” gibi üst kavramları veya genel olarak yapılan televizyon reklamlarını biliyor. Oysa Mersin’de yaşayan bir kişi, Mersin’deki kampanyayı da biliyor. Eskiden, ulusal kampanyalarla yerel kampanyalar birbirine uyumlu olmazmış. Hatta AK Parti’nin kampanyaları bile öyle. AK Parti de ulusal kampanyada bir şey söylüyor, yerel kampanyada onu takip eden bir şey var, ama ya onlar yereldeki adaya tam uymuyor ya da aday kendi kendine bir iletişim yapıyor, iş karışıyor. Bizde öyle olmadı. Hedeflediğimiz bütün illerde, ayrıca bu ulusal kampanya ile eşgüdümlü ama bambaşka olan, oradaki ilin ve oradaki adayın taleplerine göre, rakiplerin durumlarına göre değişebilen, farklı farklı kreatif bir sürü kampanya yapıldı. Şimdi kitabı yazıyorum. İşin ne boyutta yapıldığını zannedersem CHP Genel Merkezi bile bilmiyor.

Siz bir kampanya hazırlıyorsunuz, ama bu bir yerel seçim ve yerel seçimde aday faktörü çok önemli. Adayların bir kısmı son anda belli oldu. Mesela Mersin’de, İstanbul’un bazı ilçelerinde En erken, ilk açıklanan Ekrem İmamoğlu oldu. En erken diyorum ama o da yine geç bir tarihte açıklandı. Bu sizi zorlamadı mı?

İki yanıtı var bunun. Birincisi, adaylar da bu sürecin bir parçasıydı. Ekrem İmamoğlu’nun olmasının nedeni de, benim de içinde olduğum, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan başlayan genel bir stratejinin sonucu. Yani niye bir başkası olmadı da Ekrem İmamoğlu oldu? Çünkü Ekrem İmamoğlu gerçekten en uygun insan olduğu için oldu. Kampanyanın başlangıcındaki o toplantılar… daha Ekrem İmamoğlu’nun adı belli olmadan da İstanbul’da sunumlar yapılıyordu. Ya da Mersin’de kimin aday olacağı belli olmadan önce de Mersin’deki insanlarla görüşülüyordu. Hatta sadece başkanlar değil, il örgütleri bile değişiyor. O süre içinde kimisi istifa ediyor kimisi başka bir şey yapıyor. Yani tavuk-yumurta hikâyesi gibi ikisi birbirini destekleyen süreçler oldu. Adayların geç belirlenmesi, oradaki işlerin daha fazla sıkışmasına neden oldu. Ama adaylar belirlendiğinde biz artık ne yapacağımızı biliyorduk. Mesela İzmir’de Tunç Soyer belirlendiğinde, aşağı yukarı Tunç Soyer’in olacağı altı aydır belliydi. Altı aydan beri Tunç Soyer veya başkaları olabilirdi. Tunç Soyer’in olmasını sağlayan şey, o araştırma sonuçlarıydı.

2009 yerel seçimlerinde CHP’nin Antalya Büyükşehir Belediyesi adayı Prof. Mustafa Akaydın’dı. Siz onun kampanyasını yürüttünüz. Hatta bu kampanya sürecini, stratejisini, AKP Neden kazanır? CHP Neden Kaybeder? kitabında yazdınız. Bu, daha ince bir kitaptı sanki.

Evet. Sonra sizlerin de yazılarınızı ekleyerek genişlettim.

O kitapta da anlattınız, çok ilginç bir kampanya süreci vardı ve Akaydın’ın kazanması da bir anlamda sürprizdi, değil mi? Ama kaybetmesi nedense sürpriz olmadı diyeceğim. Yani sonra yeniden seçilememesi.

Aslında Antalya ve İzmir daha fazla CHP’li göç alan şehirler. Sıcak yer olduğu için emekliler daha çok buralara göç ediyor. 2009’da Antalya’yı AKP’den almak zordu. Ama 2014’te kaybetmek daha zordu. Çünkü Antalya, 2009’a nazaran daha fazla CHP’liydi.

Ama ona rağmen kaybetti.

Evet, ona rağmen kaybetti.

Ve şimdi kazandı. O tarihte, yani on yıl önce, Antalya özelinde, bir şeyleri çok ciddi bir şekilde yakalamıştınız. Aradan geçen on yıl boyunca, CHP bu yakalanan şeyden ders almadı. Orada yakaladığınız en önemli şey şuydu: “Tayyip Erdoğan kendi bildiğini yapsın, siz kendi bildiğinizi yapın. Kendinizi ona göre ayarlamayın” diye özetleyebileceğim bir yaklaşım vardı. “Kendi gündeminizi kendiniz çizin. Siz onu dert etmeyin, gerekirse o sizi dert etsin” yaklaşımı. Ama aradan geçen on yılda, girilen onca seçimde, CHP bunu yapmadı. Yanılıyor muyum?

Doğru. Çünkü bir başarı olunca herkes sahiplenmek istiyor. Mesela şu anda CHP’de en az ismi anılması istenen kişilerden birisi olurdum muhtemelen. Çünkü herkes başarıyı kendisi sahiplenmek istiyor. Biz reklamcılar geri planda kaldığımız için, bu da işin doğası aslında. Ama gelecek kuşaklara ders olması adına da bu bilginin yayılması gerek. Biz bugün varız, yarın yoğuz. On sene sonra seçim yapacak insanların bu deneyimlerden ders çıkarması için bunları öğrenmesi gerek.

Antalya’da da biraz böyle oldu. Benim o seçimdeki etkim yok sayılma eğiliminde oldu. Ben o seçimde ne yaptıysam, on yıl sonra 2019 seçiminde de aynısını yaparak bu seçimi aldık. 2009’da Antalya’da yaptığım her şeyi daha erkenden de yapabilirdik.

Peki, bunu birkaç maddeyle özetlemek gerekirse, bu stratejinin temelini ne oluşturuyor?

Temel iki madde var: “Tayyip Erdoğan’ı veya AKP’yi görmezden gel, ama onu sevenleri sev”. Bunun tam tersi yapılıyor. Tam tersi yapıldığı sürece CHP oy kaybediyor. Yani Tayyip Erdoğan’a karşı olup, onun sevenlerine “bunlar makarnacı”, “göbeğini kaşıyan adam” dediğin sürece, onları ötekileştirdiğin müddetçe –mesela şu anda Osman diye bir adam çıktı, kahraman oldu–, bu adamdan nefret ettiğiniz sürece AKP kazanıyor. O adamı veya onu bu sonuca getiren durumu biliyoruz zaten. Türkiye’de İnce Memed’i okuyan herkes bilir. Dünyada her toplumda var böyle insanlar. Halbuki böyle öne çıkan kişilere karşı doğru tavır aldığımızda, o zaman CHP kazanıyor. Burada temel şey, iki önermeydi aslında: “Tayyip Erdoğan’ı görmezden gel, ama onu sevenleri sev”. Bunun tam tersi yapıldı. Oklar hep Tayyip Erdoğan’a yöneltildi. Onu sevenlerden de doğal olarak nefret edildi. Nefret edilmese bile öyle yansıyor. Çünkü bu tip otoriter liderler, ülkeyle veya kendi seçmeniyle arasında çok bütünleşmiş bir bağ kuruyorlar. Bir başka kişiye söylediğin hakaret, aslında Genel Başkan’a söylenmiş gibi oluyor. Bunu da çok ustaca yapıyorlar. Geçmişte de hep böyle yapılmış. O nedenle biz bu Radikal Sevgi Kitabı’’nı hazırladık. Radikal Sevgi aslında bir seminerler dizisiydi. 81 ilin bütün il örgütleriyle, il başkanları, gençlik kolları, kadın kolları başkanlarıyla birebir görüştük. Sadece bir şeyler söylemedik, onlardan da dinledik. 2000 sayfalık bir kitap var, o toplantıların sonuçlarından çıkan bir özet.

Sonuç olarak 2-3 ayımız örgütlerle geçti. Çünkü CHP’nin elinde müthiş bir güç var: CHP’nin seçmeni. AKP’nin elinde triyonlar, milyon dolarlar olsun, CHP’nin seçmen gücü hiçbir partide yok. Şöyle basitçe bir örnek vereyim: CHP’nin seçmeni kasabadaki doktordur. Kasabadaki doktor aslında 500 hastasını etkileyebilir ve insanların CHP’ye karşı olumlu şeyler düşünmesini sağlayabilir. İyi de bir insandır, çabalar, çalışır. Benim “muhalefet esnafları” dediğim bir kitle var Türkiye’de. Muhalefetten, iyi kitaplar satan, yapıcı olmayan muhalefetle çok beğenilen insanlar var. Bu insanların oluşturduğu bir atmosfer var. Bu atmosferle, o kasaba doktoru, yanına gelen AKP’ye oy vermiş seçmene tepeden konuşan, parmak sallayan…

Bunun üzerinden madde madde geçelim. “Nelerden kaçınmalıyız?” diyorsunuz. Teker teker üzerinden geçelim. “Kibir”.

Evet. O kibir, “Ben bilirim” hali. Seçmenle veya örgütle konuştuğum zaman şunu söylüyordum: “Şu anda doktor, eczacı ya da öğretmen olabilirsin; ama seçim kampanyası yaparken herkese eşit bir seçmensin. O yüzden parmak sallayarak konuşma. Kibir çok zarar veren bir şey. Mesela Ahmet Necdet Sezer Türkiye’de elit olarak görülür. Halbuki apartman dairesinde yaşayan bir insan. Ama trilyonlara sahip bir kişi de bizden görünüyor. Bunun sebebi aslında bu duygudaki ifadeler.

Devam edelim: “Alaycılık”.

Evet. Ben bu “orantısız zekâ” lâfından sıkılmıştım. Gezi’de bir sürü güzel şey oldu ama, bu “orantısız zekâ” lâfından ilk andan beri hiç hazzetmedim. Çünkü “orantısız zekâ” diye bir şey yok. Herkes aşağı yukarı eşit zekâda. Bu da bir kibir durumu. Radikal Sevgi Kitabı’ndan alıntı yapayım: “Nasreddin Hoca’nın torunlarıyız” demeyi severiz. Hiciv, geleneklerimizde, Anadolu kültüründe var. Ama otoriter rejimlerde, mizah çok kolay biçimde “alaycılık” gibi de algılanabiliyor. Hele davul ve tokmak onların elindeyken, bir kişinin bir bireysel hareketi, o gece A Haber’de kocaman kocaman çıkabiliyor. Çok dikkatli olunması gereken bir şey. Her seçim zamanında da, seçim sonlarına doğru tamamen şöyle bir şeye dönüyor: Partilere oy veren insanların bazısı cahil olabilir. Cahil bir insan bir hata yapıyor, bu tip insanlar her partide var.  Bir kişi üzerinden bir partiyi ötekileştirmek, alay etmek çok beğeni alıyor, insanların çok hoşuna gidiyor. Ama o beğeninin sonunda işte böyle radikal bir nefret ortamı oluşuyor.

Ya “Yüksek Siyaset?”

Sonuç olarak bir yerel seçim yapıyoruz. Temel olarak, asfalt dökülecek, çöpler toplanacak, sokak temizlenecek. Bu işi bu kadar büyük siyasete çekmeden yapmak gerekiyor. Türkiye’nin dış borcu, İngiliz bankerler, Katar meselesi gibi genel siyaset konuşmaları yapılıyor. Ben yerel seçim kampanyalarında hiç bunlara girilmemesi gerektiğini ve somut konular üzerinden konuşulması gerektiğini söylüyorum. Yüksek siyaset, yerel seçim için pek yararlı bir şey değil.

Peki, “Telaş?

CHP’de telaş çok meşhurdur. “Hadi, ne yapıyoruz, ne yapıyoruz, bir şeyler yapalım diye bir telaş hali vardır.

Deyip deyip hiçbir şey yapamamak, değil mi?

Bir toplantıda şöyle bir şey olmuştu: “Ne yapıyoruz?” dediler. Ben de “Şu kadar yerde kampanya yapıyoruz” dedim. “Ben görmedim” dedi karşımdakilerden birisi. “Çünkü gitmedin ki; oturduğun yerde duruyorsun” dedim. O kente gitsen göreceksin ne yapıldığını. Aydın’a veya Çanakkale’nin bir ilçesine gidersen göreceksin ne yapıldığını. Ama gitmezsen, gitmediğin yerde sanki bir şey yapılmıyormuş gibi hissediyorsun. O telaşı da yenmeye çalıştık.

Sanki şöyle bir şey de yok mu? AK Parti iktidarı, özellikle iyice otoriterleştiği andan itibaren, Tayyip Erdoğan’a ve iktidara aşırı bir güç atfedip –tabii ki bir gücü var ama– “Ne yapsak, ne etsek yenemeyiz, o, istediğini yapar, ne yapıp edip kazanır, bizim önümüzü öyle kesmezse böyle keser. Yaptığımız nafile” gibi bir ruh hali…

O ruh hali, CHP seçmenini ikna ederken en büyük düşmanımız oldu. Çünkü cumhurbaşkanlığı seçimi gecesi ve onun ardından gelen bazı beyanlar, toplumda bayağı bir travma yaratmış, CHP seçmenini bayağı üzmüş ve sandığa olan güveni tamamen yok etmiş. Onu aşmaya çalıştık, ama tamamen de başaramadık. Çünkü benim tahminim, %3-%5 oranda CHP seçmeni, evinde olduğu halde, hasta olmadığı halde, cezalandırmak için sandığa gitmedi.

24 Haziran’ın etkisi.

Evet, o çok büyük bir kayıp. Düşünsenize, bir sürü insan 17 gün boyunca bir tek oyun kavgasını verdi, oy çuvallarının üstünde yattı. Ama birtakım insanlar, sırf hayal kırıklığına uğramayayım diye sandığa gitmedi.

Peki, Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin, ama esas olarak Erdoğan’ın, kampanyayı beka üzerine kurup bu kadar saldırgan bir politika yapması, aslında 24 Haziran seçimi nedeniyle sandığa gitmeme eğiliminde olan birçok kişiyi sandığa sevk etti görüşüne katılır mısınız?

Evet. Şunu çok rahat söyleyebilirim: Bir seçim, sadece bir tarafın başarısıyla kazanılmaz. Bir tarafın başarısında sadece bir reklamcının etkisi olmaz. Bizim etkimiz ilk 100’de olmaz belki. Öncelikle, aday ve adayı seçen kişilerdedir. Ama öteki taraftan bakarsak, AK Parti veya Cumhur İttifakı akıl almaz hatalar yaptı. Bir tarafın yaptığı doğrular değil, karşı tarafın yaptığı hatalar da önemlidir. Bence bu, az önce söylediğiniz, CHP seçmeninde “Tayyip Erdoğan nasıl olsa her şeye hâkim” durumu, AK Parti seçim kampanyasında negatif bir etki olarak yansıdı. Çünkü muhtar bile Tayyip Erdoğan’la beraber çektirdiği fotoğrafıyla çıktı. Koskoca Binali Yıldırım, sanki babasının yanında sünnet çocuğuymuş gibi kaldı. Bir noktada bu ters tepti. Özhaseki’nin Tayyip Bey izin verirse rakibimle televizyonda tartışmaya çıkarım demesine kadar dönüştü. Sen Tayyip Erdoğan’a bu kadar bağlıysan sonuçta Erdoğan da fânî bir insan, hepimiz fânîyiz– yarın, öbür gün, Tayyip Erdoğan olmadığında ne yapacaksın?” diye benim Selim Türkhan olarak nitelendirdiğim bir kısım seçmende böyle bir algı yarattı. Yani, AK Parti’nin hataları da bu seçimin belirleyicisi oldu. Çok yanlış bir kampanya yaptılar. Ama tabii ne kadar yanlış yapsalar da çok para harcadılar.

Bu kitapçıkta “Radikal Sevgi” diyorsunuz, “Sev Kardeşim” diyorsunuz. AK Parti de resmî kampanyasında “Sevgi, gönül, aşk, İstanbul’la aşk” temasını kullandı.

Evet. Ama o radikal sevgi değil. “Radikal sevgi” başka bir şey. “Radikal” kelimesi, genellikle matematikteki “1” kelimesi gibi, çarpıma etkisi olmayan etkisiz bir eleman olarak düşünülüyor. Radikal sevgi, seni sevmeyeni sevmek aslında. Sevgi dediğimiz konuyu çok fazla tartışmıyoruz biz. Mesela, menfaatiniz olan bir kişiyi sevmeniz, aslında o kadar masum bir sevgi değil. Bu, çocuğunuz bile olsa. Çocuğunuzu, “Bu ileride yaşlandığımda bana bakar” diye seviyorsanız, o sevgide soru işaretleri olması gerek. AK Parti’nin gösterdiği sevgi hep tektaraflıydı; onu sevenlerine olan bir sevgiydi. Hiçbir zaman “Bütün Türkiye’yi seviyoruz” demedi. Üstelik, bu toplumun yarısına “illet”, “zillet” dersen, senin bu sevgin toplumun o yarısına yansımaz. Ama CHP’de Ekrem İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’nun konuşmaları, hatta İstanbul dışındaki seçilen bütün adaylar da hepsi aynı söylemdeydiler Ekrem Beyle. Hepsi mesela Adana’da bütün Adanalıyı sahiplendi, Mersin’de, bütün Mersinlileri. Yani “bizden olmayan”ı. Hatta onlara öncelik verdiler; “Bize oy vermeyen, AK Parti’ye, MHP’ye oy veren kardeşlerimizi kucaklıyoruz” dediler. Bu, AK Parti’nin sevgisinden farklı bir sevgi. Çünkü bu “radikal sevgi”.

Bu kampanyanın birtakım önerileri de var. Bunları da başlık olarak verdiğimiz zaman kendini gösteriyor; ama biraz daha açmanızı isteyeceğim. Mesela, “Dolduruşa gelmeyin, tartışmaya girmeyin.”

Evet. Bizim en önemli gücümüz seçmenimiz dedik. Aslında seçim kampanyasını örgütten ziyade seçmen yapıyor. CHP’nin herhangi bir ortalama seçmenini alın, büyük ihtimalle genel başkan olacak donanıma sahiptir. CHP’nin büyük oranda böyle bir seçmen kitlesi var. Ama bu seçmen kitlesi gidip kahvede konuştuğu zaman, ânında dolduruşa gelip kavga eden bir insana dönüşüyor. Çünkü öyle bir iklim var. Bu insanların öfkelerinden çok para kazanan bazı gazeteler var. O öfkeyi de çok goygoyluyorlar. 2014 yılının başlarında bir seçim kampanyası sırasında, bir eve gitmiştik. Evde 11 seçmen var. Çoluk çocukla beraber 15-16 kişi. Bunların ikisi CHP’li geri kalanı AK Partili. Ailenin CHP’li seçmenleri çağırmış. Gittiğimiz grubun içinde bir milletvekili, CHP’nin belediye başkan adayı ve ben de vardım. CHP’li milletvekili söz aldı. Tam prototip, öfkeli bir milletvekili ve AK Parti’ye oy verenlere, “Siz hırsız olduklarını biliyorsunuz, onlara oy veriyorsunuz, nasıl yaparsınız?” şeklinde hakaret etti. Biz evden çıkarken ailenin o 2 CHP’li üyesinden bir tanesi gelip belediye başkan adayına, “Bundan sonra biz ikimiz de CHP’ye oy vermeyeceğiz, çocuklarımıza da ‘CHP’ye oy vermeyin!’ diye öğütleyeceğiz” dedi. Burada garip sekter bir dil var, insanlara çok itici geliyor ve seçmeni de etkiliyor.

Kavramsal konuşmayın, somut konuşun.”

1960’larda ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde bazı bilim adamları kavramsal konuşmanın ontolojisini incelemişler. İnsanlar kitap okudukça, roman okudukça veya kurgusal şeyleri gördükçe kurgusal konuşmaya başlıyor. Hiç kitap okumamış bir insan ağaç denince, evin önündeki ağacı düşünüyor, kavramsal ağacı düşünmüyor. Ama kitap okuyanlarda beyin, farkına bile varmadan kavramsal düşünmeye yöneliyor. “Türkiye’nin dış borcu şu kadar, köylüye şöyle yaptılar gibi kavramsal anlatımlarda bulununca, karşıdaki köylüye pek bir anlam ifade etmiyor. Ama “Bak Recep Dayı, sen tarlana marul, havuç, patates ekiyorsun; ama bunlar tarlanda kalıyor. Ben parasını verip tarlandan mahsulü alacağım, bunları da fakirlere dağıtacağım, tarlanda mahsul bırakmayacağım” deyince somut bir anlatım oluyor. Soyut ve kavramlar üzerinden konuşma CHP’deki bir sorundu. Ne kadar aştık bilmiyorum, ama aşmak için bütün Türkiye’yi dolaştık.

Kendinizi iyi tanıtın.” Bundan kasıt nedir?

Kendini kavramsal kalıplar içinde tanıtmaktan bahsediyoruz. “Ben şuradan geldim, buradan geldim” yerine, “Ben anneyim” ya da “babayım, iki çocuğum var gibi. Aslında biz normal konuşurken, hani bankta otururken yanınıza hiç tanımadığınız biri oturur, kuşlara bakarsınız, sohbet edersiniz filan. O sıradaki konuşmanızda bir kırıklık vardır. “Sen ne yapıyorsun, neredensin?” “Öğretmenim.”Çocuk, torun var mı?” “Var.” türünden konuşma aslında üst bilinç. Amerikan seçim kampanyalarında benim okuduğum sadece 50’den fazla makale var. Üst bilinç konuşmasıdır bu. Ama biz üst bilinci yine eğitimli bir konuşma haline getirdiğimizde “Ben CHP Beykoz İlçe Başkanı bilmemkim” şeklinde konuşuyoruz. Oysa sen bir insansın. Beykoz ilçe başkanından çok daha önce, bir babasın, bir çocuk sahibisin vs.. Kendini iyi tanıtmaktan kasıt bu.

Az konuşun, çok dinleyin. Bunu CHP’lilere kabul ettirmekte biraz zorlanmış olmalısınız.

Ne kadar kabul ettirdik bilemiyorum. Bu arada CHP seçmenleri çok tatlı insanlar. CHP seçmen bazına indiğinizde, özellikle kadınlarda…. Kadınları daha ayrı, öne koyuyorum. Bu kampanyada kim kazandı? Hani, kazanınca hep “Kürtlerin oyuyla mı kazanıldı? Kürtlere rağmen, oy veren ülkücülerin oyuyla mı kazanıldı? Ekrem İmamoğlu’nun sözüyle mi kazanıldı?” dendi. Hayır. Bu seçimde bir şeyi seçmem gerekirse, seçimin kazananı olarak CHP’nin kadın seçmenini seçerim.

Ama neredeyse hiç kadın belediye başkan adayı yoktu.

O konuda çok sinirliyim. Neredeyse hiç kadın belediye başkan adayı yoktu. Bu, korkunç bir şey. Aydın’da çok başarılı bir kadın aday vardı. Neredeyse Yılmaz Büyükerşen’in arkasından gelecek biridir Özlem Çerçioğlu. Çok ilginç bir insan. Bütün köylüler onu kızı gibi, ablası gibi seviyor. Kocaeli, İzmit’te Fatma Kaplan Hürriyet kazandı. Bence o bir dahaki seçimde bütün Kocaeli’ni alır, çok önemli bir il. İzmir Selçuk AK Parti’den CHP’ye geçti. Böyle birkaç yerde yüzümüzü güldüren adaylar oldu. Ama genelde korkunç tabii. Kadın seçmenler bir dahaki seçimde bunun hesabını sormalı. Bu seçim, bir kez daha böyle geçiştirildi. Onun da bir sebebi var ama. Seçim muhabbetleri, kasaba ve il bazında daha çok akşamları ve çok erkek erkeğe olan ortamlarda yapılıyor. Kadınlar da buralara giremiyorlar. Kadınların, kendilerini bir şekilde, siyasetin ara sokaklarında, kılcal damarlarında hissettirmeleri gerekiyor.

“Lâf sokmayın” lâfına özel olarak çok taktım. Bu, sosyal medyayla yaygınlaşan bir şey değil mi?

Evet. Ama sosyal medyadan önce de vardı. Mesela, bir konuşmaya kahveye gidiyorsun. Ben bu ev ve kahve konuşmaları üzerine çok eğildim. Bunlarla ilgili çok fazla toplantı yaptık, çok fazla insanla konuştuk. Güzel güzel anlatıyorsun. Diyorsun ki: “AK Parti’nin memlekete faydası olmuştur. Şöyle, olmuştur, böyle olmuştur, ama biz buraya yerel seçim için geldik.” Karşı taraf ikna oluyor. Belki oy vermeyecek, ama beddua da etmeyecek. Tam ikna olmuşken, çat diye bir lâf sokuyor adam. “Abi niye sokuyorsun bu lafı, ne kazandırdı sana?” diyorum. Artık altı ayda ne kadar gösterebildiysek. Bu önümüzdeki beş yılda daha çok çalışmamız gerekecek bunları yaymak için.

Yüzünüz gülsün” deyince akla Ekrem İmamoğlu geliyor değil mi? Tunç da (Soyer) öyleydi.

Tunç da öyle. Muhittin Böcek de yüzü gülen bir insan.

Onu pek göremedik. İstanbul, Ankara, İzmir derken, Adana, Antalya, Mersin arada kaynadı. Onların kazanılması CHP için çok önemli olay, değil mi?

Düşünsenize, 2009’da Antalya kazanıldığında ne kadar çok gürültü kopmuştu. 2014’te Antalya ve Mersin gitti. 2014 seçim kampanyası CHP adına çok kötü, çok üzücü bir seçim oldu. Bu seçimde, Mersin’de Vahap Seçer kazandı, inanılmaz bir adam. Böyle 10-11 kişi var, ben onlara “Yenilmezler Takımı” diyorum. Eskiden bir Yılmaz Büyükerşen’i söyleyebilirdik, şimdi 11-12 kişiyi söyleyeceğiz. Hatta büyükşehir olmayan yerlerde de çok ilginç insanlar var. Bu “Yenilmezler Takımı”nı zamanla tanıyacaksınız. Ekrem İmamoğlu süper bir insan, ama Tunç Soyer de Zeydan Karalar da diğer adaylar da öyle.

Kitapçıkta Sosyal medya bazen çok tehlikeli olabilir uyarısı var. Onu biraz açabilir misin?

Onu bıçak örneğiyle anlatayım; Bıçak ekmek keser, yararlıdır. Ama aynı bıçak insan da öldürebilir, zararlıdır. O yüzden, sosyal medyayı reddetmek de, peşin peşin kabul etmek de, her ikisi de sorunlu durumlar. Ben, bütün o toplantıları yaptığımda, herkese, “özellikle twitter’dan çıkın” dedim. Ben de dört yıl kadar oldu twitter’dan çıkalı. Sabah uyanmışsın, güzel rüyalar görmüşsün, çok mutlusun, ama o tweet’leri okudukça öfkeleniyorsun. Öfken en yükseğe çıktığı noktada bir tweet atıyorsun; “Yeter ulan” gibi bir şey. Bir öfke sarmalı. Haberleri twitter’da 1 dakika ya da 10 dakika sonra öğrenmek çok da önemli değil. O haberler her gün olup bitiyor zaten.

Ama şöyle bir sorun var: Ülkedeki medya büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olduğu için, muhalefetin elinde sosyal medya dışında çok da imkân yok.

Benim şu an olan bir şeyi ânında öğrenmemin faydası nedir ki? Bence twitter sorunlu bir şey, bunu da her yerde söylüyorum. Bu fikrime herkes katılmıyor tabii ki. İnsanlar twitter’ı görmezden gelmeli, çıkmalı. Twitter’ı daha hiç kimse kullanmazken –belki 10 sene olmuştur– Birikim dergisinde twitter’la ilgili 15 sayfa yazı yazmıştım. Ama gelinen noktada, twitter daha çok troller tarafından kullanılıyor. Aslında her iki tarafta da troller var. Maaşlı troller, bir de gönüllü troller var. Çünkü trolleşmenin önünü açıyor. Benim Evren adında bir arkadaşım var. Günde üç adet sigara içiyor. Doktora “Bırakayım mı?” diye sormuş. Doktor “Üç sigarayı bırakmasan da olur” demiş. Ama ben içerken üç paket içiyordum. Ben kötü bir twitter kullanıcısıyım, bir sürü insan da öyle olabiliyor. O yüzden ben “Hayatımızda twitter olmasa da olur” diyorum.  Facebook güzel bir şey, ama yankı odaları yaratıyor. Bu seçimde gördüm ki aslında Tayyip Erdoğan bile bir yankı odasında. Tayyip Erdoğan dahi yankı odasının mağduru. Tayyip Erdoğan’la ilgili birkaç video izledim. Keşke birebir söyleyebilsem bunu onlara; bir yankı odası var. A Haber’in yaptığı gibi kurmaca haberler var. O haberleri izleyip yorumlarda bulunuyor Erdoğan. İlk önce şunu düşünüyorsun: Erdoğan da bunun farkında ve o kurgunun bir paydaşı. Sonra şunu düşünüyorsun: “Galiba o da bu kurguya inanmış.”

Ama kendi kurduğu şeye inanıyor.

Evet, sonuçta kendi kurduğu bir şeyin ürünleri. Bu yankı odaları sadece CHP’nin değil, AK Parti’nin de bir sorunu. Çünkü her şeyi oynayabilirsin. İlk anda susuyorsun. Mesela, Kılıçdaroğlu’na biri yumruk vurunca, ilk anda kimse bir şey söyleyemiyor. AK Parti cephesinden bir şey gelmiyor buna. Ama sonra, yankı odasına çekilince, adamı gitgide kahraman haline getiriyorlar. Çünkü o onu goygoyluyor, öteki onu goygoyluyor.

Medyanın ezici çoğunluğunun iktidar tarafından kontrol edilip, manipüle ediliyor olması… CHP adayları, genel medyada yer bulamadı ya da bulduğu zaman da hep olumsuz bir şekilde yer buldu. Haklarında hep olumsuz haberler çıktı. Ekrem İmamoğlu bir kere bir televizyona çıktı, onda da çağıran kişi, yani Ülke Tv’de programına çağıran kişi, aslında Ekrem İmamoğlu’nu dövmeye çağırmış. Ama dayağı kimin yediği ayrı bir tartışma konusu. Medyanın bu kadar iktidarın tahakkümünde olması, CHP’nin ne kadar aleyhine, ne kadar lehine oldu?

Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar demokratik bir ülke olan İngiltere’de Brexit’ten sonra, Fransa’da seçimlerden sonra, kendi ülkelerinde de bunları konuşmuşlar. O ülkelerde dahi, medyanın zaten dünyada global olarak bir erozyonu var. Medyaya inanmama eğilimi dünyada çok fazla. Türkiye’de bence çok ön sırada. Örneğin gıda sektöründe bundan 10-15 yıl önce deli dana hastalığı çıkıyordu, kimse et yemiyordu. Tavuklarda bir şey çıkıyordu, kimse tavuk yemiyordu. Benim gıda sektöründe müşterilerim var, gıda çok yakın olduğum bir konu. Şu anda, ev kadınlarıyla fokus gruplara giriyoruz. “Beyaz et veya kırmızı et zararlı mı?” diye soruyoruz. “Zararlı ama havuç da zararlı. Onlar GDO’lu. Her şeyde zarar var, biz ne yiyeceğiz?” diyorlar. Artık “Şu kötü, bu kötü” tahakkümü artık tutmuyor. AK Parti medyası o kadar çok, çocuksu, naif denecek kadar taraflı haber veriyor ki, kendi bir grup seçmenini tutmakta işe yarıyordur –o da az buz değil, %30 civarında–, ama onları bile her gün adım adım kaybettiklerine inanıyorum ben. Bu medyaya artık bir inanç yok.

Siz bir şey söyleyeyim: Bu, Kılıçdaroğlu’nun zekâsıyla da oldu — ki tersini de söyleyebilirdi. Ben gazete ilanı vermeyi hiç istemiyordum. Ama Kılıçdaroğlu, ben daha söylemeden “Gazetelere hiç ilan vermeyeceğiz” dedi. Gazeteleri bıraktık. Hiçbir geri dönüşümü, hiçbir değişimi olan bir konu değil. Yerel seçimde insanları etkilerken gazetelere harcayacağımız paranın hiçbir etkisi yok. Ama outdoor’un çok etkisi var. Çünkü insanlar sokakta görüyorlar. Veya birtakım anlarda yapılacak cerrahi müdahalelere çok etkisi var.

Kısacası, AK Parti’nin medya üzerinde çok büyük bir üstünlüğü olduğu aşikâr. Ama bu üstünlüğün etkililiği her geçen gün azalıyor.

İstanbul’la ilgili özel bir şey sormak istiyorum. Bazı ilçelerde, mesela en çarpıcı sonuçlardan bir tanesi Şişli’de alındı. Mustafa Sarıgül, eski tip siyasetle, kendi adını koyarak bayağı ciddi bir kampanya yaptı. Ama farklı yenildi.

Evet.

O nasıl oldu? Ben Google’a bakmadan başkanın adını hatırlayamıyorum mesela. Muammer miydi?

“Kararım kesin, Muammer Keskin”, gibi bir slogan bulmuştuk; oradan hatırlamaya çalışıyorum. Tabii ki o oylar aslında CHP’ye geliyor. Adayların hepsinin böyle bir şeyi var. Arkalarında kurucu bir parti var. Aday da düzgün bir insansa, elastikiyet düşmüyor. CHP’nin alacağı bir oyun üstüne çıkılabilmesi çok nadirdir. Kötü bir aday seçilmeli ki altına inebilsin. Bu arada şunun da hakkını vereyim: İstanbul kampanyası, o gördüğünüz “16 milyona sesleniyoruz” reklamları hep Necati Özkan’a aitti. İlk günden itibaren, büyük bir tevazuyla, hep birlikte çalıştık. Yaşı benden büyüktür, “ağabey” demem gerekiyor. Hatta bizim bir şehirde kurduğumuz kendi minik ajansımızdan bile daha uyumlu çalıştık kendisiyle. Çok iyi bir çalışma oldu. Ama ilçelere gidince, biz bazı ilçelerle ilgilendik, kritik bazı ilçeleri aramızda bölüştük. Şişli bunlardan biriydi. İlk zamanlar Sarıgül alacak diye biraz korktuk aslında. Sonra, seçime iki ay kala, aday belirlendikten hemen sonra yaptığımız araştırmalarda gördük ki Sarıgül’ün almasına imkân yok, üçüncü parti durumunda. Hatta sonra birazcık artırdı oyunu Sarıgül. Daha da azalması gerekiyordu normalde. CHP seçmenini aldatmak, manipüle etmek çok kolay değil. Demek ki Sarıgül’le ilgili olumlu düşünen insanlar kadar, olumsuz düşünen insanlar da varmış. Tabii şöyle de diyebilirler: “Beş yıl önce Büyükşehir’e aday gösterdin, bugün neden ilçeye aday göstermiyorsun?” diye sorabilirler. Demek bu beş yılda CHP’nin hoşuna gitmeyen bir şeyler oldu ki aday gösterilmedi. Ve seçmen de bunu gördü.

Küçükçekmece kritik ilçelerden biriydi. Esenyurt’un, Küçükçekmece’nin alınması müthiş güzel.  Bunlar çok büyük ilçeler. Büyükçekmece, belki de seçimin en kilit ilçesiydi. Ben 100’den fazla yerde seçim çalışması yaptım. İçlerinde en çok çalıştığım, hatta bazı büyükşehirlerden bile daha çok çalıştığım yer Büyükçekmece’dir. Çünkü Büyükçekmece’de, mevcut İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal adaydı. AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan adayıydı. Dolayısıyla kritik bir yerdi Büyükçekmece. AK Parti alabilirdi.

Ve CHP’nin elindeki bir belediye.

Evet. Ve 25 yıldır CHP’nin elinde. Hasan Akgün’ün belediye başkanı olduğu bir ilçe. Ama bu seçimde, ilçede olmasına rağmen İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalıştı. Ancak Büyükşehir Belediye Başkanı’nın söyleyebileceği, “Buraya metro getireceğim, şunu yapacağım, bunu yapacağım” gibi lâfları, ilçe belediye başkan adayı olmasına rağmen söyledi. Seçmenin kafası karıştı. Çok büyük finansal güç vardı. İlçeler bazında baktığınızda da Kartal gibi çok kritik yerler vardı.

Ankara’da ise gözden kaçan bir durum var; Çankaya Belediyesi %64 almıştı 2014 seçimlerinde. Bu muazzam bir oy. Çankaya Belediyesi hiçbir zaman rekor oy alan bir belediye olmadı. İstanbul’da Beşiktaş, İzmir’in bazı ilçeleri Çankaya’dan hep önde olurdu. Bu seçimde Çankaya Türkiye rekorunun sahibi. %73,8 gibi bir oy aldı. 2014’te de Ankara Büyükşehir adayı Mansur Yavaş’tı. Yani şartlar aynı. Öyle bir durumda, 10 puana yakın bir oy artışı sağladı. Çankaya, Ankara’nın çok büyük bir ilçesi, 1 milyonluk bir yer. Birçok ilçenin toplamından daha büyük. 

Toparlayacak olursak; CHP, bu seçimde çok ilginç ve başarılı bir deneyim yaşamış, bunu görüyoruz. “4,5 yıl seçim olmayacak deniliyor. Varsayalım ki olmayacak. Bu deneyimin üzerine ekleyecek mi? Yoksa bu rehavetle tekrar…

Seçimin üzerinden bir ay geçti. O kadar hırgürle geçti ki, kimse doğru dürüst bir analiz yapamıyor. En sağlıklı analizi dün senden duydum. Çok iyi bir analizdi o. AK Parti, seçimi kaybettiği halde hâlâ galipmiş gibi bir tavır alıyor. CHP seçimin galibi oldu ve Türkiye ekonomisinin %70’i ve nüfusun yarısından fazlası şu an CHP’li belediyelerin elinde. Böyle muazzam bir başarıya ulaşmış olduğu halde, hâlâ bir anamuhalefet partisi gibi pasif davranıyor. Küçük Sivas Kangal köpekleri olur, büyürler, ama hâlâ yavruymuş gibi davranırlar. CHP bu seçimde çok büyüdü, ama hâlâ tam farkında değil. Farkında olması gerektiği gibi konuşmuyor.

Ben sonuçta CHP’yle profesyonel bir iş yaptım. CHP, MHP, AK Parti hepsi karşıma gelse şunu söylerim: “Türkiye’deki temel sorun Kürt konusu”. “Kürt sorunu” demek istemiyorum. Kürt konusunu açacak, birleştirici… Ben biraz delice bir fikir olarak, Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar’ın birleşmiş bir devlet haline gelmesini istiyorum. Ve Kürtlerin de orada mutlu olacağı formüller bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bence Türkiye, bir partinin güdümde değil, hep beraber mutabık olarak Kürt konusunu halletmeyi düşünse, şu 4,5 yıl komple bir koalisyonla geçse ne fark eder? Şu an, herkesten daha fazla Atatürk’ü konuşan AK Parti, herkesten çok dini konuşan CHP gibi bir hale geldi durum. Mesela, 10 yıl önce dondurulmuş bir insan, 10 yıl sonra uyandırılsa, “Ne oldu yahu? Partinin adı mı değişmiş?” der. Her şey o kadar değişti ki.

Komik gibi geliyor insana; ama AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti koalisyonu olsun ve bu koalisyonun temel konusu, Kürt konusunu barışçı bir şekilde çözmek olsun. Ondan sonra da biz artık birbirimize düşmanlık yapmayalım da, mesela, “Güney Kore’de çocuklar matematik problemlerini çok iyi çözüyor, bizim çocuklarımız niye matematikçi olmasın?” gibi böyle rekabetler içinde olalım. Toplumu motive eden şey düşmanlık değil, olumlu rekabet olsun. Şu kinle, kavgayla, düşmanlar yaratarak, öfke sarmalları yaratarak iktidarda kalma dönemi keşke bitse.

Önümüzde çok somut bir sorun var, bunu da konuşalım. Tabii spekülatif bir şey, ama YSK’dan İstanbul kararı bekleniyor. 31 Mart’ın en önemli sonucu İstanbul sonucu. Bunu kabullenmeme hali var. Sence ne olur?

Tayyip Erdoğan’ın yıllardan beri konuştuğu, onu Batı’da önemli bir insan yapan, televizyon ekranlarına çıkartan konu şuydu: Hep “Sandıkla geldim, sandıkla giderim” sözü. Bu konuda binlerce beyanatı var. “Sandığa saygımız sonsuz”, “Millet iradesi” filan. Diyelim ki, İstanbul’da yeniden seçim yaptılar, yaz ayına seçim koydular, her şeyi planladılar. Velev ki seçimi aldılar. O koltuğa, o kadar çok şey kaybetmiş olarak otururlar ki. Keşke, Tayyip Erdoğan şimdi çıkıp Ekrem İmamoğlu’nun elini sıksa ve beraber çalışsa. Kendi adına çok önemli. Çevresinde, troller ve ondan beslenen birtakım insanlar var. Onları taşımayı bıraksa da, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olma fırsatından yararlansa. İnsanlar niçin yaşıyorlar? Belli bir noktadan sonra hayır duası almak için yaşarsın. İktidarın her şeyini almışsın artık. Şu kliklerin etkisinden kurtulsa, kendisi için de çok faydalı olacak. Şu anda ona düşman olan, hiç sevmeyen, nefret eden bir kitle var. En azından nefretleri azalır. George Ritzer, “Algı üç boyutludur: katı, sıvı, gaz” diye açıklar. Katıyı gaz yapamazsın, ama sıvı haline getirebilirsin. İnsanlar belki sevgi duymasa bile saygı duyar ve Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak görevini ifa etmiş olur. Elinde böyle bir fırsat varken… Zaten Başkan o. Zaten bu ülke, öyle veya böyle onu Türkiye Cumhuriyeti’nin başına getirmiş. Türkiye Cumhuriyeti’nin başında sen varken, bir ilin başında başka bir insan olması çok bir şey ifade etmiyor.

Peki, diyelim seçim iptal oldu. Ne olur?

O ihtimali düşünmek bile istemiyorum. Böyle bir durum Tayyip Erdoğan için yararlı değil. CHP için yararlı değil. AK Parti seçmeni için yararlı değil. Ama belki, bu seçimde yanlış kampanya yapan 5-10 kişi için yararlı olabilir. Bu 5-10 kişinin yararı için diğer insanların aleyhine bir durum olamaz. Zaten, bu artık en basit hukuk, mal hukuku gibi bir şey. Osmanlı’da padişahların dahi değiştiremediği hukuk gibi. Belli olan, 30 defa itiraz edilmiş bir seçimde buna rağmen, “Ben bunu saymıyorum, yeniden yapıyorum” dersen, bu, inanılmaz bir vebal yükler insanlara. O yüzden bu ihtimali düşünmek bile gereksiz geliyor.

Peki. Burada noktayı koyalım. CHP’nin, 31 Mart Yerel Seçim kampanyasını yürüten ekibin başındaki Ateş İlyas Başsoy’la çok keyifli bir sohbet yaptık. Kendisine çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.