Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: YSK kararı ve Batı, Öcalan’ın açıklaması & Akdeniz’de sondaj gerilimi

Bu hafta, Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, YSK’nın İstanbul seçimlerini yenileme kararının Batı’da nasıl yankılandığını, Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamayı ve Akdeniz’deki sondaj gerilimini konuştu.

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Evet, insan kuş misali, pazartesi günü Ömer ve Gönül ile birlikte idik. Şimdi ben İstanbul’dayım ve “Transatlantik”i birlikte yapacağız. Özellikle pazartesi günü birlikte konuştuğumuz konuları gündeme getireceğiz. YSK’nın iptal kararı ve Öcalan’ın açıklaması aynı gün yaşanmıştı. Arkadaşlar, merhaba. Şimdi, bilenler bilir, 3 yılı geçtik Transatlantik’te; ama nihayet geçen hafta sonu ve pazartesi birlikte olduk. Arkadaşlara söyleyelim, o fotoğrafı göstersinler — “Transatlantik” ekibinin yan yana geldiği tek an olarak. O fotoğrafı birazdan koyacaklar yayına.

Gönül, pazartesi günü senin kurumunda benim davetli olduğum toplantıda tartışmanın tek gündem maddesi vardı; çünkü tartışmalı YSK kararı çıkmıştı. Sizin orada ve genel olarak Batı dünyasında bu olay –hatta Ömer daha iyi bilir, finans çevrelerinde– bu seçimin iptal kararı nasıl yankılandı? İlgi gördü mü? Ne tür tepkiler var?

Gönül Tol: Kesinlikle çok ilgi gördü. Hatta öyle ki, ben küçük bir gruba brifing vermiştim, İsrail’e yakın bir gruba, ilk söyledikleri şey YSK’nın kararı idi. Çok yakından takip ediliyor. Farklı gruplarda farklı ruh halleri var. Washington’daki Türkiye uzmanları arasında bir pessimizm/kötümserlik hâkim. Yani, “Erdoğan bu seçimleri kazanma mekanizması kurmadan bu seçimleri yeniletmezdi. Mutlaka aklında bir şey var. Bir mekanizma kuruldu ve seçimleri alacak. Seçimleri kaybetme ihtimali yok” diye bakan bir grup var. Diğer taraftan, Amerikalılarla konuştuğumda, Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nda daha az pessimistlerdi. Bu kararın alınmış olmasından rahatsızlık duyuyorlardı; fakat şunu da söylediler: “Aslında Ekrem İmamoğlu bu süreçte çok doğru şeyler yaptı, doğru söylemler tutturdu, ümitsiz değiliz. Muhalefet bu seçimi kazandı, tabanını mobilize etti, AKP tabanına da çekici gelebilecek sözler söyledi, bunu yine yapabilir” söylemi hâkimdi. Fakat söyledikleri önemli şeylerden bir tanesi; özellikle Savunma Bakanlığı’ndan konuştuğum kişinin söylediği şey ilginçti, dedi ki: “Eğer Erdoğan bu seçimleri bir şekilde kazanırsa, 2013’ten beri Türkiye’nin bölgede yaşadığı meşruiyet krizi derinleşecektir. Bu da bizim Türkiye ile çalışmamızı güçleştirecek” dedi. Bu da bana çok ilginç bir nokta gibi geldi.

Ömer, seninle bu konuya devam edeceğiz; tabii şu husus çok önemli: Bu kararın hukukî bir karar değil siyasî bir karar olduğu konusunda bir mutabakat var. Ben bu hususta içeride ve dışarıda mutabakat olduğu kanısındayım. Yani olayın bu yönü sorgulanıyor mu? Yani mesela Alman Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamada görüyoruz, “İkna edici bir delil göremedik” mealinde bir şey söyledi. Yani bu, 7 yargıcın 4 yargıca karşı aldığı hukukî bir karardan ziyade, Erdoğan yönetiminin YSK’ya bir dayatması olarak algılanıyor; bununla beraber de çoktan başlamış olan, Türkiye’nin bir hukuk devleti olup olmadığı tartışması da devam ediyor.

Ömer Taşpınar: Şimdi, bu tartışma artık pek de devam etmiyor aslında Batı ülkelerinde. Türkiye’nin hukuk devleti olmadığı yönündeki algı ve gerçek kanımca kabul ediliyor. Bir sürpriz yaşanmıştı Türkiye’de. Erdoğan’ın İstanbul’u kaybetmesi, bu kadar küçük bir oy farkıyla kaybetmesi sürpriz yaratmıştı. “Galiba Erdoğan kontrolü kaybediyor artık” yönünde idi değerlendirmeler. Finans çevrelerinde de aslında bu bir ümit yaratmıştı. Türkiye’de demek ki hâlâ seçimle iktidar değişebiliyordu ve bu 2023’ün bir provası olarak görülmüştü. “Demek ki Erdoğan ekonomi kötü gidiyorsa seçimle gider” gibi iyimser değerlendirme yapılıyordu. Bu gerçekçi bir değerlendirme idi; zira İstanbul’u kaybetmişti. İstanbul ile beraber Türkiye’nin bütün önemli metropollerini kaybetmişti. Şimdi İstanbul’un tekrar devreye girmesi o iyimserliği ortadan kaldırıyor. Ekonomi alanındaki iyimserliği de — gerçi çok ciddi bir iyimserlik yoktu, yapısal reformların geleceği konusunda pek bir iyimserlik yoktu. Şu anda piyasaların çok nefret ettiği belirsizlik tekrar devreye girmiş durumda. Dolayısıyla Erdoğan’ın ne yapıp ne edip İstanbul’u tekrar kazanacağı yönünde bir pessimizm var. Buna karşı öte yandan hâlâ Türkiye’de bu tür bir seçimi, 16 milyonluk bir şehirde 10 milyonun oy kullanacağı bir seçimi AK Parti’nin hileyle kazanmasının çok zor olacağı yönünde de bir beklenti var. O dengeliyor bu kötümserliği. Nitekim Washington Post’ta bir başyazı çıktı. O yazıda da, “Türkiye seçmeni bir kez daha demokrasiye oy verecektir” diye, tonu daha iyimser bir yazı çıktı. Dolayısıyla iki tarafa bölünmüş durumda. İyimserler ile kötümserler arasındaki dengede, her ne kadar veriler kötümser olanları güçlendiriyor olsa da, Erdoğan’ın kaybetmekte olduğu, artık çok ciddi bir inişe geçtiği bir gerçek. Aynı zamanda şu da bir gerçek: Erdoğan kaybederken zarar da verecek Türkiye’ye. Daha da zarar vererek çarpışarak ayrılacak. Bu 2013’ün provası ise eğer, 2023’te de bu tür sorunlar yaşanacaksa, sandıkta meşruiyet sorunları yaşanacaksa, bu, Türkiye’nin demokrasi açısından çok zor bir kulvara girdiğini gösteriyor. Erdoğan’ın kolay kolay seçimle bile pes etmeyeceği yönünde, kaybetse bile pes etmeyeceği yönünde bir algıyı da oluşturdu. Maalesef kötümserler daha ön planda gibi.

Gönül, bu konunun izini sürersek; “Erdoğan ne yapıp edip kazanacak” yaklaşımı söylendiğinde, hemen akla 2015 Haziran ve Kasım seçimlerinde yaşananlar geliyor. İlk akla gelen, gerginlik tırmanışı ve istikrarsızlık algısı vs.. Türkiye’nin dış politikada çok sorunu var; bu meselelerden hangileri bir buçuk aylık sürede Erdoğan’ın kendi etrafında istediği bir mobilizasyonu ya da konsolidasyonu sağlayabilir? Böyle meseleler var mı? Yani şu konuların tırmanması halinde AKP’nin kazanma ihtimali artar veya azalır diyebileceğin şeyler var mı?

Gönül Tol: Burada bir Türkiye uzmanının bir fikir yazısı çıktı. Ömer’in dediği gibi, İstanbul gibi bir yerde hile yapmak zor, fakat “Dış politikayı kullanabilir” argümanı var. Mesela Kıbrıs’ta gergin bir durum var. Kıbrıs meselesiyle akla hemen Ecevit geliyor. Kıbrıs meselesinin Ecevit’in popülaritesine nasıl katkı sunduğu, milliyetçiliği kullanarak nasıl bir siyasî zafer elde ettiği konuşuluyor. Şimdi “Kıbrıs meselesi kullanılabilir” diyorlar. Aynı şekilde Suriye’de olanlar… Suriye’de de karmaşık bir durum var. Müzakereler yürütülüyor, ABD aracılığında Kürt tarafı ile görüşüyor Türk tarafı. Öcalan’ın yaptığı açıklamalar var. Yani “Kıbrıs ve Suriye kullanılabilir” argümanı var. Bir başka argüman da Öcalan kullanılarak Kürt seçmen bölünebilir.

Onu birazdan konuşacağız…

Gönül Tol: Dış politika konusunda, evet, geçmişte bu işe yaradı — Afrin operasyonunu hatırlayalım. Hep bir seçim konjonktüründe oldu bunlar ve milliyetçi tabanı Erdoğan’ın arkasında birleştirdi. Fakat ben şöyle düşünüyorum: İstanbul’da tekrarlanıyor seçimler, bütün Türkiye’de değil. İstanbul seçmen profilinin bütünüyle olmasa da bir parça farklı olduğunu düşünüyorum. Yani bütün ülkede temel kaygı ekonomi; güvenlik kaygısı da var. Fakat İstanbul’daki seçmen için ekonomik kaygı çok çok daha önemli. Bunun yanında güvenlik kaygısından çok, YSK kararı AK Parti’nin meşruiyetine çok ciddi bir darbe indirdi ve bu bence AK Parti tabanında da dillendirilen bir şey. O yüzden İstanbul’da, Kıbrıs meselesini kullanarak, Suriye’ye bir müdahale yapalım diyerek bir seçim zaferi sağlamak bana çok kolay gelmiyor. Bir de şu var tabii: Eğer taraflardan biri karşı mahalleden oy alacaksa, bu Ekrem İmamoğlu. Yani Erdoğan’ın karşı taraftan oy alması söz konusu değil. Dolayısıyla Erdoğan’ın seçim stratejisi kendi seçmenini sandığa götürmek olacak. Mümkün olduğunca o zayiatı azaltmak olacak. Şimdi siz Kıbrıs’a, ABD’ye, İsrail’e kafa tutarsanız, bu İstanbul seçimlerini ne kadar etkiler çok emin değilim. Ülkenin güneyinde doğusunda Suriye ile sınır paylaşan illerde bir güvenlik kaygısını daha fazla yaratıp mobilize edebilirsiniz, ama İstanbul seçmeni için bunu yapmanın ben güç olacağını düşünüyorum.

Ömer, tam da bunu sana sormayı düşünüyordum. Gönül’ün bıraktığı yerden olsun. Şimdi referans 2015 seçimleri; en çok Haziran ile Kasım arası örnek veriliyor. Orada çok daha uzun bir zaman vardı. Birçok koldan süren terör eylemleri vardı. Şimdi çok daha farklı bir durumdayız, konjonktür de farklı. Gönül’ün bahsettiği, Soner Çağaptay’ın söylediğine benzer, Kıbrıs, Suriye, İsrail gibi konularda birtakım önemli, sert gelişmeler oldu diyelim. Ama ben sanıyorum ki seçmen büyük bir ihtimalle bunların bu seçim için yapıldığı, kotarıldığı ya da üretildiğini düşünecektir — AKP seçmeni de dahil olmak üzere. Bir diğeri de “Erdoğan rasyonel mi davranıyor, irrasyonel mi davranıyor?” tartışmasını seçmene de taşıdığımızda çok şey var. “AKP tabanı irrasyoneldir, birtakım çıkarlara bakar” gibi argümanlar var. Ama ben Türkiye’de seçmenin, aslında bazı çevreler tarafından küçümsendiği kadar bilinçsiz olmadığı, vicdansız olmadığı kanısındayım. Ne dersin?

Ömer Taşpınar: Katılıyorum sana. Türk seçmeni normalde gittikçe daha külyutmaz bir yere gelebiliyor; çünkü çok şey yaşadı. Bu olayların bu seçim konjonktüründe yaşanıyor olması soru işaretlerini beraberinde getirecektir. “Bu istikrarsızlığın, bu dalgalanmanın şimdi, şu bir buçuk aylık sürede yaşanıyor olması tesadüf mü?” diye sorulabilir. İstanbul profilinde belki bir Konya’dan Kayseri’den daha ciddi sorulabilir. Öte yandan benim korkum şu: Gönül’ün dediği gibi, İmamoğlu’nun Ak Parti seçmeninden oy alma ihtimali daha fazla, AK Parti’nin kendi tabanını konsolide etmesi gerekiyor; fakat şöyle bir mesele de var: İmamoğlu aynı zamanda Akşener ve Demirtaş’a da muhtaç. Akşener profili milliyetçi bir profil, Demirtaş profili Kürt liberal sol profil. Burada, bu koalisyonu bölme hamleleri yapılabilir. Bu koalisyonu nasıl bölebilirsin? Bu koalisyon Kıbrıs ile, Suriye ile kolay kolay bölünmez. Benim korkum şu: Türkiye’de beka söylemi ancak ve ancak PKK saldırısıyla gündeme geliyor. Batıda PKK saldırısı olduğunda, İstanbul gibi bir şehirde eğer PKK’nın üstüne yıkılabilecek bir terör saldırı olduğunda, bu, AK Parti’nin zaten bu kampanyada kullandığı beka meselesini damardan gündeme getirecektir. Aynı zamanda Akşener’i çok zor durumda bırakacaktır. Zira PKK bunu üstlenmek zorunda kalırsa, o zaman Akşener nasıl Demirtaş ile aynı kare içinde gözükecek? Daha zoru, İmamoğlu ve CHP nasıl Demirtaş’la aynı karenin içinde gözükecek? O koalisyonu kırmak çok önemli. Erdoğan’ı konuşmuyoruz burada; burada Kürt meselesini konuşuyoruz. Bana göre, İstanbul seçimlerinden çıkan en önemli sinyal şu idi: CHP Kürtlerle barışıyor. CHP’nin başına aday olarak muhtemelen çok genç, popüler, karizmatik, barış ve sevgi dilini kullanan bir lider geçiyor. Lider yaratıldı. Bu lider Demirtaş ile çalışabilecek bir lider. Türkiye’yi kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin HDP ile bu barışması, devletin bütün reflekslerini ve DNA’sını harekete geçiren bir olay. 2015’te de bu yaşandı. HDP yüzde 13’le kazandığında, MHP’den daha fazla oy aldığında, devletin o refleksleri ortaya çıktı ve MHP-AKP koalisyonu ortaya çıktı. Burada Kılıçdaroğlu’na saldırıyı hatırlayalım, devletin DNA’sının karşısına Kürt meselesi çıkıyor.  Ve Kürt meselesi karşısındaki koalisyon çok bâriz bir koalisyon. Ak Parti, MHP ve TSK. Bu organik bir koalisyon. Temelinde Türk milliyetçiliği, Türk-İslam sentezi, hatta Cumhuriyet olan bir koalisyon. Bunu CHP kırıyorsa, bunu kırma sinyalleri veriyorsa CHP, devlet açısından PKK’nın bir terör örgütü olduğunu, Demirtaş’ın bir terörist olduğunu hatırlatmak. Bunu hatırlatmanın en kolay yolu da İstanbul’da terör eylemleri — benim en çok korktuğum şey bu.

Ömer, seninle devam edelim. Tam bu geçiş. Öcalan’ın pazartesi günü avukatlarla yaptığı görüşme. Spekülasyonlar ortaya çıktı: Öcalan devletle anlaşıyor ve HDP seçmeninin tercihini CHP’den alacak, AKP’ye vermese bile… Kısa süreli ve hızlı spekülasyonlar oldu. Etkisi kırıldı, ama o metne baktığımız zaman seçimle alâkalı hiçbir şey yoktu. Sen devletin böyle bir pazarlık içerisine girme ihtimalini görüyor musun?

Ömer Taşpınar: Görmüyorum. Öcalan’ın bence böyle bir şeye girme ihtimali sıfır. Zira gerçekçi değil. Türkiye 2014’te değil. Türkiye’deki koalisyon bugün AK Parti-MHP koalisyonu, asker de var. HDP’nin neredeyse bütün kadroları baskı altında. Böyle bir ortamda Öcalan’ın çıkıp AK Parti’nin işine yarayacak bir şey söylemesi, zaten bana göre azalmakta olan bir meşruiyet sorunu olabilir Öcalan’ın. Her ne kadar güçlü olsa da sonuçta iyice zayıflatır onu. Hele Demirtaş İstanbul zaferinin mimarlarından biriyken, şimdi bu zaferin temel taşını ortadan kaldırmak gerçekçi değil. MHP ile koalisyon içinde bir AKP açısından Öcalan’a yanaşıp hâlâ beka söylemi içine girmek de mantıklı değil. Dolayısıyla çok geç artık Türkiye’de, Öcalan’ı devşirip bir şeyler yapmak için. O yüzden benim korkum Öcalan’ın bir şekilde Demirtaş ile Kürt hareketini kırması değil, PKK’nın kullanılarak 2015’teki gibi Türkiye’deki beka korkusunun tekrar topluma enjekte edilmesi. Çünkü ciddi terörist saldırılar olursa, bu, ekonominin de önüne geçer.

Gönül, o açıklamada Suriye çok önemli bir yer tutuyordu. O konuda en azından bir şeyler olduğunu biliyoruz. Türkiye ABD ile, ABD PYD ile ortak. Jeffrey her iki tarafla da görüşen diplomat olarak ortada. Öcalan’ın Suriye ile ilgili yazdıklarından sen ne çıkardın?

Gönül Tol: Bunun bir iç siyasete dönük bir hamle değil, eğer müzakere süreci yürütülüyorsa Öcalan ile bunun Kuzey Suriye üzerine yürütülen müzakere süreci olduğunu okudum. Bu muhtemel; ama şu önemli: Senin söylediğin gibi ABD tarafının aracılığında Kürt tarafıyla görüşmeler yürütülüyor. ABD bir türlü uzlaşma istiyor. Amerika’nın önerdiği şey, “Türk tarafı özel bölgeye sembolik bir askerî güç göndersin” diyor. Türkiye bunu kabul etmiyor. Türkiye kurulacak olan korunaklı alanı askerî olarak domine etmek istiyor. Ama Kürtler de buna yanaşmıyor, sembolik bir Türk askerî varlığına bile. Diyor ki: “Anlaşmanın ilk koşulu: Türkiye Afrin’den çekilecek” diyor. Şu konjonktürde de Türkiye’nin Afrin’den çekilmesi söz konusu bile değil. Jeffrey’in önerdiği bir şey var; ama bu taraflara çekici gelen bir şey değil. Kuzey Suriye’de bir anlaşma müzakere süreci yürütülüyorsa ve Öcalan buna müdahil olacaksa, ne karşılığında taviz verecek Öcalan? Bilmiyorum. Kürtlerin o bölgeden bütünüyle çekilmesi söz konusu değil, Türkiye’nin de Afrin’i bırakması söz konusu değil. O yüzden orada Öcalan dahil olsa bile taraflar arasında bir orta yol bulma ihtimali bana çok zayıf geliyor.

Evet, son olarak Akdeniz’deki gerginliği konuşalım. ABD topa girdi, Türkiye aleyhine. Dışişleri tepki verdi vs. Ömer ne diyorsun? ABD ile olan krize yeni bir kriz mi ekleniyor?

Ömer Taşpınar: Potansiyel olarak yeni bir kriz ekleniyor ve çok zor bir dönemde. Türkiye’nin NATO ile ilişkilerinin çok ciddi sorgulandığı bir dönemde Türkiye’nin bunu yapıyor oluşu, nitekim AB’den de ABD’den normalde olacağından çok sert tepkiler getiriyor. Benim için ilginç olan Erdoğan’ın 2 gün önce NATO-Akdeniz diyaloğu çerçevesinde Ankara’da yapılan, NATO Genel Sekreteri’nin de Ankara’da olduğu toplantıda, “Türkiye hâlâ Batı’nın içindedir” demesi; aynı zamanda da NATO’dan destek beklemesi. Şimdi sen S-400’leri alıp Rusya ile ciddi bir askerî ortaklık içinde gözüküyorsan, arkasından, “NATO bize Kıbrıs’ta destek versin” demek gibi bir lüksün olamaz. Bunu Erdoğan anlamıyor olmalı. Zannediyor ki Türkiye hâlâ NATO içinde bir şekilde ağırlığı olan bir ülke. Türkiye NATO içindeki ağırlığını kaybediyor, izole oluyor. Şu anda Kıbrıs’ta atacağı bir adımda da karşısında ciddi olarak Batılı bir bloku bulacak. Zaten ekonomide işler kötü giderken, zaten böyle bir siyasî çalkantı varken, bir de bunu yapıyor olması siyasî bir hata. Bu milliyetçi damar belki içeride puan getirir, ama dışarıda fazla puan toplayamaz. Bu Türkiye’yi ciddi bir krize götürür — Yunanistan, AB, NATO ve ABD ile.

Gönül sen ne diyorsun? Bu krizi biraz özetler misin, tam olarak oradaki mesele nedir?

Gönül Tol: Doğu Akdeniz’de önemli enerji kaynakları bulundu. Burası stratejik önemi çok yüksek bir bölge haline geldi. Bütün küresel enerji piyasasının gözleri buraya çevrildi. Burada devletlerin “münhasır ekonomik bölge” denen, BM hukukuna göre ülkelerine göre deniz kaynaklarının kullanılmasında özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleri var. 2004 yılında Güney Kıbrıs Rum tarafı tek taraflı adım attı ve bu münhasır ekonomik bölgesini 200 mile çıkardı. Bu sadece KKTC için değil Türkiye için de büyük bir problem. Çünkü bu Türkiye’nin karasularıyla çakışıyor. Türkiye ne yaptı? Meseleyi BM’ye taşıdı. Bu bölgede önemli aktörler var. Sadece Batı bloku da değil, bir bölgesel blok da var. Doğu Akdeniz’de arama faaliyetleri içinde olan ülkeler var. Mısır var, Lübnan var, İsrail var. Bunlar ara ara bir araya geliyorlar. Mart ayında İsrail’de Yunanistan’ın, Mısır’ın bir araya geldiği, ABD’nin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Mısır, bu faaliyetleri koordine etmek için, içinde Ürdün’ün, İtalya’nın, Yunanistan falan da bulunduğu bir organizasyon kurdu. Türkiye de 2018’de sondaj çalışmalarına başladı. Türkiye’nin sondaj gemisi bu sorunlu alanlara yaklaşınca restleşmeler başladı. ABD geçen hafta açıklama yaptı ve “Türkiye’nin bu bölgelerdeki sondaj faaliyetleri kabul edilemez” dedi. Avrupa Birliği Rum tarafını destekleyen benzer bir açıklama yaptı. Burada bir şey söyleyeyim: Türkiye haklı. Gerçekten 2004 yılında Rum tarafından tek taraflı atılmış bir adım var. Türkiye bunu anlatmaya çalışıyor. Ama bütün dış politikada yaşadığı meşruiyet sorunu nedeniyle bir türlü bu haklı davasını anlatamıyor. Ne Batı’ya anlatabiliyor ne bahsettiğimiz bu ülkelere. Mesela Mısır…  Türkiye’nin 2013’ten bu yana yaşadığı çok derin bir kriz var Mısır ile. İsrail’e bakalım: İsrail’le de yaşadığı çok önemli problemleri var. Keza Yunanistan… Türkiye’nin karşısında bölgede ciddi bir direnç var. Doğu Akdeniz’de yaşanan kriz çok önemli. Türkiye burada haklı; fakat dış politikasında attığı problemli adımlar nedeniyle kendini dünyada izole olmuş buluyor. En son ABD’nin ve bölge ülkelerinin Akdeniz’de attığı adımlar, Türkiye’nin aslında dünyada ne kadar izole olduğunun ve dış politikasında ne kadar problemli adımlar attığının en son tezahürü.

Ömer Taşpınar: Ruşen, sadece dış politikada attığı adımlar değil içerideki imajı da çok kötü olduğu için, otoriter bir lider olduğu için de meşruiyet kaybediyor. İç politikada Kürt meselesinde bir barış süreci yaşanıyor olsa, Türkiye hâlâ demokratik gözükse belki ABD ile bu durum olmazdı. İç politika boyutu da var meselenin.

Ruşen Çakır: Evet, çok teşekkürler. Ne zaman imajdan bahsetsek, özellikle kendini muhalif olarak tanımlayan kişiler, “Hâlâ mı imaj?” diyor, ama imajın hâlâ bir önemi olduğu, özellikle her şeye rağmen kendini Batı’yla tarif etmeye çalışan bir Türkiye için önemli olduğu muhakkak.

Ömer Taşpınar ile Gönül Tol ile “Transatlantik” bu hafta böyleydi. Haftaya buluşmak üzere. Çok sağolun. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.