Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: S-400 & F-35 krizi, ABD-İran gerginliği, Bolton gidiyor mu? AP seçimleri

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile Ortadoğu ve dünya gündemindeki önemli başlıkları ele aldı.

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile. Yine dünya gündemini konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Gönül, önce sana şunu sorayım: İran ile ABD arasındaki gerginliğin en son halini birkaç haftadır konuşuyoruz.  An itibariyle neredeyiz? Ne durumda gerginlik? Yatışmış gibi mi, yoksa sertleşiyor mu?

Gönül Tol: Aslında bir taraftan ABD bölgeye hâlâ asker gönderiyor. Gönderdiği yeni askerlerden ve silahlardan sıkça bahsediyor; ama diğer taraftan, mesela Japonya ile yaptığı bir toplantı vardı Trump’ın, orada şunu söyledi: “Ben İran’da rejim değişikliğinden yana değilim” dedi. Aslında bu İran konusunda, “İran ve ABD arasında bir savaş olur mu?” sorusuna bizim hep söylediğimiz: “İki taraf da savaş istemiyor, ama kazara bir savaş çıkabilir. İki tarafın da karşılıklı bir savaş başlatma niyeti yok” diyorduk. Onu doğrulamış oluyor. Bu tür şeyler bir taraftan tansiyonu düşürüyor, İran tarafını da rahatlatıyor. Tabii diğer taraftan da İranlılar’ın özellikle Avrupa üzerinde baskıyı artırmasına da sebep oluyor. Bence şöyle bir politikası vardı İran’ın: “Trump zaten birkaç yıl sonra gidecek, o yüzden bekleyelim ve bu süre içerisinde de mümkün olduğunca Avrupalı müttefiklerimizi kaybetmemek için nükleer anlaşma ile gelen sorumluluklarımızı yerine getirelim. Bölgedeki siyasetimizi çok da agresifleştirmeyelim ki Avrupalı müttefiklerimiz yanımızda durabilsin” siyaset anlayışı vardı. Fakat bence İran gazetelerine baktığımızda şunu anlıyoruz: Stratejilerini değiştirmiş gibiler; çünkü Trump’ın yeniden seçilebileceğini düşünüyorlar. Amerikan ekonomisi böyle giderse yeniden seçilebilir. Dolayısıyla son zamanlarda stratejilerini değiştirdiler. Avrupa üzerinde daha fazla baskı kuruyorlar. Mesela 60 gün zaman vermişlerdi Avrupalılara. Dediler ki: “Bir çözüm yolu üretmek zorundasınız”. Ve nükleer anlaşmadaki kısmından geri çekileceğini söyledi İran. Şimdi bu tabii ki çok önemli bir şey. İran’ın bütünüyle çekileceğini düşünmüyorum ben. Avrupalıların yine İran’ın yanında durması önemli. Ama Avrupa’ya baskı oluşturmak için bunu yapıyor. Bölgede de şöyle bir siyaset izlemeye karar verdi: Aslında Trump’ın İran’a karşı siyasetini körükleyen bölgesel güçler: İsrail, Suudi Arabistan ve BAE. “O yüzden biz bu ülkelere bölgedeki baskımızı artıralım” kararı aldı İran. O çerçevede de gördük: Suudi Arabistan’a ait petrol tankerlerine saldırılar oldu. İranlılar bu yaptırımlar karşısında yeni bir strateji geliştirdiler ve Avrupalıları çok daha fazla baskı altında tutuyorlar. Tabii önemli olan şu: Bu baskı ne kadar ve nasıl işe yarar? Bugün baktığınızda mesela retorik olarak direnen ülkeler bile yaptırımlara uyuyor — başta da Türkiye. Diğer… mesela Çin var, Güney Kore var, Hindistan var… bunların hepsi yaptırımlara uyuyorlar. Tabii bu da İran ekonomisini çok zorladı. Avrupalılar da şu noktada, her ne kadar “İran’ın yanında duracağız” deseler de güç bir durumdalar. O yüzden bundan sonra bu Amerika-İran gerginliği nereye gider? Orada kazara bir çatışma çıkarsa, her şeyin yönünü belirleyecek. Bir de Trump’ın Japon Başbakanı ile yaptığı görüşmenin sonrasında yaptığı açıklamalar gibi, “Ben rejim değişikliği istemiyorum” türünden açıklamalar biraz daha tansiyonu düşürebilir bence.

Tam o noktada, Ömer, sana İran meselesini Bolton ekiyle sormak istiyorum. Sadece İran değil Kuzey Kore konusunda da Ulusal Güvenlik Danışmanı –ki üçüncü ulusal güvenlik danışmanı, biliyoruz– Bolton ile aynı düşünmediğini söyledi. Çünkü o özellikle İran konusunda çok şahin. Burada İran konusunda iyi polis kötü polis oyunu mu var? Yoksa gerçekten Trump üçüncü ulusal güvenlik danışmanını da kapı önüne koyabilir mi? Ne dersin?

Ömer Taşpınar: İyi polis kötü polis oyunu olması için arada sağlam bir strateji ve koordinasyon olması gerekiyor Trump ile Bolton arasında. Buradaki yorumlardan benim görebildiğim kadarıyla arada ciddi bir koordinasyon yok. Trump bir bakıma kendisi farklı bir telden çalarken Bolton daha sert bir şeyler söyleyebiliyor. Trump’a bu sorulduğunda, “Sanki kaotik bir hava var Beyaz Saray’da. Sizin söylediklerinizle Ulusal Güvenlik Danışmanınızın söyledikleri uyuşmuyor” denildiğinde, “E fena mı canım! İşte, kafaları karışsın biraz İranlıların” gibi cevaplar veriyor Trump. Yani bunu sanki bir müzakere taktiği ve onların strateji geliştirmesine engel olacak bir stratejiymiş gibi göstermeye çalışıyor. Fakat herkes şunun farkında ki aslında Trump’ın kendisi, bir bakıma, kameraların karşısına çıktığında istediğini söylüyor ve ciddi bir koordinasyon, strateji, harmoni içinde yürüyen bir dış politika yok. Trump’ın aslında Bolton’dan çok hoşlanmadığı yönünde yorumlar hep yapılıyordu. Şakavâri, “Bıyıklarından hoşlanmıyor” deniyor hep. O “Şunları kes” diyor. Bizdeki cumhurbaşkanının herkese bıyık bıraktırmasının tam tersi. “Kes şunları” diyormuş. Kesmiyor o da. Onun dışında daha ciddi olan; Bolton son zamanlarda çok gündemde. Herkes ondan bahsediyor. Sanki İran politikası ondaymış gibi. Trump, deli gibi medyaya bakan, sürekli TV izleyen bir adam. Bolton’un ön plana çıkmasından hoşlanmıyordur muhtemelen. Yani kendisinden rol çaldığını düşünüyordur. Dolayısıyla gidici olabilir mi? Olabilir. Bir de Trump savaş istemiyor, Gönül’ün dediği gibi. Buradaki analizler de Trump’ı dengeleyecek birisi kalmadığından çok, “Trump’ın etrafında şahinler var, Trump’ın reflekslerine güveniyoruz” diyorlar. Sonuçta Trump ekonomiyi daha fazla düşünen, piyasaların dalgalanmasını istemeyen, gerek Çin ile ticarî anlaşma olsun gerek Kuzey Kore, gerek İran olsun, bunların Amerikan ekonomisini sallamasını istemeyecek birisi. Japonya’da da buna yönelik mesajlar verdi. “Rejim değişikliği istemiyoruz” dedi. Hatta “Japonya başbakanının İran ile çok iyi ilişkileri varmış, belki arabuluculuk yapar” dedi. Başbakan Abe de “Tabii, biz memnuniyetle İran’la ABD arasında arabuluculuk yaparız” dedi. Yani Trump kendi telinden çalıyor. Bolton’u da yollarsa ileride, hiç şaşırmam.

Gönül, klasik konumuzu unutmayalım: S-400 ve F-35. Bu borsa gibi oldu: İniyor çıkıyor. En son ağır basan görüş, sanki almayacak ya da geciktirecek gibi bir hava oldu. Hatta burada Türk Lirası lehine bir oynama da oldu; ama sonra farklı açıklamalar geldi, “Böyle bir şey yok” diye. Bu arada Reuters, anonim kaynaklara dayanarak F-35 konusunda Türk pilotların eğitiminden vazgeçileceğini de haberleştirdi bugün. Orada en son ne durumdayız? Hâlâ bıraktığımız yerde, “O da olabilir, bu da olabilir” gibi bir durumda mıyız?

Gönül Tol: Evet, ben şu algıdan bahsedebilirim: Buradaki Pentagon, özellikle NATO’da çalışan insanlar, “İşte, önce Haziran diyordu, şimdi Temmuz diyor, acaba Türkiye geri adım atmaya mı çalışıyor?” haberlerini aslında çok da ciddiye almadılar.  “Önemli bir sistem; bu tür kaymalar olabilir, bu Türkiye’nin S-400’den vazgeçeceği anlamına gelmeyebilir” türünden yorumlar yaptılar. Benim gördüğüm kadarıyla S-400 konusunda çok fazla değişen bir şey yok. Sadece bu, hep söylenen, Haziran’ın ilk hafta sonuna kadar bir süre vermişti ABD tarafı: “Patriot konusunda bir karar verin; eğer bunu almayacaksanız F-35’lerle ilgili yaptırımlar devreye girecek” tartışması vardı. O çerçevede bir tartışma sürüyor. O zaman yaklaşıyor. Türkiye nasıl bir adım atacak? Benim edindiğim genel izlenim, yani Türkiye’nin S-400 konusunda adım atmayacağına dair bir yargı var. Çünkü Türk tarafı defalarca aynı şeyi söylüyor, Hulusi Akar çıkıp aynı şeyi söylüyor. Erdoğan, “S-400’ün dışında biz S-500’ü de konuşuyoruz Rus tarafı ile” diyor. Onun dışında, Ruslardan, F-35’in yerini doldurabileceklerini söyleyen isimler var. “Merak etmeyin biz bu boşluğu doldururuz” diyorlar. Dolayısıyla, “Rusya ve Türkiye arasında daha ciddi bir askerî yakınlaşma olur mu?” tartışmalarına baktığımda, bence Washington’da çok bir değişiklik yok. “Türkiye S-400’ü alacak, bundan sonra ne yaparız?”a geliyor? “Bundan sonra NATO’nun geleceği ne olur?” diye tartışılıyor. Ya da “Bundan sonra, hem Avrupa hem ABD Türkiye’yi nasıl angaje eder? Nasıl bir askerî angajman söz konusu olur?” Bunlar tartışılıyor. O nedenle S-400’ün Temmuz’a kaydırılması üzerine, “Türkiye vazgeçiyor mu?” tartışmasına çok kredi verilmiyor burada.

Ömer Taşpınar: Katılıyorum Gönül’ün söylediklerine. Buradaki hava bu; fakat Ankara’da şöyle bir şey olması da mümkün, sizler daha iyi biliyorsunuzdur muhtemelen. İstanbul’daki seçim 23 Haziran’da ve işler AK Parti açısından iyi gitmiyorsa — ki gitmiyor olma ihtimali yüksek, temelde ekonomik nedenle iyi gitmiyor, insanlar “Ekonomik olarak ne değişti?” dediğinde, “Seçimlerden sonra daha da kötüleşecek her şey, dolar daha da fırlayacak, kemer sıkmak gerekecek” derken, şimdi doların düşmesini sağlayacak bir şeyler yapmaları lâzım; doların düşmesini S-400’lerle bağlantılı olarak konuşmak lâzım. ABD yaptırımları geldiğinde dolar birdenbire fırlayacak. Şimdi o yaptırımlar gelmeyebilir. “Birazcık bunu erteleyebiliriz” gibi bir söylem, hele bu Hulusi Akar’dan geliyorsa, bence bu Erdoğan’ın stratejisinden bağımsız düşünülmemeli. “Piyasaları rahatlatmak için bir şeyler söyleyelim ki dolar fırlamasın. Bir de öyle bir mesaj verelim ki Amerika ile ilişkiler de çok kötü değil, öyle IMF’ye muhtaç kalmayacağız yönünde bir hava yaratmak için S-400’leri biraz geciktirebiliriz” gibi bir açıklama yapabiliyor Hulusi Akar. Bunu ben iç politikaya yönelik görüyorum o nedenle.  

Bu söylediğin çok önemli; ama ortada çok ciddi bir stratejik durum var. Yani demin Gönül’ün bahsettiği, Türkiye’nin neredeyse özdeşleşmiş olduğu NATO ile ilişkilerinin çok kırılganlaşması var. Senin söylediğin tabii ki olabilir. Bunu dengeli bir şekilde götürebilirse Ankara tabii ki az zararla çıkabilir, ama çok riskli bir olay değil mi?

Ömer Taşpınar: Bunu dengeli götüremeyecek. Bu stratejik bir hesap değil. Bu şark kurnazlığı. “Birazcık geciktiriyormuş gibi yapalım, şu seçimi çıkaralım aradan, dolar 6,20 iken girmeyelim seçimlere” gibi bir kurnazlık.

Ama buradan bir çözüm çıkmaz, sorun çıkar.

Ömer Taşpınar: Kesinlikle çıkmaz. Bu bir erteleme taktiği.

Gönül, biraz bize İdlib anlat. Yine bu konuda yabancı ajanslar çok haber geçti. Oradaki grupların Türkiye’den yardım istediği, aldığı vs. iddiaları da var. Artık anladığım kadarıyla orası bayağı bir son nokta olarak duruyor önünde — Şam’ın ve bir şekilde Rusya ve İran’ın da. Sen hızlı birtakım gelişmeler bekliyor musun?

Gönül Tol: Zaten bir süredir, Nisan’ın sonundan beri Rusya’nın hava desteğiyle beraber rejim saldırıyordu İdlib’e. Tabii orada her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki orada bir dram yaşanıyor. Hastaneleri bombalıyorlar. Bir sürü sivil öldü, çocuklar ölüyor. Rejimin kimyasal silah kullandığından şüphe ediliyor. Bu tür raporlar var, henüz netleştirilmemiş olsa da. Bu saldırılar devam ediyor, fakat orada yeni olan, bugüne kadar rejimin de taktiği sınırlı bir askerî operasyondu hep. İdlib’i ele geçirecek büyük bir askerî operasyona girişmeme kararı alınmış görünüyordu. Fakat özellikle Rusya’nın oradaki hava üssüne ve rejim güçlerine bazı cihadî grupların saldırmasının üzerine, sanki bir değişiklik yaptılar gibi geliyor. Bu saldırılar artık sınırlı saldırılar olmaktan çok, mesela daha karadan bir hareket başladı. Şimdi bu önemli bir değişiklik. Bir diğer değişiklik de: Türkiye bugüne kadar Rusya’yı hiç suçlamıyordu. Rusya’nın hava desteğiyle yapılıyordu saldırı; fakat Türkiye mümkün olduğunda Rusya’yı eleştirmekten çekiniyordu, hep rejimi eleştiriyordu. Ya da Türkiye’nin desteklediği güçler, muhalif gruplar, buradaki askerî operasyonlarda çok fazla yer almıyordu. Şimdi bu değişti. Türkiye yanıt veriyor. Oradaki muhalif gruplara yeni silah, mühimmat, askerî yardım gönderiyor. Türkiye’nin desteklediği gruplar İdlib’deki çatışmaya müdahil oldular. Bu yeni bir şey. Bunun bana söylediği ise şu: Türkiye daha evvel sessizdi Rusya’ya karşı; çünkü bir müzakere süreci yürüyordu. Yani Rusya’ya şunu söylüyordu: “Bu İdlib’deki tansiyonu düşür” diye baskı yapıyordu. Bugün geldiğimiz nokta şu bu baskı işe yaramamış ve artık Rusya ve rejim için de sabırlar taşmış gibi görünüyor. Türkiye’yi zorlamak istiyor. “Burada bir anlaşmaya vardık, sen HTŞ gibi grupları burada mümkün olduğunca nötralize etme sözü verdin, bunların hiçbiri olmadı; üstelik birkaç haftadır süren saldırıların sonunda, HTŞ ve Türkiye’nin desteklediği ÖSO ve farklı grupların birleştiğini görüyoruz. Birden, birbiriyle hem ideolojik, hem de toprak kavgası yapan gruplar İdlib’de birleştiler. Şimdi bu, Rusya ve Türkiye arasında zaten açılmakta olan o İdlib makasını daha çok açacak bir gelişme. Çünkü Rusya diyecek ki: “Sana bu kadar zaman verdik; HTŞ’yi çıkaramadın, zayıflatamadığın gibi, şimdi daha çok güçlendiler, senin desteklediğin ÖSO’dan gruplarla birlikte çalışıyorlar”. Bu, Türkiye ve Rusya arasındaki makası açacak. İdlib bir turnusol kâğıdı olacak. Rusya ve Türkiye’nin Suriye’deki işbirliğini test eden bir turnusol kâğıdı olacak diyorduk. O kırılma noktasına doğru gidiyoruz. Rejim ne yapıyor? Mümkün olduğunca o İdlib’in güneyinden sıkıştırarak hem sivilleri hem grupları kuzeye, Türkiye sınırına doğru itiyor. Tabii bu hem Türkiye hem Avrupa ülkeleri için çok ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Ayrıca bir de şu var: Okuduğum bir Reuters haberine göre, burada ABD tarafı Tow füzelerini 2017’ye kadar muhaliflere veriliyordu CIA programı çerçevesinde, o 2017’de bitmişti; şimdi anladığımız kadarıyla son İdlib çatışmalarında ABD Türkiye’ye yeşil ışık yakmış. Senin desteklediğin gruplar bu füzeleri kullanabilir demiş ve bu füzelerin kullanıldığını görüyoruz. Şimdi bir de bu denkleme ABD geliyor. ABD bunu bilerek mi yaptı? Bilmiyoruz. Bir şekilde ABD bu tür füzelerin kullanılmasına izin vererek ve İdlib’e müdahil olarak da Rusya ve Türkiye arasındaki makası daha da açmış oldu. S-400’lerin konuşulduğu bir dönemde bu tür adımlarla makas açılıyor. Şimdi konuşulması gereken… Amerika nasıl bir adım atacak? Mesela Trump yönetimi diyor ki: “Kimyasal silah kullanılırsa biz buna müdahil oluruz”. Kongre’den çok baskı var Trump’a. “İdlib’de bir şey yap; orada siviller ölüyor” diye. Şimdi böyle bir adım atıldığında, şöyle bir şey göreceğiz: İdlib’de bir tarafta Türkiye-ABD koalisyonu, diğer tarafta Rusya-Rejim-İran. Büyük konjonktüre baktığımızda bu, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerildiği, “Türkiye Rusya’ya çok yakınlaşıyor” söylemlerinin arttığı bir dönemde oluyor. O yüzden İdlib’de açılan makas, sadece Suriye için değil Türkiye-Amerikan ilişkileri için, Türkiye-Rusya ilişkileri için önemli ve izlenmesi gereken bir durum. 

Çok teşekkürler Gönül. Kapsamlı detaylı anlattın. Benzer bir kapsamlı açıklamayı Ömer’den AP seçimleri için istiyoruz. Çünkü içimizdeki en Avrupalı o. “Sağ popülistler geldiler, geliyorlar, yıkıp geçecekler” beklentisi vardı; ama sanki o kadar olmadı gibi bir izlenim aldım benim gördüğüm kadarıyla. Ne dersin? Abartıldığı kadar bir sağ popülist dalga yokmuş sanki — tabii Fransa çok önemli bir istisna…

Ömer Taşpınar: Dağ fare doğurdu demek için çok erken. Yüzde 30 civarında bekleniyordu, 25’de kaldılar. Ciddi bir başarı için söz konusu, sağ popülistler için. Özellikle Fransa’da Marine Le Pen’in Macron’u geride bırakması, ufak bir farkla; İtalya’da açık ara farkla kazandı, şu anda İtalya ile Brüksel arasında kriz kapıda. Brüksel İtalya bütçesini tekrar müzakere etmek istiyor. Bu Euro üzerinde çok ciddi bir baskı kuruyor. İtalya’da bir başarı var, Fransa’da başarı var. Sağ popülist partiler açısından başarısızlık Almanya’da oldu. Almanya’da Almanya İçin Alternatif (AFD) beklendiği kadar yüksek oy almadı. Bir de Hollanda, Danimarka, İsveç, Avusturya gibi yerlerde beklendiği kadar yüksek oy almadı popülistler.

Almanya demişken, Yeşiller’in istikrarlı bir şekilde tırmanışı var, öyle değil mi?

Ömer Taşpınar: Şimdi tabii ortaya çıkan ikinci büyük durum, Yeşiller’in sol partilerin önüne geçmesi. AP seçimlerinde gördüğümüz şey, solun Avrupa’da artık erimekte olduğu. Özellikle Fransa’da, İngiltere ve Almanya’da sol tarihî bir hezimet yaşadı. Bu sol partilerin yerine artık Yeşil partiler gelmeye başladı. Burada solun çok ciddi stratejik bir başarısızlık içinde olduğunu görüyoruz. Sol partiler 2008-2009 finansal krizi sonrası başarılı bir sınav veremediler. İşçi sınıfını, mavi yakalıları, hizmet sınıfını, alt-orta sınıfı temsil etmek yerine, çok fazla ekoloji ve kültürel, cinsel azınlık konularına –bir bakıma, çokkültürlülük gibi konulara– daha fazla bağlılık gösterdi. Solun ekonomik durumu iyi; solcu dediğimiz partilerin hepsi zengin liderler, üst-orta sınıf tabanı olan partiler. Şimdi bunlar halkla, işçi sınıfıyla, alt-orta sınıfla doğru düzgün bir organik ilişki kuramadığı için o ilişkiyi küreselleşme karşıtı popülist-milliyetçi partiler devralınca, geriye bu ekolojik Yeşil partiler kaldı. Yeşil partiler zaten solun gitmekte olduğu kültürel ve ekolojik alanın orijinal sahibi. 90’lardan beri bunları söylüyordu. Özellikle genç jenerasyon, Fransa’daki, Almanya’daki, İtalya ve İngiltere’deki sol partiler yerine, Yeşil partilere oy verdi. Yeşiller tarihî bir başarıyla yüzde 20 civarı bir oya ulaştılar AP’de. Sonuç olarak gördüğümüz şey, merkez sağ ve merkez solun artık eskisi gibi AP’de güçlü olmadığı. Eskiden merkez sağ ve sol grupları parlamentoda yüzde 55-60 oluşturabiliyorlardı. Bugün 45’lerde kalıyorlar. Bugün Macron’un başında olduğu Liberal gruba ve Yeşil gruba muhtaç durumdalar AB’yi devam ettirebilmek için. Zira karşılarında güçlüce bir popülist-milliyetçi blok var.

Niye bu parlamento seçimi önemli? Çünkü sonuçta gündem Avrupa Parlamentosu’nda belirleniyor ve komisyona adayların seçilmesi konusunda büyük etkisi var. Normalde şöyle bir tartışma oluyor hep: Avrupa Komisyonu’nun icracı üyeleri kim tarafından seçilsin? Bu komisyonu AP’deki partiler mi seçsin, yoksa Konsey mi seçsin? AB Konseyi de devlet başkanlarının bulunduğu, onların komisyona aday gösterdiği bir yer. Şimdi AB Konseyi ile AP arasında bir bilek güreşi yaşanacak. AP paralize durumunda bugün. Merkez sağ ve sol çökmüş durumda. Yeşiller, liberaller ve popülistler çok ciddi oy kazandı. Dolayısıyla onlar kendileri aday gösterirlerse, kim olacağı konusunda anlaşamayacaklar. Konsey’in eli güçleniyor. Ulus-devletlerin Parlamento’ya karşı eli güçleniyor ve onlar komisyonu belirleyecek gibi görünüyor şu aşamada. Ellerinde ciddi bir kriz var şu anda. Çünkü İtalya’daki hükümet, her ne kadar İngiltere gibi Brexit olmasa da –ki İngiltere’de Brexit Partisi kazandı, yani en önemli parti, May’in partisi beşinci sırada kaldı, o da büyük bir hezimet yaşadı–, şu anda bir kriz içinde diyebiliriz AB. Komisyon’un nasıl ortaya çıkacağı, yeni başkanın kim olacağı, komiserlerin kim olacağı konusunda Parlamento ve Konsey arasında ciddi bir bilek güreşi yaşanacak.

Ruşen Çakır: Evet Hindistan da konuşmayı düşünüyorduk, ama artık onu başka seçime bırakalım. Son olarak kapatırken kötü bir haberi buradan duyuralım. Kadri Gürsel arkadaşımız –benim 40 yıllık arkadaşım ortaokuldan beri ve aynı zamanda Medyascope’un düzenli katkı vereni–, denetimli serbestlikten yararlanabilmek için tekrar cezaevine gitti. Normalde yatarı yok. Aldığı cezayı karşılamıştı, ama önce Metris ardından Silivri’ye gideceğini öğrendik avukatından. Birkaç gün içinde çıkmasını umuyoruz. Umarız çok bir sorun çıkmaz. O da tabii tüm bu tartıştığımız hususlar içinde Türkiye’nin ne kadar acı bir durumda olduğunu bize hatırlattı. Kadri’yi en kısa zamanda aramızda görmek istiyoruz. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol’a çok teşekkürler. “Transatlantik”i burada noktalıyoruz. Haftaya buluşmak üzere. Pardon, haftaya bayram var. Buluşamıyoruz tatil nedeniyle. İyi bayramlar dileyeyim şimdiden Ömer ve Gönül’e. Bayram sonrası tekrar buluşacağız “Transatlantik”te.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.