Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Washington’dan Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile birlikte karşınızdayız. Hep aynı konuları yeni gelişmeleriyle konuşacağız. Bir de en sonunda Avrupa’da bu hafta sonu başlayacak olan Avrupa seçimlerini ele alacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Gönül, bitmeyen F-35 ve S-400 krizinde karşılıklı açıklamalar var. Hatta Rusya da bir açıklama yaptı. “ABD’nin tehditleri kabul edilemez” dedi. Cumhurbaşkanı, “Biz erken de almaya çalışacağız” dedi. En son Amerika’da CNBC’de çıkan haber, Türkiye’ye 2 haftalık bir süre verildiği yolunda bir açıklama oldu. En son hangi noktadayız? Kriz çözüleceğe benzemiyor sanki…
Gönül Tol: Benzemiyor Ruşen. Hulusi Akar, “Yaptırımlara hazırlanıyoruz, ama aynı zamanda ABD ile yürüttüğümüz S-400 müzakerelerinde yumuşama var” türünden bir açıklama yapmış. Ben yumuşama ihtimali görmüyorum. Çünkü Amerikalılar çok net. Burada hep bir orta yol bulmanın güçlüğünden bahsettik. Türk tarafı bunu anlayamadı, kavrayamadı. Hep söylediğimiz gibi, Trump’a yatırım yapmaya çalıştı. Berat Albayrak Washington’a geldiğinde Kongre’ye girerken bir arama yapılıyor, ona sinirlenip Kongre’yle görüşme yapmıyor. Bunun arkasında, “Beyaz Saray’da Trump ile resim verdim, Trump bizi önemsiyor, geri kalan hiçbir şeyin anlamı yok” yatıyor. Ben hep bu anlayışın ne kadar sakıncalı olduğundan bahsetmiştim. Nitekim Kongre çok önemli bir rol oynuyor. Elinde dış politika konusunda iki tane araç var. Bir tanesi F-35 gibi savunma sistemlerinin satışında önemli bir aktör. Bir de yaptırımlarda önemli bir aktör. Her iki aracı da Türkiye’ye karşı kullanma konusunda çok kararlı ve Beyaz Saray’ı da ikna etmiş görünüyor. Hulusi Akar’ın söylediği, “Müzakerelerde mesafe kaydediyoruz” sözünü ben çok anlayamadım. Türk tarafı bir parça da endişelenmiş durumda, Kongre’yi angaje etmek için çaba sarf ediyor. Burada Türk hükümetine yakın gruplar taraflar arasındaki diplomatik kanallardan değil ama arka kanallardan yapılan müzakere yürütme çabasına girmiş durumdalar. Kongre’yi angaje etmek istiyorlar, ama tabii bunun için çok geç. Kongre’nin 2 hafta vermiş olması çok önemli. Hele daha evvel hep, “Seçimlerden önce bir şey yapmayalım, Türkiye ile bir gerginlik çıkmasın” anlayışı vardı. Fakat İstanbul seçimlerinden önce verdikleri mühlet Haziran’ın ilk haftasının sonuna kadar, “Bu kararı aldınız aldınız, ya S-400 ü ya F-35’i seçin; bu kararı haziran sonuna kadar almazsanız yaptırımlar geliyor. F-35 programından çıkarılacaksınız. Size söz verilen 100 tane F-35 teslimatı olmayacak” deniliyor. Bunlar çok çok ciddi şeyler ve maalesef Türk tarafı daha yeni bunun ciddiyetini kavramış görünüyor. Tabii bir de bunun ekonomik boyutu var.
Ömer, bu gelinen aşamada ABD bastırıyor. Türkiye inatla, “Aldım, erken alacağım” diyor. Artık Türkiye’nin vazgeçme opsiyonunu tamamen devre dışı bırakmak gerekir mi Ömer?
Ömer Taşpınar: ABD’nin galiba bu konuda son bir ümidi var. Bu nedenle daha sert bir şekilde deadline koyuyor. “Belirli bir zaman dilimi içinde bunu yapmanız gerekiyor” diyorlar. Zannediyorum hala bir ümitleri var ki bu kadar bastırıyorlar. Zamanlama çok önemli bu konuda. Tam İstanbul seçimleri öncesi bir takvimden bahsediyoruz. Yani Türkiye’ye karşı şu anda bu tür bir karar verilse, Beyaz Saray da Kongre’ye yeşil ışık yaksa, bu doları fırlatır. Doların tam seçimlerden önce fırlaması Türkiye üzerinde bir baskı. O nedenle tam vazgeçmediler. Zannediyorlar ki Erdoğan bir şekilde bir formül bulacak. Bu çok gerçekçi gelmiyor bana. Çünkü Türkiye’nin geri adım atması belki de doların fırlaması kadar da bir etki yaratabilir. Türkiye ABD’ye karşı pes etti etkisi de yaratabilir dış politikada. Dolar daha önemli diyelim. Ama ABD vazgeçmedi.
Buradan İran’a geçmek istiyorum. Bugün Reuters’in haberi vardı, görmüşsünüzdür. “Türkiye itiraz ediyor, ama İran yaptırımlarına petrol konusunda harfiyen uyuyor” diyor. Ama biliyoruz ki ABD İran gerginliği sadece bundan ibaret değil. Bu belki güzel bir başlangıç noktası olabilir, olayın Türkiye ile bağlantısı konusunda ne dersin?
Gönül Tol: Geçen haftaki programda söylemiştim zaten, Türkiye retorik olarak yaptırımlara karşı çıktığını söyledi, fakat aslında siyasetine baktığımızda, İran’dan petrol alımını durdurdu. Irak’tan, Rusya’dan, Kazakistan’dan alıyor. Siyaseten aslında bütünüyle uyuyor ABD’nin İran yaptırımlarına. Dikkat edersen son zamanlarda ABD-İran gerginliğinde Türkiye sessiz. ABD bölgeye savaş gemilerini bombardıman uçaklarını gönderiyor ve Türkiye’den benim gördüğüm kadarıyla çok sert bir tavır olmadı. Bu da aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde S-400’lerin ne kadar ciddi bir problem olduğunu, bir de İran konusunda gerginlik yaşayıp ilişkileri daha germek istemediğini gösteriyor. Ama tabii günün sonunda İran ile ABD arasındaki bu gerginlik çok daha ciddi boyuta ulaşırsa bu Türkiye’yi çok etkileyecek bir şey. Eğer İran-Amerika savaşından bahsedecek olursak, sadece Türkiye değil bütün bölgeyi, hatta bütün dünyayı etkileyecek bir gelişme. O noktada gerçekten o yöne mi gidiliyor onu konuşmak gerekiyor. Ben daha evvel söylediğim gibi tarafların birebir birbirine karşı savaş başlatma niyetinde olduğunu düşünmüyorum. Fakat kazara bir çatışma çıkma ihtimali çok yüksek. Hâlâ aynı kanıdayım. Nitekim Pazar günü biliyorsun bir saldırı oldu. Irak’ta ABD’nin Bağdat büyükelçiliğine yakın bir yere roket düştü. Bu da çok ciddiye alındı. İran’a bağlı grupların durumu provoke ettiğine dair algıyı güçlendirmeye çalışıyor Beyaz Saray. Kongre üyeleriyle görüştüm. Kongre şunu soruyor: “Ne gerek vardı bu kadar İran’ı tahrik etmeye?” Amerikan halkı İran ile savaşı istemiyor.
Ama burada sözünü keseyim. Bir araştırmaya göre halkın yüzde 40’ı savaşın olacağını tahmin ediyor.
Gönül Tol: Olacağını tahmin ediyor, evet. Bunu olası görüyor, çünkü bu Amerikan medyasında son haftalarda o kadar şişiriliyor ki… yani sürekli İran konuşuluyor. Öyle bir algı yaratıldı. “Savaşa mı gidiyoruz?” başlıklı paneller düzenleniyor. Medya bunu çok detaylı bir şekilde anlatıyor. Aynı kamuoyu yoklamasına baktığınızda halkın büyük çoğunluğu önleyici bir saldırıyı da istemiyor. “Sadece İran Amerikan askerlerine saldırırsa ABD buna yanıt vermelidir” diyor. Onun dışında Amerikan halkı savaşa karşı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İstersen biraz Ömer ile devam edelim. Ömer, sen ne bekliyorsun? Bir not da düşeyim: Ruhani’nin bir açıklaması var; Ruhani kendisine olağanüstü koşullar yetkisi verilmesini istemiş. Hamaney de izin vermiyor buna. Aynı zamanda İran’daki iç dengeler de yeniden şekilleniyor. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Öyle tabii. Yani düz bir mantıkla hareket edecek olursak, İran nükleer konusunda köşeye sıkışınca, ABD ekonomik baskıyı artırınca, içerideki şahin kanat daha güçleniyor diyebiliriz. Amerika ile, Batı ile ilişki kurmak isteyen daha ılımlı kanat da zayıflıyor. Zaten ılımlı kanat Trump geldiğinden beri zayıflıyor. Bütün ümitlerini Amerika ile yapılan nükleer anlaşmanın katkılarına bağlamışlardı. İran’da ekonomi çok ciddi enflasyon içinde, para birimi çok değer kaybetti. Dolayısıyla halk bu ortamda tabii ki “Batı ile iyi geçinelim” yerine, “Batı’dan hiçbir şey beklemeyelim, sonuçta daha güçlü olalım” diyen radikallerin arkasında durabilir. Bu da hep Amerika’da, “Rejimi güçlendiriyoruz” eleştirisine kapı açıyor. Yani Demokratlar diyor ki: “Trump’ın bu politikaları sonuçta İran’da rejimi güçlendiriyor.” Bir de şu var tabii: Burada yapılan değerlendirmelerde ortaya bir ironi çıkıyor; Trump’ın etrafında şahinler varken asıl savaşı istemeyen kişinin de Trump olduğu yönünde bir ironi. Çünkü Trump bir bakıma bütün bu tondaki tehditleri bir olası görüşmenin başlangıcı, masaya güçlü gelmek olarak okuyor olabilir. Zira Trump’ın böyle bir taktiği var. Zannediyor ki müzakerelerde şirketler arasındaki müzakerelerde olduğu gibi karşısındakini bir köşeye sıkıştırıp elini zorlarsa istediğini elde edebilir. Ama bunu yaparken çoğu zaman o ülkenin kendi iç politikasını gözden kaçırıyor. O radikalleri gözden kaçırıyor. Trump’ın niyeti bundan 10 gün önce söylediği gibi bir telefon beklemek Hamaney’den. Ama masaya güçlü gelip İran’ın da bütün kapitülasyonları kabul etmesini bekleyecek. Yani İran hem nükleerden, hem balistik programdan, hem bölgedeki etkisinden vazgeçmesini… Dolayısıyla İran’ın her şeyden vazgeçmesini bekleyecek. Böyle bir şeyle de İran masaya gelmeyeceği için… Eğer ufukta masaya gelme gibi bir senaryo varsa, o da ABD’yi zorlayarak gelecektir. “Sana zarar verebilirim haa!”… diye gelecektir. Nasıl zarar verebilir? Senin müttefiklerin Suudi Arabistan, Irak, Afganistan’da bazı sorunlar çıkarabilirim” diyecektir. Yani İran’ın da bir pazarlık kültürü var. Onlar da bence masaya gelecekse ABD’nin biraz burnunun kanayarak masaya gelmesini isteyecektir. O nedenle tehlikeli bir sürece girdik.
Bu arada ABD’de seçim dönemine de giriliyor. Kimse İran ile savaşın Trump’a çok büyük bir getirisi olacağını düşünmüyor. Çünkü ABD de işler iyi gidiyor zaten. Ekonomide özellikle işler çok iyi gidiyor. İran’la olası bir savaş senaryosu, bu kazara bile olsa, petrol fiyatlarını fırlatır. Bu Amerika ekonomisine seçim öncesi zarar verir. Kimse de çok ciddi şekilde savaş beklemiyor. Gönül’ün de bahsettiği üzere bir kaza çıkmasından korkuyor.
ABD’nin bir diğer krizine geçelim. Daha büyük bir güç olan Çin’le inişli çıkışı bir ticaret savaşı yaşanıyor ve yine bir karşı atağa geçti ABD. Cep telefonuna vs… Bu sanki düzeliyor gibiydi… Ne oldu, neler oluyor? Ticaretin ötesinde çok ciddi stratejik gerginlik var, değil mi?
Ömer Taşpınar: ABD’nin Çin’le ilişkileri aslında Çin devlet kapitalizmine geçtiğinden beri bağımlılık üzerine kurulu. Yani küreselleşme dediğimiz olgu da bir bakıma ABD ile Çin’in birbirlerine muhtaç olmaları üzerine kurulmuş bir sistem. Bu sistem içinde Çin’in daha korumacı ekonomik yöntemlerle kalkındığı, Amerika’nın da Dünya Ticaret Örgütü’ne Çin’i alarak sistem içinde daha kurallarına göre oynayacak bir oyuncu olarak kabul etmesi çok önemliydi. Trump geldiğinden beri bu dengede sorunlar oluşmaya başladı. Amerika gerçekten de Çin ile ticaretinde açık veriyor. Çin daha merkantilist politikalarla Amerika’ya karşı korumacılık yapıyor. Aynı zamanda Çin Amerikan teknoloji firmalarına da sürekli siber saldırı yaparak onların elindeki teknolojik sermayeyi çalıyor. Bu milyarlarca dolara mal oluyor. Çin’in Pentagon’dan da askerî teknoloji çalmaya çalıştığı, çünkü bazı şirketlerinin ve kendi Savunma Bakanlığı’nın Pentagon üzerinde sürekli siber savaş yürüttüğü de biliniyor. Bütün bunlar ortaya bu karşılıklı bağımlılık formundan daha bir soğuk savaş, demir perde dönemi oluşmasına sokuyor ABD-Çin ilişkilerini. Yani karşılıklı bağımlılık ve ticaret meselesi bir bakıma devam ediyor, fakat son derece ciddi sorunlar var. İki taraf da birbirine yüksek tarifeler ve kotalar koymaya başladı. Bu ABD’de borsayı rahatsız ediyordu. Borsa Çin ile bir ekonomik savaş istemiyor. Demin bahsettiğimiz üzere tam saha pres yaparak masaya getirmeye çalışıp pes ettirene kadar. Borsa bu savaşları satın aldı ve çok fazla tepki vermiyor. Normalde borsanın Çin ile ilişkiler bu kadar kötü giderken çökmesi gerekiyordu, çökmedi. ABD’deki Wall Street yatırımcıları Trump eninde sonunda Çin ile anlaşacak diye kabul ediyorlar.
ABD’nin Huawei denen Çin’in en büyük telefon şirketine getirdiği Google üzerinden bazı sınırlamalar ortaya soğuk savaş dışında teknolojik bir demir perde çekildiğini gösteriyor. Çünkü bu şirket Samsung ile beraber dünyanın en büyük telefon şirketi. Apple’dan çok daha fazla pazar payına sahip. Bunlara ne diyor? “Çin dışında, Avrupa’da, Latin Amerika’da, Afrika’da sattığınız Huawei telefonlarına Google ürünlerini koyamayacaksınız” dedi. Google Amerika’nın getirdiği bu kısıtlamayı kabullendi. Bu telefonlar gmail veya youtube gibi Google ürünlerinden mahrum kalacaklar. Çin kendisi Google’vâri bir şey üretmek zorunda. Karşılıklı bağımlılık tehlikede. Bu tehlikede ise, bu gösteriyor ki Çin’in elinde güçler var. Mesela Çin’in elinde dünya kadar Amerikan tahvili var. Amerika borç içinde bir ülke, borçla yaşıyor. Bu borcun çoğunu da Asya satın alıyor. Japonya Çin satın alıyor. Şimdi Çin elindeki Amerikan tahvillerini satarsa, bu dolar üzerine belirli bir baskı kurar. Bu karşılıklı bağımlılık ortadan kalkarsa Güney Çin Denizi’nde Amerika ile Çin arasında bir kaza çıkması söz konusu olabilir.
Burada Gönül’e şunu sormak istiyorum: Güney Çin Denizi bize uzak, ama Ortadoğu’da Çin’in stratejik hamleleri var mı? Gözükmüyor duyulmuyor. Rusya’nınkileri biliyoruz, ama Çin ilgisiz değildir herhalde. Bu konuda sen bizden daha fazla bilgi sahibisindir. Çin’in bölgemizde nasıl birtakım stratejik yatırımları ya da perspektifleri var?
Gönül Tol: Kesinlikle Çin’in Ortadoğu’ya çok daha agresif girme politikası var. Hatta önceki gün bir panelde konuşuyordum. İlginç bir şekilde Çin’in oynadığı pro-aktif rol konuşuldu. Çin aslında ekonomik rol oynadı bugüne kadar. Yatırımları kullanarak bölgede daha siyasî bağlarını güçlendirecek bir strateji izlemek istediği konuşuluyor. Rusya’nın Ortadoğu’ya daha agresif bir şekilde girme, daha ciddi bir angajman içinde olma politikasını Çin takip ediyor. Çin’in Rusya kadar sofistike bir Ortadoğu politikası olmamakla birlikte, son yıllarda Körfez ve Doğu Afrika dahil olmak üzere Ortadoğu’da ciddi bir aktör olmaya çalıştığı söyleniyor. Hakikaten modern çağda, tabii Çin çok ciddi bir misilleme yapabilir. Daha bu sabah gördüm; Çin de Amerika’nın enerji sektöründe bazı önemli minerallerin Amerikan şirketlerine satışı konusunda kısıtlamalar getirmiş. Şöyle söylüyor analistler: Bu daha başlangıç. Çin daha ciddi bir misilleme yapmaya kalkarsa Amerikan ekonomisi etkilenebilir. Huawei ile yapılan şeyin ne yöne evrileceği Amerikan ekonomisi açısından da önemli. Bu konuda da Trump üzerinde bir baskı kurmaya çalışıyor Amerikan şirketleri. “Bu çatışmayı daha ciddi bir alana taşıma, bundan zarar görürüz” diye… Huawei’nin İran yaptırımlarını deldiği düşünülüyor. Çin hükümeti ile bağlantılı olduğu için bazı casusluk faaliyetleri yaptığına inanılıyor. Fakat bir ekonomik ayağı daha var. 5G teknolojisinde çok önemli bir aktör Çin. Amerika da o teknolojiyi Çin’e bırakmak istemiyor. Trump bunu bir adım ileri götürürse buradaki analistler şundan korkuyor: Amerika daha çok zarar görebilir. Bundan endişe ediyorlar. Geçen yıl yine bir Çin şirketiyle gerginlik olmuştu. Amerika yaptırımlar uygulamıştı ve bir süre sonra Trump dedi ki: “Tamam, biz anlaşmaya vardık, yaptırımları kaldırdık”. Yine bu Huawei ile benzer bir yola girilmesini ümit ediyorlar.
Ömer, kapatmadan önce şu Avrupa’yı bize özetlesene, içimizdeki Avrupa uzmanı olarak. Seçimlere gidiliyor; aşırı sağ partilerin birlikte hareket etme eğilimleri ve çok güçlü şekilde Avrupa Parlamentosu’nda güçlü grup kurma ihtimalleri üzerine konuşuluyor…
Ömer Taşpınar: Yepyeni bir Avrupa çıkabilir ortaya. Zira yüzde 35 oranında bir kazancı bekleniyor bu sağcı popülist partilerin. Sağ ve sol bloklara ve Avrupa’daki siyaseti belirleyen sağ sol gruplara göre çok daha güçlü popülist grup ortaya çıkması mümkün. Bu Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Zira bu popülist grubun ana politikası yabancı düşmanlığı. Türkiye’nin üye olması, Suriye gibi politikalar da, Türkiye’nin alacağı politikalar da çok yakından ilgilendiriyor bu partileri. Şimdi biz İtalya’da 3 ay geçirdik. Bu sağ popülizmin laboratuvarı İtalya. İtalya’daki hükümet sağ ve sol popülistlerden oluşan bir hükümet. En popüler adam da İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Salvini. Bu parti şu anda bir popülist enternasyonal varsa onunda başında gibi. Salvini de bir bakıma Troçki gibi hareket ediyor. Herkesi toplamaya çalışıyor. Milan’da toplandılar geçen hafta. Bunlar çok ciddi bir şekilde geldi. Bunlar Steve Bannon ile çalışıyorlar. Steve Bannon da Trump’ın danışmanı. Roma’nın kuzeyinde bir manastırda, “Hıristiyan ve Yahudi Avrupa’nın köklerini tekrar keşfedelim” diye dersler veriyor. Tarih üzerine konuşuyor, küreselleşmenin ne kadar bela olduğunu, milliyetçiliğin egemenliğin yeniden gelmesi gerektiğini, İslam’ın ne kadar tehlikeli olduğu konusunda seminerler veriyor Steve Bannon. En yakın arkadaşı da Salvini.
Bütün bunlar niye oluşuyor dediğimizde Avrupa’daki göçmen meselesine bakmak gerekiyor. Ama aynı zamanda 2008-09 finansal kriziyle Avrupa’nın mücadele biçimi kemerlerin sıkılması oldu. Bu çok ciddi bir ekonomik darboğaz yarattı. Şu anda Macron dışında bu konularda konuşan fazla bir isim yok ve AB’yi savunabilecek bir politikacı yok. AB’den nefret eden popülistler AB’de kaleyi içeriden fethetme durumundalar. Burada bir istisna var bence; solu bir bakıma ümitlendirecek tek istisna İspanya’daki seçimlerin sosyalistler tarafından kazanılmış olması. İspanya’daki sosyalistler Macron etrafında hareket etmiyorlar. Niye kazandılar? Asgari ücreti yüzde 25 oranında artırdıkları için kazandılar. Yani bütünüyle Keynesci mali politikalarla kemer sıkan değil para saçan bir yere geldiler ve o yüzden bir yere geldiler. AB’nin yapması gereken şey bu kemer sıkan politikalardan kurtulup Keynesçi politikalara dönmek. Aksi takdirde çok güçlü şekilde popülist milliyetçi korumacı Trump ile uzlaşan bir dalga geliyor.
Tabii burada bu dalgaya da özellikle göçmenlerden ya da göçmen kökenlilerden de reaksiyon gelme ihtimali var. Zaten ortada bir potansiyel var. IŞİD ya da benzeri yapıların tekrar Batı’da güçlü bir şekilde eylemler yapma ihtimali var. Ne dersin Gönül? Bu sağ popülizm Avrupa’da aynı şekilde oradaki İslamcı radikalizmi daha da kuvvetlendirir mi?
Gönül Tol: Kesinlikle. Zaten hep bu konuyu çalışan akademinin de temel argümanı bu. Bu iki şey birbirini destekler. “Ne kadar entegre eden bir siyaset geliştirirseniz, radikalizmin önüne daha kolay geçebilirsiniz” argümanı var. Bunun karşıtını gösteren ve savunan vakalar vardır muhtemelen, ama benim şahsî fikrim hakikaten radikalizmle bu sağcı politikaların birbirini besleyen bir tarafı bu. Sağ popülizm güçlendikçe radikalizmi besliyor; radikalizm güçlendikçe sağ popülizmi besliyor. Bu tür bir kısır döngünün içine giriliyor. Avrupa’daki fay hatlarını düşündüğümüzde, en kırılgan yerlerden bir tanesi. En tehlikeli yerlerden bir tanesi.
Kapatırken bir nostaljik bir şey yapayım. Dün Ahmet Davutoğlu iftarda bir konuşma yapmış. Çok kapsamlı bir konuşma yapmış ve metni de yayınlanmış. Orada bizleri yakından ilgilendiren Brunson meselesini hatırlatıyor. Ya suçsuzdu, tutuklanmamış olması lâzımdı, ya da suçluysa bırakılmaması lâzımdı. Bu Türkiye’nin itibarını çok ciddi bir şekilde olumsuz etkiledi. Tabii, biraz geç kalmış bir açıklama; ama bunu şey anlamında hatırlatıyorum: Neleri atlattık, neleri geçirdik; bir dönem ne kadar önemli bir meseleydi. Kaç ay oldu hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor.
Ömer Taşpınar: Darısı s-400’lerin başına.
Ruşen Çakır: Evet, çok teşekkürler Gönül Tol ve Ömer Taşpınar. Bu hafta Transatlantik böyleydi. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.