Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (190): Osman Ulagay, Ahmet İnsel ve Murat Somer ile yeniden İstanbul seçimleri

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler, iyi akşamlar. Medyascope’un 190. açık oturumunda karşınızdayız. Bu akşam üç konuğumuz var. Stüdyoda gazeteci-yazar Osman Ulagay’la beraberiz. Hocam hoş geldiniz.

Osman Ulagay: Hoş bulduk.

Pişirici: Prof. Ahmet İnsel, Paris, Fransa’dan, Skype üzerinden yayınımıza katılıyor. Hocam hoş geldiniz.

Ahmet İnsel: İyi akşamlar.

Pişirici: Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Siyaset Bilimci Prof. Murat Somer de bu akşam Amerika’dan, Stanford Üniversitesi’nden katılıyor yayınımıza. Hocam hoş geldiniz.

Murat Somer: Hoş bulduk, merhabalar.

Pişirici: Konumuz “Yeniden İstanbul seçimleri”. Çoğul kullanıyorum ama aslında tek seçim yapılacak. 6 Mayıs Pazartesi günü Yüksek Seçim Kurulu İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminin iptalini ve 23 Haziran’da yenilenmesini karara bağladı. Bu kararın gerekçesi neydi, metni tam olarak okuyalım: ‘’Bir kısım sandık kurullarının İlçe Seçim Kurulları’nca kanuna aykırı oluşturulması ve bu hususun da seçim sonucuna müessir olması nedeniyle, 31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptali ve yenilenmesine, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı mazbatasının iptaline, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yenileme seçiminin 23 Haziran 2019 tarihinde yapılmasına karar verilmiştir.’’

Bir önceki seçimimiz 24 Haziran 2018’deydi. Erken bir genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi yapmıştı Türkiye. Bunun üzerinden 1 yıl geçtikten sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimini 23 Haziran’da tekrar yapacak. İstanbul söz konusu olduğunda ya da siyasi ortam söz konusu olduğunda, bu da bir tür genel seçim gibi olacak. İlk sözü Murat Somer’e verelim ve kararı, bunun siyasi iklimimizde yarattığı, yaratacağı etkiyi kendisinden öğrenelim.

Somer: Siz de kararı okudunuz. Bu kararda iddia edilen kanunsuzluğun seçim sonuçlarına etki etmiş olduğu iddiasını Yüksek Seçim Kurulu’nun herhangi bir şekilde göstermesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir iddiada bulunabilmek için somut bir delilin olması gerekir. Usul açısından bakıldığı takdirde zaten sandık kurullarıyla ilgili olan itirazlar, seçimden çok önce, şubat ayında, Yüksek Seçim Kurulu tarafından kurullar belirlendikten sonra gerekli itirazlar yapılmıştı ve kesinleşmişti. Usulen zaten böyle bir itirazın yapılamaması durumu var. 

Pişirici: Hocamın sesi gitti. Bir sorun olabilir. Osman Ulagay’la devam edelim. Önce sizin bir genel değerlendirmenizi alalım. Yüksek Seçim Kurulu’nun bu iptali ve yenileme kararı nedir sizce?

Ulagay: Ben hukukçu değilim ama anlayan kişilerin yazdığı şeyleri okudum. Ortada böyle bir usulsüzlük varsa, benim anladığım kadarıyla, bunun sorumlusunun Yüksek Seçim Kurulu olması lazım. Kamu görevlisi olması gerekenlerin yerine başkalarını kim atadı, Yüksek Seçim Kurulu. Ben daha çok, neden bu tepki gösterildi ve diğer iller dururken neden İstanbul’daki seçimin tekrarlanması yoluna gidildi, o konuda dikkatimi çeken birkaç noktaya değineyim. Burada çok önemli olan şey, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu ‘’tek adam’’ rejimleriyle yönetilen ülkelerde ortaya çıkan yeni epizotlardan bir tanesi bence. Tek adam rejimlerinin çok önemli bir özelliği var, bu rejimin yaşayabilmesi için bir efsane yaratılıyor. Tek adam her şeye hâkim, her konuda son sözü söyleyen, her şeyi bilen, hiç yanılmayan… Böyle bir imaj yaratılıyor ve o imaj üzerine bütün bir iktidar yapısı oluşturuluyor. Dolayısıyla bu imajın herhangi bir noktada bozulması yahut bu liderin herhangi bir şekilde yanılması veya istemediği bir sonucun ortaya çıkması, onun bu efsanesini zedeleyebilecek bir şey. İstanbul seçimi bence böyle algılandı. Başkaları böyle algılayabilir ama ben iktidarın kendisinin ve sayın cumhurbaşkanının da böyle algılamayabileceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı. O da büyük bir tehdit gibi algıladı: ‘’Ben bunu kabul edersem bundan sonra başka şeyleri de kabul etmek zorunda kalabilirim’’ diye ağırlığını koydu. Onun ağırlığını koyması Türkiye’deki mevcut rejimde gerçekten belirleyici olabiliyor maalesef. Karşımızda bir hakimler grubu da olsa, bir hukuk heyeti de olsa, bu sonucu belirleyebiliyor. O bakımdan da bu adım atıldı ve tekrar bütün riskleri göze alınarak bir seçime gidiliyor.

Pişirici: İzin verirseniz Murat Somer’e dönelim. Teknik sıkıntımız giderildi zannediyorum. Hocam kaldığı yerden devam etsin lütfen.

Somer: Osman beyin de gözlemlerinden yola çıkıp oradan devam etmem gerekirse, Türkiye’de uzun zamandır bütün seçimlerde ‘’güçlü olan mı kazanacak, haklı olan mı kazanacak’’ bunun mücadelesinin verildiğini görüyoruz. Seçimler bu mücadelenin verildiği bir alan haline geldi. Bütün siyasal sistemlerde kimin yöneteceğini belirleyen bir güç unsuru her yerde vardır; zor kullanma gücü, mali güç, manevi güç, psikolojik güç… Bütün bunlar vardır. Ama bir de demokratik sistemlerin temel meşruiyet kaynağını oluşturan ‘’haklı olmak’’ unsuru vardır. Bu haklı olma unsurunu, kimin haklı olduğunu belirleyen en önemli araçlardan bir tanesi de seçim aracı, seçim mekanizmasıdır. Fakat uzun süredir Türkiye’de seçimler kimin haklı olduğunu belirleyen bir araç olma niteliğini kaybetme eğilimine girdi. Aslında toplumun bir kesimi, şu veya bu nedenle güçlü olanın peşinden gitmek yönünde bir eğilim gösteriyor. Ya buna inandığı için yapıyor ya çıkarları nedeniyle bunu yapıyor ya da elinde başka bir imkân olmadığı için, korktuğu için, kaygılandığı için bunu yapıyor olabilir. Burada güç derken neyi kast ediyoruz? Seçimler zaten uzun süredir adil ve özgür olma niteliğini büyük ölçüde yitirdi. Seçimlerde büyük bir ‘’güçlü olanın kim olduğuna dair’’ bir gösteri, bir şov, bir tiyatro sahneye konuluyor. Sokaklardaki ilanlar, medyadaki büyük güç, hegemonya yoluyla, güçlü olanın kim olduğu an be an bize gösteriliyor. 

Bunun yanında da toplumun büyük bir bölümü, kimin yöneteceğiyle ilgili bu noktadan hareket etmiyor. Haklı olanın yönetmesi gerektiği ve demokratik meşruiyet mekanizmalarını ‘’kimin yöneteceği’’ sorusunun yanıtının temeli olarak kabul etmeye devam ediyor. Siyasal açıdan bakarsak, Türkiye’de bir süredir güçlü gücün, hukukun ve meşruiyetin önüne geçmeye çalıştığı, birçok yerde de önüne geçebildiği olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde, demokrasiyi geriye getirmenin, korumanın en büyük güvencesi, elinde örgütlülük, temsiliyet ve toplumu hareketlendirme gücü olan siyasal elitlerin, demokratik meşruiyet kaynaklarına olan bağlılıklarını unutmamaları, yitirmemeleri ve buradan hareket ederek çok sıkı bir şekilde politika yapmaları, vatandaşların da aynı şekilde bunu hiçbir zaman barışçı bir şekilde unutmamalarıdır. Aslında ben Yüksek Seçim Kurulu’nun kararını da bu şekilde değerlendirmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gücün ön plana çıktığı, hukukun, haklılığın arka plana itildiği bu tür dönemlerde, dünyanın bütün ülkelerinde ve tarihte, yargının çare olamadığını ya da çok etkili olamadığını görüyoruz. Tabii ki tek tek yargıçlar, yargı üyeleri doğru kararlarla hukuka bağlı. 

Yani bir yandan biz genel durumunun analizini yapmak durumundayız fakat aynı zamanda bu analiz yaptığımız durumun içinde yaşayan insanlar, vatandaşlar olarak herkesin de ne yapması gerektiği konusunda da doğru olanı söylemek durumundayız. Örneğin, Ekrem İmamoğlu’nun da herkesin konuşması gerektiğine dair söyledikleri bu anlamda çok doğru. Yani yargı mensupları açısından da baktığımız takdirde, elbette ki tek tek yargı mensupları ve eminim ki yargının içerisinde hukuka bağlı çok yargı mensubu var. Onlar da bütün vatandaşlar gibi, hepimiz gibi bizim yaşadıklarımızı onlar da yaşıyorlar ve bir iç değerlendirmesi içerisindeler. Durumu analiz etmeye çalışıyorlar. Fakat siyasal açıdan baktığımızda bu tür olağanüstü durumlarda yargının tek başına çare olamadığını görüyoruz. Yüksek Seçim Kurulu’nun elbette ki çok kahramanca bir tavırla eğer hepimizin umduğu gibi çoğunluğun farklı bir karar vermesi durumunda bu tabii çok iyi bir şey olurdu.

Pişirici: İzin verirseniz bir sonraki soruda çarenin ne olduğunun cevabını sizden alalım. Ahmet İnsel ile devam edelim. Hocam, sizin bir olan bitene ilişkin değerlendirmenizi bir alayım.

İnsel: Biraz evvel Osman Ulagay ve Murat Somer, bu kararın hukuka uygunluğunun tartışılır olduğunu haklı olarak belirttiler. Aslında hukuka uygunluğunun tartışılır olmasının ötesinde, artık iktidarın geldiği, gücünü çok kaba bir biçimde kullanan çaresizlik noktasını gösteriyor. Küçük bir detay, fakat anlamlı bir detay. Kararın hukuken hiçbir geçerliliğinin olmadığının yegâne göstergesi, aynı sandık kurulunda, seçmenlerin aynı zarfa koydukları dört bültenden sadece birinin iptal edilir olması. Yüksek Seçim Kurulu’ndaki hâkimler, diğer üç bültene oy verirken seçmenin etkilenmediğini, herhangi bir hile yapılmadığını fakat bu dördüncü bülteni koyarken veya koyduktan sonra bir şeyler yapıldığına nasıl karar verdiler? Bu bence yıllarca çözemeyeceğimiz bir muamma. Aslında bir muamma değil. Bu tamamen reisin, otoriter gücün, diktatoryal gücün işine geldiği gibi dikte ettirdiği bir karardır. Çünkü gerekçeleri ne olursa olsun, İstanbul seçiminin bütününün iptal edilmesi kendisi açısından, karar açısından tutarlı olurdu. Eğer sandık kurulları hukuksuz biçimde oluşturulmuşsa, o sandık kurullarının aynı gün organize ettiği bütün seçimler hukuksuz hale gelir. Bunun içinden ayrım yapamazsınız. Yani bu hakikaten Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hukukun verdiği en komik, en geçersiz, en keyfi karardır. Bu, iktidar tarafından dikte edilmiş, iktidar tarafından dizayn edilmiş, tamamen kendi işine geldiği biçimde empoze ettiği bir karardır. Bu açıdan hakikaten, -Abdullah Gül de YSK’nın bu kararını, Anayasa Mahkemesi’nin 2007’deki ‘’367 Kararı’na benzetti- 2007’de Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında meclis genel kurulunda toplantı yeter sayısıyla ilgili verdiği, uluslararası hukuk ve siyaset bilimi açısından kabul edilemez o 367 kararı bile bu kadar komik bir karar değildi.

Pişirici: Fakat şu da enteresan değil midir? O gün ‘’367 el kaosa kalktı’’ diyen bir gazete, bugün bu kararı alkışlayabiliyor. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?

İnsel: O gazeteyle bugazetenin arasında bir alaka kalmadı biliyorsunuz.

Pişirici: Nasıl açıklamak gerekir ama memleketin oradan buraya gelişini?

İnsel: Dünya değişti. O gazeteyle bu gazete arasında bir alaka kalmadı. Sahipleri değişti, esas yöneticileri değişti. O günkü Hürriyet gazetesi iktidar partisinin değil, devlet içindeki bir karşı gücün temsilcisiydi. Şimdi devlet içindeki iktidar gücünün sözcüsü, şakşakçısı haline geldi. Ama sonuç olarak, aslında sürekli bir gücün şakşakçısı olma sıfatını değiştirmediğini söyleyebiliriz sadece. Gerçi üzerinde uzun uzun tartışmaya da gerek yok. Benim en çok dikkatimi çeken şey, bu keyfi yönetimin ‘’öyle de olsa, böyle de olsa, ben istediğimi yaparım’’ demesidir. Onun amiyane tabirini de siz biliyorsunuz; ‘’Öyle de olsa böyle de olsa yaptım’’ demektir. Bu açıkça hakaret etmektir. Yani açıkça iktidar gücünün fütursuz biçimde hakaretidir. Sadece topluma ve demokrasiye değil, insanlara ve seçmenlere hakaretidir. Bu aynı zamanda çaresizliğin işareti. Biraz evvel Murat bey güç üzerinden analiz etti, doğrudur. Ama gücün bu kadar kaba kullanımı, güçlülük işareti de değildir artık. Güçsüzlük işaretidir. Gücü bu kadar kaba biçimde kullandığınız zaman, arkasından gelecek başka çareniz kalmadığını gösterir. İstanbul seçimleri için bu kadar çaresiz kalınmasının gerekçelerini de ayrıca konuşuruz. 

Sonuçta, bu seçim kararıyla beraber, Tayyip Erdoğan’ın istemeden de olsa maalesef “Ben artık istediğim seçim sonucunu kabul ederim” mesajını verdiğini söyleyebilirim. Bunu kabul etmek zorunda kalabilir. Ama seçim sonucunu kabul etmeme iradesini gösterdi. Bunu 7 Haziran’daki seçim sonucunu kabul etmeme iradesine benzetmek çok doğru olmaz. Çünkü o zaman Meclis çoğunluğunu kaybetmişti. Ama karşısında bir Meclis çoğunluğu oluşturacak muhalefet birliği yoktu. Bunu engelledi. Bu, siyasetin içinde olabilecek bir şey. Kötü bir şey ama olabilecek bir şey. Bu sefer ise haftalarca oy pusulalarının sayıldığı, üzerinde herhangi bir hile olmadığının ayan beyan açık olduğu bir seçim sonucunu, gayet keyfi biçimde reddetti, iptal ettirdi ve kaba gücünü gösterdi. Kaba gücünü gösterdiğini söylemekten imtina etmeyelim. Pazartesi günü Yüksek Seçim Kurulu iptal kararı verdi. İki gün önce Tayyip Erdoğan açıkça Yüksek Seçim Kurulu’nu da tehdit etti. Üstelik açık biçimde tehdit etti. Üstü kapalı biçimde tehdit etmedi, açık biçimde tehdit etti. Devlet Bahçeli açık biçimde tehdit etti. ‘’Eğer Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı iptal olmazsa mahşer-i vicdana aykırı olur’’ dedi. Ne demek mahşer-i vicdan? Mahşer-i vicdan Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ın vicdanıysa eğer, o zaman bütün toplum bu iki kişinin esiri demektir.

Somer: Seçimi iptal ederek kendilerini aklayabilirlerdi. Bu çok anahtar bir cümle. 

İnsel: Evet, çok anahtar. Yani, Yüksek Seçim Kurulu üyeleri şüpheli kişiler, şimdi kendilerini aklayabilirler. Yüksek Seçim Kurulu’nun bu kadar açık biçimde tehdit edilmesi, zaten başlı başına cezai bir suçtur.

Pişirici: Bir sonraki soruda, “bundan sonra ne olması beklenir”, bunun cevabını almak isteyeceğim sizden. Osman Ulagay’a dönelim. Demin tek adam rejimlerinin neler yaptığından söz ediyordunuz. Sizin dün Dünya Gazetesi’nde yayınlanan yazınızın girişi bu zaten. “Giderek yaygınlaşan tek adam rejimleri dünyayı çok meşgul ediyor.” Eğer ‘’tek adam’la ilgili değerlendirmeniz bittiyse şunu soracağım. Bitmediyse devam edin ama ben yine sorayım. Sizin yazınız üç bölüm. Bir tanesi ‘’tek adam rejimleri’’ bölümü, bir tanesi “Seçimlerden sonra ekonomi ezberi” ara başlığını verdiğiniz “seçimi bitirelim ekonomiye odaklanalım” bölümü. Sonuncusu  “iş dünyası bu işlere ne diyecek” bölümü idi.

Ulagay: İsterseniz ikinci bölümden devam edeyim.

Pişirici: Oradan devam edelim. Bu tuhaf bir şey değil mi? Demokrasisi olmayan bir ülkede ekonomi ne olur, ne kadar gelişir?

Ulagay: Zaten bunun çok çarpıcı örneğini Türkiye’de şu an yaşıyoruz bence. Çünkü çok iyi bildiğiniz gibi, zaten medyanın kontrolü hemen hemen bütünüyle iktidardan yana olanların eline geçmiş durumda. Bugün katıldığımız program gibi istisnaları bir kenara koyacak olursak, medya büyük ölçüde iktidarın eline geçmiş durumda. Öte yandan, özellikle ekonomik konularda bir algı yaratmak için çok ciddi çaba harcıyor iktidar mensupları. Fakat bu söyledikleri bir sorun yaratıyor. Piyasa ekonomileri, piyasadan gelecek sinyallere göre yön alabilecek ekonomilerdir ve onun bütün iç mantığında bu vardır. Hâlbuki siz bu algı mekanizmasıyla, insanları bir yandan bilgisiz bırakmak, diğer yandan kendi istediğiniz şekilde yönlendirmek için çaba harcarsanız ve bu çabanın bir kısmı da iş dünyasındaki bazı insanların lehine sonuçlar verebiliyorsa, gerçeğin yerine bu algı geçiyor. Dolayısıyla bizim ekonomiyi izleme ve bundan sonra olacakları belirleme imkânımız da azalıyor. İş dünyasındaki insanlar için de aynı şey oluyor. Mesela, “Bir kriz atlattık, o zaten bizim dahlimiz olmayan bir krizdi. Amerika’nın zorbalığı yüzünden bu krizi yaşadık” gibi bir sürü hilaf-ı hakikat şey söylendi. Ben 30 yıldır takip ediyorum, belki benden öncekiler de vardır ama ben iki kriz hatırlıyorum: Bir, 1993-1994 Tansu Çiller’in yarattığı kriz, bir de bu kriz. Yani 2017-2018’de bu kriz adım adım hazırlandı. Ben DünyaGazetesi’nde haftada bir yazı yazıyorum. 2017’nin kasım ayı ille 2018’in haziran ayı, yani krizin çıktığı dönem arasında,  26 kere yazılarımda ‘’Bu işi böyle götürürseniz krize varır’’ diye böyle bir gözlem yapmışım. Bütün bunlar dikkate alınmadı ve göz göre göre Türkiye bu krize sürüklendi. Burada çok çarpıcı bir hata yapıldı, Türk parasının değer kaybetmesi hafife alındı. Hâlbuki çok iyi biliyoruz ki, 1970’lerden, 2000’li yıllara kadar zaten çok yüksek enflasyonla, müthiş kötü bir dönem yaşadık. Çok paradoksal bir şekilde, bu dönemden çıkışımız da AK Parti’nin ilk iktidarı döneminde oldu. Çünkü onlar bu sorunun vahametini kavradılar, Kemal Derviş’ten devralınan bir program vardı, o programın da katkısıyla ve o günkü dünya şartlarının da etkisiyle, Türkiye bundan kurtuldu ve para denilebilecek bir paraya kavuştu. Bunu sağlamış olan bir iktidarın, bugün gelinen noktada tamamen siyasal motiflerle, kısa vadede siyaseti kurtarmak için bütün bunları göze alması ve tekrar Türk Lirası’nı para olmaktan, bir değer ölçüsü olmaktan çıkaran bir yola girmesi hiç affedilemeyecek bir şey. Şimdi bunun vahim sonuçlarını yaşıyoruz. Siz bir ülkeyi bu noktaya getirdiğiniz zaman bütün dünyadan soyutlanıyorsunuz. Bakın, kimse sorarsanız sorun, hangi finansal çevreye sorarsanız sorun, geçen yıldan beri bütün dünyada, iki ülkeden bahsediliyor: biri Arjantin, biri Türkiye. Bunlar tamamen kırılganlık rekoru kırmış olan ve dikiş tutturamayan ülkeler. Bir yandan da Türkiye ekonomisinin ana sorunu ne, dış kaynak. Yani siz dış kaynağı alacağınız yerde böyle bir izlenim yaratıyorsunuz, ondan sonra da ekonominin ayağa kalkmasını bekliyorsunuz. Biliyorsunuz sayın cumhurbaşkanı geçen sene Londra’da finans dünyasının önde gelen isimlerinin bulunduğu bir oturumda ‘’Benim faiz teorim budur’’ diyerek faiz teorisi anlattı onlara. Bu öyle bir yerleşti ki… Bakın çok ilginç bir örnek vereceğim size. Bugünkü The Financial Times’dan bastım bunu. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası bir karar almış ve döviz kurlarındaki yükselişi frenlemek için dolaylı olarak faiz oranlarını artıran bir uygulama yapmış. Gazete bu haberi veriyor. ‘’Acaba Türk Lirası’nı stabilize etmek için faiz artışı gelir mi?’’ sorusunu soruyor. Hemen arkasından şunu söylüyor: “Fakat Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Erdoğan tarafından engellenebilir. Çünkü cumhurbaşkanı yüksek faiz oranlarının muazzam bir düşmanıdır.” Şimdi Türkiye ile ilgili hangi analize bakarsanız bakın, bu veya buna benzer bir faktör geliyor, oraya oturuyor. Dolayısıyla bizim işimiz gerçekten çok zor. Fazla uzatmamak için şu iki cümleyi de söyleyeyim: Geçen sene, bu ağustos şokunu atlattıktan sonra sonbahardan itibaren alınan önlemlerle biraz dengelenme süreci diye filan devam eden bir uygulama vardı. Bence çok eksikti ve umulan sonucu verip vermeyeceği tartışmalıydı ama tartışılabiliyordu en azından. Şimdi yeniden böyle bir kur şoku sürecine girilmesi ve bunda son seçim kararının da etkili olması çok dramatik bir olay. 

Ben şunu iddia ediyorum: Eğer cumhurbaşkanı İstanbul sonucunu tamamen farklı değerlendirseydi ve deseydi ki ‘’Biz, Türkiye ekonomisinin %70’ini oluşturan 11 ilde seçimi kaybettik. Muhalefetin adayları kazandı. Bu çok önemli bir mesaj. Ülke artık bir değişim istiyor.’’ Bu mesajı algılayıp, İstanbul seçim sonucunu kabul edip farklı bir stratejiye yönelme konusunda bir ışık verseydi, bence bugün dolar 6 Lira 15 kuruş olmayacaktı, belki 5,70 TL ya başka bir şey olacaktı. Yani bu şok yaşanmayacaktı. Ama kaybedilmiş bir oyunu kazanmak için her yola başvurulması, bu sonucu doğurdu sonunda.

Pişirici: Murat Somer’e dönelim. Hocam, hukuk, yargı çare olmadığında, çare nedir? Siyaset bilimi bize ne söyler? Biz seçmenler ne yapmalıyız? Burada bilimin bize gösterdiği bir yol var mı?

Somer: Evet, bilim ve pratiğin de gösterdiği şey, demokrasiye geri dönmek, ümidi de hiçbir zaman yitirmemek. Türkiye’de aslında demokrasiye ve hukuk devletine geri dönülmesi gerekiyor. Yargının da görevini yapabilmesi için, yargının kendi zor kullanma gücü olmadığına göre, elinde bir polis gücü, tankı tüfeği olmadığına göre, son tahlilde yargının hukuku üstün tutmasının yolu, doğru kararlar verse bile, o kararları o ülkedeki siyasal aktörlerin meşru olarak kabul etmesi ve hukuka saygı duymak üzerine bir uzlaşma oluşturmasına dayanıyor. Türkiye’de bu denklemde iktidar tarafından bu kabulün bozulduğunu görüyoruz açıkçası. Bu son seçimde, Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı da bu açıdan çok kötü bir gelişme oldu tabii. Ama bunun ötesinde düşündüğümüz zaman, muhalefet açısından ve Türkiye’de demokrasinin geleceği açısından, bundan bir-iki sene öncesiyle karşılaştırdığımız zaman daha iyi durumda olduğumuzu görmemiz gerekiyor aslında. Bunun da nedeni şu: Çünkü uzun zamandır ilk defa, Türkiye’de demokrasiyi savunanların ve muhalefetin, bir alternatif oluşturmaya başladıklarını ve doğru olan şeyleri yapmaya başladıklarını görüyoruz. Biraz önce Ahmet beyin de bahsettiği gibi Türkiye’de uzun zamandır iki rejim tarzı arasında mücadele yaşanıyor. Bu demokratik olmayan rejim tarzının tam ne olduğunu açıkçası bilmiyoruz. Ne yöne gideceğini de tam olarak görmek o kadar da mümkün değil. İktidar açısından bakıldığında, son birkaç sene içerisinde bu gidişatı değiştirmek konusunda, yani gücü merkezileştirmek, tekelleştirmek yerine, gücü muhalefetle, bağımsız kurumlarla paylaşmak yönünde yaşanan, ortaya çıkan fırsatlar kullanılmadı. 7 Haziran 2015 seçimleri de böyleydi. Bu son yaşadığımız seçimlerde de aslında seçmen çok açık bir mesaj verdi; Türkiye’nin en büyük illerinde, ekonominin itici gücü olan illerde, geleceği temsil eden illerde, dinamik metropollerde muhalefeti seçerek çok önemli bir mesaj verdi. Aslında bu iktidar açısından da bu gidişatı değiştirmek ve gücü muhalefetle paylaşmak açısından büyük bir fırsattı. Ancak iktidarın, kendi düşünceleri, kendi değerlendirmeleri sonucunda bu fırsatı bu yönde kullanmama seçimi yaptığını görüyoruz. Ahmet Bey’in söylediğine katılıyorum, bu, bir tür zayıflık göstergesi de aslında. AK Parti uzun zamandır bir siyasal parti olma niteliğini yitirme sürecini yaşıyor. Gitgide, devasa bir çıkar grubu haline geliyor. Yani kendisine destek verenlere, kendisini takip edenlere ekonomik ve başka faydalar dağıtan bir organizasyon haline gelmiş durumda. Dolayısıyla da ülkenin tümünün geleceğiyle ilgili, ekonomide, sosyal hayatta, eğitimde, dış politikada alternatif bir gelecek vizyonu sunmakta zorluk çekiyor. Ve iktidarın da meşruiyet kaynağı olarak da daha çok güce dayalı bir iktidar oluşturma sürecinde. 

Buna karşılık muhalefet, buna alternatif olacak bir vizyon geliştirmekte, alternatif kadrolar oluşturmakta, liderlik geliştirmekte ve kutuplaşmış bir toplumda, bir siyaset aracı olarak da kutuplaştırılmış bir toplumda, iktidara destek veren kesimlere de ulaşmakta uzun süredir zorluk çekiyordu. Bunun yanında da birleşmekte zorluk çekiyordu. Yani iktidarın bütün yaptığı yanlışlıklar yanında, aslında muhalefetin de yapmaya çalıştığı ama bunda yeterince başarılı olamadığı şeyler, bu gidişatın gittikçe derinleşmesinde önemli ölçüde etkili oluyordu. Ancak bu seçimde muhalefet birkaç şeyi çok doğru yaptı; özellikle birleşmek konusunda çok önemli adımlar attı. CHP ile İYİ Parti arasındaki Millet İttifakı birleşmesi çok önemli ve oldukça da iyi yürüyor gibi gözüküyor. İttifak yapmanın ötesinde, belli siyasal hedefler veya belli fikirler arkasında birbirine destek vermek noktasında da önemli bir deneyim kazanıyor. Karşı tarafa da, toplumu birleştirmeye yönelik bir yeni söylem oluşturabildi. Duygusal anlamda da toplumun büyük bir kesimine ulaşabildi bu son seçimlerde. Bu çok önemli. Yeni kadrolar ve yeni liderlikler oluşturmaya başladı. Aslında, iktidarın da kendi içerisinde çok güçlü olmasının yanında, dışarı çok fazla yansıtılmasa da -ki dışarı da yansıyor tabii ki- önemli bölünmeler, fikir ayrılıkları olduğunu da aslında biliyoruz. Burada hiçbir şekilde bu son Yüksek Seçim Kurulu’nun kararından dolayı büyük bir hayal kırıklığına kapılmayıp, tam tersine, haklılıktan gelen yeni bir ivmeyle muhalefetinin mutlaka bu demokratik seçim mücadelesine devam etmesi gerekir. Burada, ‘’Bu seçimlere yeniden katılındığı takdirde Yüksek Seçim Kurulu adil davranır mı, seçim sonucu kabul edilir mi, yoksa yeniden bir seçim iptal etmek yoluna gidilir mi?’’ gibi meseleler aslında hiç önemli değil. Önemli ama belirleyici olmamalı. Çünkü aslında şu aşamada, içinde bulunduğumuz olağanüstü durumda, önemli olan ,muhalefetin, kamuoyu vicdanında, halkın gözünde kazanmasıdır. Ve bunun sonucunda siyasal olarak güçlenecektir. Zaten şu anda da güçlenmiş olduğunu düşünüyorum.

Pişirici: Bir sonraki soruda, tarafların ilişkisini ya da seçimdeki performansını konuşacağız sizinle. Ahmet İnsel ile devam edelim. Hocam öyle ya da böyle, nihayetinde bir karar var ortada. Belli ki CHP de bu karara uyuyor, 23 Haziran’daki bu seçime gidilecek. Öngörünüz nedir, ne olabilir üzerinden bir değerlendirme yapmanızı isterim. 23 Haziran’daki seçim yine aynı şekilde mi sonuçlanır? Taraflardan hangisi lehine daha farklı bir sonuç çıkar? Ne beklersiniz?

İnsel: Doğrusunu söylemek gerekirse, Tayyip Erdoğan bu 6 Mayıs kararını aldırarak elindeki her türlü imkânı, her türlü güç olanağını kullanmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Yani bir şekilde, Türkiye’de bundan sonra elindeki son adım, seçimlerin iptal edilip bir diktatoryanın açıkça ifade edilmesidir. O noktaya gelmeyeceğimizi umut ediyorum. Ama ‘’Ne beklersiniz?’’ derseniz, her şeyi beklerim. Bunu söylerken de şunu hemen ilave etmek istiyorum; her şeyi beklerim. Provokasyon da beklerim, uluslararası gerginlik yaratıp, milli mutabakat bahanesi yaratmasını da beklerim, bu çerçevede Olağanüstü Hal ilan etmesini de beklerim, her gün tehdit ve şantaj kullanma yöntemlerini… Hepsini bekleyebilirim. Artık bir yerden sonra, demokratik rejimin çivisi çıkmış durumda. Demokratik olmamızı, demokratik sıfatını taşımamızı sağlayan bu son çıpa, AK Parti açısından milli iradeye saygılı olma niteliğiydi. Yıllar önce bunun üzerinden kampanya yaptılar. Ne dereceye kadar saygılı olduklarını tartışabiliriz ama bunun üzerinden kampanya yaptılar. Bugün, AK Parti milli iradeye saygılı parti olma niteliğini de yitirdi. Dolayısıyla bundan sonra her şeyi yapabilirler. Ama bu önemli değil. Biraz evvel Murat Somer’in söylediğine tamamen katılıyorum; AK Parti’nin çöküş döneminin başladığını görüyoruz. Hem kendi içindeki huzursuzluk ve çeşitli karşı görüşler… Karar gazetesini okuyun örneğin. Birkaç günden beri Karar gazetesinin herhangi bir muhalif gazeteden farkı kalmadı bu konuda. Diğer taraftan, partinin içinde çeşitli çevrelerin ve AK Parti seçmeninin, bu karardan huzursuz olduğunu görüyoruz. Bunu açıkça ifade edenler var. Bu çerçevede baktığımızda yapılacak, önümüzdeki dönem açısından önemli olan, 23 Haziran’da çok güçlü bir şekilde, çok daha büyük bir farkla İmamoğlu’nun kazanmasını sağlamak için bugünden itibaren işi ciddiyetle ele alarak harekete geçmektir. Şu anda ‘’Her şey çok güzel olacak’’ söylemiyle bir öfori dönemi yaşanıyor. Her şey güzel olabilir, her şey çok kötü de olabilir. Yani orada bir ‘’Her şey çok güzel olacak’’ güvencesinden hareket ederek ‘’Artık bu iş cepte, kesin kazanma imkânı doğmuştur’’ diye düşünmeden mobilize olmak gerek. Tayyip Erdoğan, ilginç bir şekilde kendisine en güçlü olacak rakibi bu sayede yarattı. Yani İmamoğlu’nu kendisine rakip hale getirdi. 23 Haziran seçimi, Tayyip Erdoğan’la İmamoğlu arasında geçecek. Binali Yıldırım da zaten ‘’Ben bu seçimi kaybetmedim’’ derken, yani ‘’31 Mart Seçimi’ni kaybetmedim’’ derken bunu ima etmişti. Tayyip Erdoğan götürmüştü seçimi ve kaybeden Tayyip Erdoğan’dı. 23 Haziran seçimi, Tayyip Erdoğan açısından hiç istemediği biçimde, bir tür Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin üçüncü turuna dönüştü. Kendisi tamamen angaje oldu. Ve bir yıl önce seçildiği ülkede, birdenbire Tayyip Erdoğan şahsen, belki ikili bir seçimde kaybeden kişi durumuna düşecek. İkili bir seçime neredeyse dönecek gibi gözüküyor. Çünkü bir dizi aday, bu seçim kararının iptal edilmesinin açık hukuksuzluğu, açık keyfiliği karşısında, seçimlere katılmama kararı aldılar. Ve bu seçimlere katılmama kararı alanların büyük çoğunluğunun seçmenlerini Ekrem İmamoğlu’na yönlendireceğini tahmin edebiliyoruz. Belki Saadet Partisi de katılmayacak seçimlere. Belki Demokratik Sol Parti de katılmayacak seçimlere. Çünkü bu çerçevede seçime katılmak, İmamoğlu’nun karşısında Tayyip Erdoğan’ın işini kolaylaştırmak anlamına geleceği için, büyük bir yük taşıyacaktır. Gayet sakin biçimde, hiçbir provokasyona kapılmadan, tıpkı Ekrem İmamoğlu’nun bu üç hafta boyunca gayet kararlı, gayet azimli ama tamamen soğukkanlı ve olayları dramatize etmeden, bunu, başımıza gelmiş bir felaket, bu felaketten elbirliğiyle kurtarma operasyonu, elbirliğiyle kurtarma girişimi içinde ele alarak, 23 Haziran’a kadar seçimi kazanmaktan başka bir şey düşünülmemesi gerektiği kanaatindeyim. Eğer Tayyip Erdoğan kaybettiği seçimi 23 Haziran gecesi veya 24 Haziran sabahı yeniden iptal ettirirse, gene kaybetmezse, zaten o zaman başka bir Türkiye’ye girmiş olacağız. O zamanın yapılacakları o zaman düşünülür. Şimdiden onu düşünmenin gereği bence yoktur. 31 Mart öncesinde de söylediğimiz gibi, seçimleri boykot etmek, Tayyip Erdoğan’ın kazanmasını şimdiden garantilemek demektir. Seçimleri boykot etmek değil, onun seçimleri kabul etmeyecek dereceye getirecek bir kaybetmeye zorlamaktır. Şu anda Tayyip Erdoğan kaybedendir. İmamoğlu değil, Tayyip Erdoğan’dır kaybeden. 23 Haziran seçim sonuçlarını da kabul etmezse, gene kaybeden olacaktır.

Şunu da ilave edeyim: Bugünden itibaren, ne Türkiye’de, ne dünyada, 23 Haziran seçimlerini gerçekten Tayyip Erdoğan’ın adayı kazansa da, kimse bunun doğru hak edilmiş bir seçim başarısı olduğuna inanmayacaktır. Yani şunu söylemek istiyorum: Ekrem İmamoğlu, aslında herkesin kanaatinde ve fiilen bu seçimi kazandı. 23 Haziran seçimini Binali Yıldırım kazansa da, bu, 1946’daki CHP’nin seçimi kazanması gibi algılanacaktır. Başka türlü algılanmayacaktır artık. Yani burada artık iş çok geç.

Pişirici: Osman Ulagay’a dönelim. Yazının üçüncü parçasına geçmeden önce şunu sormak istiyorum: Recep Tayyip Erdoğan seçim gecesi Huber Köşkü’nden ayrılırken “Önümüzde 4,5 yıl seçimsiz bir dönem var. Artık ekonomiye odaklanacağız” dedi. Sonra birdenbire her şey değişti, 23 Haziran’da seçim tekrarına geldik. Ama bu süreçte gene fırsat buldukça ‘’Ekonomiye odaklanacağız’’ deyip durdu. Hatta bugün bir ara yargı reformundan bile söz etti. Bugünkü AK Parti’nin bu liderinin yapısal reform yapabileceğini düşünüyor musunuz? Böyle bir şeyin bu kadrodan çıkması mümkün mü?

Ulagay: Bence mümkün değil. Kendi saydıkları reformları defalarca söylediler. Hatta seçim öncesinde Sayın Erdoğan birkaç defa kendi sözleriyle de bunu ifade etti. Galiba yazıda da ondan bir alıntı olması lazım. Fakat beni şaşırtan şey seçimler öncesinde, bütün iş dünyasının ve medyanın önemli bir kısmının da seçimlerden önceki ‘’Artık 4,5 yıl önümüzde seçim yok. İktidarda zaten cumhurbaşkanlığı sistemi var. Onun kurduğu müthiş bir yapı var. AK Parti iktidarda, Meclis’te çoğunlukta. Önümüz açık. Onun için artık ekonomiye odaklanacağız ve reformları yapacağız’’ söylemini benimsemesi oldu. Sonuçtan herkes o kadar emindi ki, yani AK Parti aşağı yukarı istediği seçimleri kazanacak, ondan sonra da ekonomi düzelecek. Fakat orada sayılan reformlar arasında özenip de yapamadığımız bütün reformlar sayılmış. Peki bu reformları yapma durumunda olan ve en azından 10 yıldır saymakta olan bir AK Parti var iktidarda ve onun başında Sayın Erdoğan var. Bunca zaman yapamadılar da şimdi nasıl yapacaklar? Bunu iş dünyası da dâhil, kimse ciddi bir biçimde sorgulamadı. Sanki bu mümkün olabilecek bir şeymiş gibi algılandı. Bunun ömrünün bu kadar kısa olması ise bence çok doğal. Çünkü bu, yanlış bir varsayım üzerine kurulmuş olan bir şeydi. Bu, ekonominin, hatta bütün Türkiye’nin yönetişim modelinin yanlış olduğu çok net bir şekilde görülüyor. Bakın bunun en çarpıcı örneğini gene ekonomiden vereyim. Sayın Erdoğan’ın çok büyük bir şeyi vardır: ‘’Biz iktidara geldik, 3,5 yılda ekonomiyi 3,5’a katladık.’’ 2008 yılında gerçekten Türkiye’nin kişi başına milli geliri 10 bin doları bulmuştu. 2018 yılında Türkiye’nin milli geliri 10 bin doların altına indi. Yani heba edilmiş koskoca bir 10 yıl var ve hâlâ ekonomideki başarısıyla övünen, buna inanan ve kredi açan bir çevre var. Bunun içinde maalesef iş dünyasının önemli bir bölümü de var. Burada hakikaten çok ciddi bir paradoks var. 

Ama şimdi yaşanan gerçekler, sanıyorum iş dünyasındaki çoğu kimseye neyle, karşı karşıya olduklarını daha iyi gösterecek. Bunun içerisinde AK Parti’ye en yakın olan kesim, en fazla iş imkânları onlara sağlandığı için, en büyük kredileri onlar kullandığı için ki bunların büyük bir kısmı inşaat ve enerji sektörlerinde bildiğimiz gibi- en büyük sıkıntıyı çekenler de onlar olabilecek. Fakat bütün yönetişim sistemi bozulmuş olduğu için burada da maalesef akla şu geliyor: Bu mali sorunlar yaşamakta olan şirketler için alınacak önlemlerde de, acaba ekonomik verimlilik kriterlerine mi riayet edilecek yoksa iktidara yakınlık gibi faktörler mi öne çıkacak? Aslında yaşatılmaması gereken firmalar mı desteklenecek? Yaşatılması gerekenler ikinci planda mı kalacak? Bu gibi endişeleri de duymamak olanaksız. 

Ahmet İnsel’in söylediği bir şeye çok katılıyorum, ona bir ekleme yapayım. Şu önümüzdeki dönemde, bu seçim dahil, her şey olabilir. O fikrine tamamen katılıyorum. Bugün bizim aklımıza gelmeyen şeyler de olabilir. Zaten Ortadoğu bir barut fıçısı haline gelmiş durumda. Amerika’nın başında, Trump gibi nasıl tanımlanacağı kolay olmayan bir çılgın var diyeceğim. Onun girişimleri var filan. Dolayısıyla her şey olabilir. Fakat burada asıl faktör bence, -siyaset bilimci dostlarım da bunu teslim ederler herhalde- son 10 yılda tek adam rejimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte gündeme gelen şey, liderin niteliği. Arkasında bir ciddi siyasi girişim olsun olmasın, liderin niteliği çok tayin edici olmaya başladı. Mesela Fransa’daki Macron örneğini de bunun içine katabiliriz. Olmayan bir siyasi parti, bir anda Macron’un temsil ettiği imaj sayesinde var oldu ve açık farkla seçimi kazandı. Yıllardan beri, belki de Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinden beri ilk defa, Ekrem İmamoğlu bütün nitelikleri ve kişiliğiyle, bu kişi olabileceğini düşündürdü insanlara. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bugüne kadar böyle birisi çıkmadı. Yani ‘’bu adam Recep Tayyip Erdoğan’ın anti tezi olabilir’’ düşüncesini ilk defa verdi. Büyük korku ve seçimi yok sayma çabaları da bence biraz bu korkudan kaynaklı diye düşünüyorum.

Pişirici: Murat Hocam şunu sormak isterim: Bir, Ekrem İmamoğlu sizce nasıl bir siyasi figür? İki, Ekrem İmamoğlu’nun ortaya çıkması, zamanın ruhunun gereği midir, çalışılmış bir şey midir? Bu figür, kazansa da kaybetse de Türkiye’de siyasetin yapısını, orta uzun vadede değiştirebilecek güce sahip midir?

Somer: Sorunuzun yanıtına ‘’Evet’’ diyeceğim. Zamanın ruhu derken, şunu görmekte çok büyük fayda var. Bugün aslında bütün dünyada, Osman beyin söylediği gibi, -tek adam rejimlerinin gelişmesi olarak ifade etti kendisi- yeni tür otoriter rejimlerin güçlenmesi, keyfi kararlara dayalı, kurumların göz ardı edildiği, otoriter rejimlerin gelişmesi yönünde bu anlamda da demokrasinin niteliğinin aşınması zayıflaması yönünde bir gelişme var. Zamanın ruhunun bir tarafı bu. 

Ama öte yandan, buna bir tepki olarak, birçok ülkede gözlemlediğimiz son derece güçlü yeni bir demokrasi kurmak, demokrasiyi yeniden canlandırmak, daha nitelikli, herkes için işleyen bir demokrasi kurmak yönünde büyük bir ivme var. Bu da zamanın hukukunun bir parçası. Şimdi bu iki trendin ve gelişmenin de özelliklerine baktığımız zaman, Türkiye’de de aşağı yukarı bunun bir izdüşümünün olduğunu görüyoruz. Son döneme kadar, dünyadaki zamanın ruhu trendlerinden bir tanesine uygun bir siyaset izleyen bir taraf vardı Türkiye’de. Aslında AK Parti’nin gelişimi, bu biraz önce bahsettiğim türden trende uyuyordu. Ancak diğerinin bir parçası olacak yönde bir trendi Türkiye’de yeterince güçlü bir şekilde göremiyorduk. Ancak sizin de biraz önce bahsettiğiniz gibi, Ekrem İmamoğlu’nun siyaset tarzı, birçok açıdan böyle bir yeni dünyadaki zamanın ruhuna da uyan, demokratik yönde bir siyasetin ön habercisi olma potansiyelini taşıyor. Bunun çok önemli unsurları şunlar bence: Kullanılan siyaset dili çok önemli. Kucaklayıcı bir dilin kullanılması, herkesi kapsamaya çalışan bir dilin kullanılması, söylemsel şiddetten uzak durmaya çalışan bir siyaset tarzı. Bunların yanında, bence çok çok önemli olan duygunun kullanılması. Çünkü siyasette bir yandan insanlara düşüncelerle, sözlerle, programlarla ulaşmaya çalışırsınız. Ama siyasette aslında en önemli insanlara ulaşma yollarından biri, onlara bir şekilde dokunmaktır. Duygular üzerinden ulaşmaktır ve onların güvenini kazanmaktır. Ekrem İmamoğlu son seçim kampanyasında bunu çok başarılı bir şekilde icra etti ve bunda kişiliğinin de büyük bir payı var. Fakat tabii bu siyaset tarzı hem bir başarı potansiyeli taşıyor, hem de Türkiye’deki bu toplumsal ortak yaşama konusunda yaşanan, kutuplaşma konusunda yaşanan sorunların aşılması konusunda da bir ümit vadediyor. Tabii bu siyaset tarzı ve dilinin mutlaka ki bir programla, organizasyonla da desteklenmesi son derece hayatidir. Aslında burada Ekrem İmamoğlu’nun başarısının mutlaka bir ekip, bir program başarısı olarak da devam ettirilmesi gerekir. Bu yönde de olumlu, kaydedilmesi gereken birtakım başarıların olduğunu görüyoruz. Ekrem İmamoğlu’nun başarısının altında tabii ki örgüt başarısı da var. Burada İstanbul ilçe örgütünün Canan Kaftancıoğlu’nun liderliğinde gösterdiği organizasyonel bir başarı da söz konusu. Bunun yanında, dikkat ederseniz başka siyasal aktörler de bu son seçimlerden sonra, iktidarın bu ayak sürümesi, bu seçim sonuçlarını özellikle İstanbul’da kabul etmemek konusunda direnmesine rağmen, dikkat ederseniz Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer siyasal liderler oldukça birleştirici davrandılar. Biliyorsunuz, Kemal Kılıçdaroğlu’nun hayatına kast eden bir saldırı bile oldu bu son dönemde. Buna rağmen iktidar sorunlu bir dil kullanmaya devam etti. 

Şimdi önümüzdeki dönemde geleceğe güvenle bakabilmemiz için muhalefetin ve Türkiye’de demokrasi isteyen herkesin, öncelikle muhalefete herkesin hakkının hukukunun korunabileceği, ekonomi de dahil olmak üzere herkesin kendini güvencede hissedebileceği yeni bir siyasal ve yargı sisteminin ortaya çıkması gerekli olan yeni bir siyasal uzlaşmanın temsilciliğini, liderliğini yapabilmesi için destek vermesi gerekir. Muhalefetin de kendisine böyle bir rol biçmesi gerekir. Seçimler bu mesajın topluma verilmesi, böyle bir uzlaşmanın ortaya çıkabilmesi için gerekli siyasal mücadelenin verilebilmesi için kullanılabilecek bir alandır aslında.

Pişirici: Burada bir soru soracağım. Bütün bu yaşananlardan sonra, 31 Mart Yerel Seçimleri’nin sonuçlarıyla birlikte ve hatta Yüksek Seçim Kurulu Kararı’na varıncaya kadar yaşananlarla birlikte, seçmen Türkiye’de bir değişimin başladığını ya da başlayabileceğinin farkında mı sizce?

Somer: Evet, zaten bu seçim sonuçlarının resmileşmesinin zamana yayılması, yargı üzerindeki baskılar ve bir şekilde İstanbul’daki seçimin iptal edilmesi, bu yönde bir değişimi de yavaştan başlatmak ya da insanların yükselmiş olan ümitlerini tekrar hayal kırıklığına dönüştürmek tehlikesini taşıyor, belki de bu amaçla da yapılıyor. Aslında ben programın başında onu da söylemeye çalıştım; aslında Türkiye’de siyaset bilimi açısından çok da kolay anlaşılamayacak bir durum yaşıyoruz. Türkiye’de var olan aksak demokrasinin temel ilkelerinin, temel kurumlarının bir şekilde bir çöküş yaşadığı kesin. Burada da bir rejim değişikliği tehlikesinin düşüncesi pek çok insanın kafasında uzun zamandır var. Fakat Türkiye’de yeni otoriter bir rejim ortaya çıkmış ve insanlar bu oyunun yeni kurallarını kafalarında içselleştirmiş değiller. Bu kurallar normalleşmiş değil. Ama Türkiye’de herkes uzun süredir paralize olmuş durumdaydı çünkü kimse olan bitenden memnun değildi. Büyük çoğunluk diyelim, memnun olanlar ve bundan aktif olarak faydalanan büyük bir kesim de var. Ama büyük bir çoğunluk olan bitenden memnun değildi. Herkes ‘’Kim bu konuda bir şey yapacak?’’ diye birbirine bakıyordu. Kurumlar paralize olmuş durumdaydı ve çare olabilecek alternatif bir siyasal hareket görmüyordu. Aslında Türkiye’de şu anda bundan bir-iki sene öncesine göre daha iyi durumdayız çünkü böyle bir ümit ışığı yakılmış durumda. Yalnız burada bunun altını çizerek bitirmeliyim, muhalefetin şu konuda çok dikkatli olması gerekiyor: ‘’Biz demokrasiyi savunuyoruz ama karşımızda iktidara şu veya bu şekilde destek veren veya muhalefete destek vermeyen insanların hepsi demokrasiye karşılar, iyi bir toplumda yaşamak istemiyorlar, bizden çok farklı bir şey istiyorlar’’ zannına kapılırsa ve bu da politikalarına, söylemlerine yansırsa, yani karşı tarafı ötekileştiren bir siyaset tarzına yansırsa, o zaman, muhalefet istediğimiz tarzda bir çıkış yaşayamayacak ve kazanamayacaktır. Bunun tam tersi varsayımında bulunarak, yani aslında iktidara destek veren tabanın içerisinde aynı şeyleri isteyen, demokrasi isteyen, hukuk isteyen, herkes için hukukun olduğu bir toplumun olduğunu arzu eden fakat şu veya bu şekilde ne yapacağını bilemeyen, korkan insanlara da ulaşmak ve onların da temsilciliğini yapabileceğini ve hakikaten herkes için adil olabilecek bir sistem kurmak yönünde bir siyaset yaptığı mesajını güçlü bir şekilde vermesi ve seçimleri de bu amaçla kullanması gerekir diye düşünüyorum.

Pişirici: Ahmet hocam, Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı, seçimlerin sonuçlarından sonra Saraçhanebaşı’nda yaptığı miting, daha sonra 6 Mayıs gecesi daha önce belediye başkanı olduğu Beylikdüzü’nde yaptığı miting, o gece İstanbul’un kimi semtlerinde kendiliğinden bir tencere tava çalarak seçmenin, vatandaşın bir protestoya girişmesi… Beri yanda, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün biraz önce sizin de işaret ettiğiniz tweeti, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun benzer şekilde Yüksek Seçim Kurulu kararını eleştiren açıklaması, kendisinin önceki manifestosu… Şimdi deniyor ki -adını açıkça koyalım- ‘’Recep Tayyip Erdoğan’ın yarattığı korku duvarı aşıldı, aşılıyor.’’ Böyle bir eşikte mi Türkiye? Böyle bir değişimin kıyısında mı?

İnsel: Evet. 31 Mart Seçimleri bir dönüşüm olarak tarihe geçecektir. Bunun ön hazırlıkları daha önceki seçimde, referandumun zar zor kazanılmasında… Hatta referandum da şaibeli baktığınız zaman. Mühürsüz oy pusulalarının son anda geçerli sayıldığı bir seçim. Oylama sırasında geçerli seçim pusulası kullanımının değiştiği bir şey yaşadık. Belki sonuç değişmezdi ama sonuçta o bile çok büyük bir şaibe yaratmıştı. Bütün bunlara rağmen %51, %50, %51,%51,5 arasında zorlayarak, ittirerek kaktırarak, yanına MHP’nin desteğini alarak çoğunluğu sağlayabilen bir AK Parti var artık karşımızda. Ve bunu son seçimde giderek daha fazla gördüğümüz gibi, kendi tabanının eriyerek, memnun olmayanların bir kısmının MHP’ye gittiği, bir kısmının oy vermediği… İstanbul seçimlerinde oy vermeyenlerin içinde bilinçli boykot edenler kadar, AK Parti’ye oy vermeye eli gitmeyen ama başka partilere de oy veremeyen bir seçmen grubu da var. Bütün bunlara baktığımızda, ortaya çıkan karşı görüşlerin daha fazla ifade edilmeye başlanması ile beraber AK Parti açısından bir kırılma noktası, anı yaşadığımız kesin. Bu kırılma anını Tayyip Erdoğan çeşitli yöntemlerle yeniden konsolide edebilir mi? Bunu da deneyecek. Hangi yöntemleri kullanır, hangi yöntemleri kullanacak, bir kısmını biliyoruz. ‘’Kutuplaştırarak bu işi yeniden konsolide ederim,’’ ‘’beka sorunu diyerek konsolide ederim’’ diyecek belki. Devlet Bahçeli onu bu yönde kışkırtıyor. Ama buna karşılık, bu seçim Tayyip Erdoğan açısından hem avantajlı gibi gözüküyor, çünkü AK Parti İstanbul’da güçlü. Ama aynı zamanda çok zor bir seçim çünkü sadece İstanbul’da seçim var, başka bir yerde seçim yok. İstanbul, seçim hilesi yapmanın, gözden ırak Jandarma baskısıyla insanlara oy verdirmenin, onu bunu kenara itmenin mümkün olmadığı bir yer. Dolayısıyla CHP’nin de çok güçlü olduğu bir yer. Demokratik muhalefetin de çok güçlü olduğu bir yer. Yani işi kolay değil. İstanbul’da yapılacak olan seçim, Yozgat’ta yapılacak bir seçim gibi değil. Yahut %70-80 oy aldığı Erzurum’da yeniden yapılacak bir seçim değil, İstanbul’daki seçim. Dolayısıyla kendisi açısından da son derece kritik. 

Murat Somer’in biraz önce söylediklerinin hepsine katılıyorum, onun için tekrar etmeyeceğim, çok önemli şeyler söyledi. Kutuplaştırmayı yıkarak, ilk önce bunu Muharrem İnce başlatmıştı hatırlarsınız. Üslubu tam Ekrem İmamoğlu gibi değildi ama ilk başta Muharrem İnce’nin başlattığı bir dalgaydı bu. Ekrem İmamoğlu bunu daha ileri bir aşamaya götürdü. Bir de daha genç olmasının verdiği avantaj da var, unutmayalım. Tayyip Erdoğan’dan 16 yaş genç şu anda. Artık Tayyip Erdoğan genç, yeni siyasetçi kuşağını temsil etmiyor. Eski siyasetçi kuşağını temsil ediyor bundan sonra. Ekrem İmamoğlu’nun sakin, kararlı, azimli, Canan Kaftancıoğlu’nun ekibinin o sakin, kararlı, azimli stratejileri… Bu üçü bence son derece önemli. Hem sakin, hem kararlı, hem azimli. Ve aynı zamanda karşı tarafı eleştiren, yani siyasetçiyi eleştiren ama bunu seçmenine indirgemeyen, karşı tarafa oy veren seçmeni o siyasetçiden ayıran bir dil, bir tavır geliştirmiş olmaları, bence önümüzdeki dönemin en önemli siyasal anahtarıdır. 

Bakın, biz Türkiye’de sosyal, etnik, kültürel ve dini kutuplaşmaların sürekli Tayyip Erdoğan’a yaradığı uzun bir 10 yıl yaşadık. Kürt-Türk çatışması da her seferinde Tayyip Erdoğan’a yaradı. Alevi-Sünni çatışması her seferinde Tayyip Erdoğan’a yaradı. Laik-Müslüman çatışması her seferinde Tayyip Erdoğan’a yaradı. Çünkü Türk, muhafazakâr ve Sünni kesimin, bu çatışmalarda otomatik olarak arkasında yer alacağını düşünüyordu. Şimdi muhalefet açık ittifak ve dolaylı desteklerle Türklerin Kürtlere, Kürtlerin Türklere, özellikle HDP’nin Ekrem İmamoğlu’na, İzmir’de Tunç Soyer’e, Ankara’da Mansur Yavaş’a oy vermeleri, diğer taraftan İYİ Parti’nin ve CHP’nin yan yana gelmesi ki bu da Alevi-Sünni çatışmasının bir biçimde sona ermesi anlamına gelir, unutmayın. Ve Laik-Müslüman kültürel çatışmanın siyasal alanda çıkmasının önemli simgelerinden bir tanesi Ekrem İmamoğlu. Yaşamı itibariyle hem modern, hem Müslüman, ailesi ANAP geleneğinden gelen bir toparlayıcı figür. Bir de psikolojik olarak, karakter yapısı itibariyle de buna uygun. Tayyip Erdoğan gibi keser biçer bir kabadayı geleneğinden gelmiyor. Dolayısıyla bütün bunlar bir fırsat. Gerçekten de Tayyip Erdoğan, -bunu Bülent Arınç söyledi yanılmıyorsam- bu seçimleri iptal ettirerek kendi karşısına en güçlü adayı çıkarmış oldu. Onu bütünüyle meşru kılmış oldu. Ama bu sadece Tayyip Erdoğan’ın bir hatası değil, Ekrem İmamoğlu’nun da bu potansiyeli taşıyor olması. 

Şu sözlerle bitirmek istiyorum: 23 Haziran seçiminin sonuçları ne olursa olsun, umarım Tayyip Erdoğan kaybettiği seçimi bir daha iptal ettirme veya seçim öncesinde seçimi gündemden kaldıracak girişimlerde bulunmaz. Büyük bir felakete bizi sürüklemez. Ama bunu tartışmayalım şimdi. Böyle kendimizi korkutmamıza, seçmeni korkutmamıza, ‘’Başımıza büyük felaketler gelecek’’ diye kendimizi korkutup pısıp sinmemize yol vermeyelim. Çünkü diktatörler esas güçlerini halkın ‘’Daha kötüsü başımıza gelecek, felaket daha büyük olacak’’ diye pısmasından alırlar. Hiç öyle bir şey düşünmemize gerek yok. Olursa o zaman çaresine bakarız. O gündeme geldiğinde konuşulması gereken bir durumdur. 23 Haziran seçimleri, Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kaybettiği, kendisinin, demokratik kuralları fiilen ortadan kaldırmasına rağmen, seçmen toplumunun ona demokrasiyi empoze ettiği bir seçim olarak tarihe geçecek mi, geçmeyecek mi, önümüzdeki gündem bence bu.

Pişirici: Son söz Osman Ulagay’da. Osman bey, Ekrem İmamoğlu 6 Mayıs gecesi Beylikdüzü’nde ceketini de çıkartarak yaptığı konuşmada ‘’Herkes konuşacak. Ben sanatçıyım, konuşamam yok, konuşacak. Ben iş insanıyım konuşamam, öyle bir şey yok, konuşacak’’ dedi. Bakıyoruz, aynı günün öğleden öncesinde Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı, yanına CEO’sunu da alarak tebrik ziyaretine gidiyor. Bilahare TÜSİAD, kimileri tarafından eleştirilse de, sıcağı sıcağına bir açıklama yapıyor. Ardından ertesi günü bakıyoruz, AK Parti lideri Tayyip Erdoğan, partisinin meclis grup toplantısında, bu çevrelere zannediyorum, ‘’Haddinizi bilin’’ diye çıkışıyor. Şimdi bir, iş dünyası Ekrem İmamoğlu’nun istediği gibi konuşmaya başlayacak mıdır? İki, yoksa iş dünyası Tayyip Erdoğan’ın sözüne bakıp ‘’haddini bilecek’’ ve susacak mıdır? Hangisi olacaktır sizce?

Ulagay: Benim tahminim, Ömer Koç’un, kararın açıklanmasından hemen önce Ekrem İmamoğlu’na yaptığı ziyaret, kararın öngörüsüyle yapılan bir ziyaret. Yani Ekrem İmamoğlu’ndan mazbatanın geri alınacağı hesaba katılarak yapılmış bir ziyaret. Bunu çok önemsiyorum. Şu nedenle önemsiyorum: Koç Grubu’nun benim gözümde de farklı bir yeri var iş dünyasında. Bütün diğer büyük gruplardan ayırarak söylüyorum. Bütün ailenin geleneğinden, dokusundan gelen bir özelliği var. Bu çok önemli bir çıkış. Yani Ömer Koç’un bu ziyareti yapması azımsanacak bir şey değil. TÜSİAD’ın yaptığı açıklama da, biraz suya sabuna dokunmamaya çalışan bir açıklama ama buna rağmen önemli. Önümüzdeki dönemde artık bu iktidarla ve bu anlayışla devam etmenin ekonomik maliyeti çok yükseldi ve çok açığa çıktı. Yani herkesin görebileceği bir hal aldı. İş dünyasının kendisini de çok zor duruma düşürmemeye çalışarak, en azından bir kesiminin sesini yükselteceği umudunu taşıyorum doğrusu. 

Sayın Erdoğan’ın “Herkes haddini bilecek” sözü çok hoşuma gitti. Bu, sanki çok güzel bir itiraf. ‘’Herkes haddini bilecek’’ kavramının geçmişine doğru gittiğimiz zaman, mesela, İngiltere’de demokrasinin ilk kuruluş döneminde, “Herkes haddini bilecek” lafını o zamanın topraklıları, yani özel sektörü, krala karşı söylemiştir. Krala “Senin haddini bilmen lazım, eğer sen haddini bilmezsen bunun sonuçları olur” şeklinde bir ifadede bulunmuşlardır. İdarenin başındaki kişinin -kralın diyelim- ‘’Herkes haddini bilecek demesi,’’ aslında açıkça ‘’Demokrasi zaten bitmiştir, herkesin haddinin nereden geçtiğini ben tayin ederim’’ anlamına geldiği için de vahim bir sözdür. Ben sözlerimi böyle bitireyim.

Pişirici: Osman Ulagay, Prof. Ahmet İnsel, Prof. Murat Somer, katıldığınız ve değerlendirmelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.  

İnsel – Somer – Ulagay: İyi akşamlar. 

Pişirici: Efendim 190. Medyascope Açık Oturumu’nu burada sona erdiriyoruz. Umarız izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. Haftaya görüşmek üzere, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.