Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: S-400/F-35 Krizi, Doğu Akdeniz’de doğalgaz krizi, ticaret savaşları & ABD siyasetinde TV düelloları

Ruşen Çakır, Washington’daki Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile öncelikle Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunları, Trump’ın Çin ve Meksika ile ticaret savaşlarını, Akdeniz’de giderek tırmanan doğalgaz krizini ve İmamoğlu-Yıldırım tv tartışmasını konuştu.

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

RUŞEN ÇAKIR: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Bayramda bir ara vermiştik. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile birlikteyiz, Washington’la konuşuyoruz. Arkadaşlar, merhaba. Gönül, hemen seninle başlamak istiyorum. Bitmek bilmeyen F-35/S-400 krizini soracağım. Şöyle bir soru sormak istiyorum: İzlemiş olman lâzım, Kadri Gürsel buradaki yayında şunu söyledi: “Aslında Washington Türkiye’ye F-35 satmak istemiyor, olayın esas özü bu” dedi. Katılır mısın?

Gönül Tol: Katılmıyorum Ruşen. Çünkü bence hem bunun rasyonel açıklamaları var, neden ABD yönetiminin Türkiye’nin F-35’in parçası olmasını istediği konusunda; onun dışında, buradaki Amerikan yönetiminden isimler de hep bunun altını çiziyorlar, mesela ABD Savunma bakan vekili Patrick Shannon’ın bir konuşması vardı Kongre’de Mart ayında. Orada Ohio’lu bir Temsilciler Meclisi üyesi –zannediyorum Michael Turner’dı– Shannon’a şu soruyu sormuştu: “Gerçekten Türkiye’yi F-35 programında istiyor muyuz?” Bunu dediğinde çok net bir cevap aldı. “Kesinlikle istiyoruz ve hatta Türkiye’nin bu programın içerisinde olmasına ihtiyacımız var” dedi Shannon. “Aynı zamanda patriot’ları almasına da ihtiyacımız var” dedi. Onun dışında F-35 üretimi yapan Lockheed-Martin’in fonladığı kurumlar var burada. O kurumlarda çalışan analistlerin çok sık söylediği bir şey var: “Biz hiçbir zaman Türkiye’nin F-35 programından çıkarılacağını düşünmedik” diyorlar. “Ne Amerikan yönetiminin yetkilileriyle konuşmamızda ne Pentagon’la konuşmamızda, ne de bizim şirketlerle yapılan konuşmalarda hiçbir zaman biz böyle bir mesaj almadık. Hep aldığımız mesaj şuydu: Birinci günden itibaren Türkiye F-35 programının çok önemli bir parçası oldu. Türkiye o anlamda çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’nin bu programdan çıkarılması sadece Türkiye’nin çıkarlarını zedeleyecek bir durum değil; aynı zamanda bizi de askerî ve finansal olarak zayıflatıp zorlayacak bir durum. O yüzden biz bu konuşmaları, medyaya verilen mesajları hep şöyle yorumladık; yani ABD Türkiye’nin elini zora sokmak için, S-400 konusunda kendi istediği yönde bir karara zorlamak için F-35’i kullanıyor. Türkiye tabii F-35 programından çıkmayı göze alamaz. Bu programa çok önem veriyor; çünkü askerî olarak da bunun bir alternatifi olmadığını düşünüyorlar. ABD’li yetkililer de düşünüyor. Bunun bir alternatifi yok; aynı zamanda Türkiye’ye hem askerî hem finansal getirileri de olacak. O nedenle, Türk tarafı F-35’e çok önem verdiği için, bunu bir koz olarak kullanıyorlar S-400 ve Patriot meselesinde. Ama hiçbir zaman biz yönetimle yaptığımız konuşmalarda bunu hissetmedik. Yani: ‘Aslında Türkiye’yi F-35 programından çıkarmayı istiyoruz, aslında mesele bundan ibaret, S-400’ü bir bahane olarak kullanıyoruz…’, gibi bir izlenim kesinlikle almadık” diyorlar. Ben buna katılıyorum.

Gönül, buna tekrar döneceğiz. Ömer’e bu konuda bir başka soru sormak istiyorum. Ömer, Gönül’ün de bahsettiği, bu Savunma bakan vekili olan kişi bir mektup yazdı Akar’a. Önce mektubun içeriği sonra kendisi görsel olarak da sızdırıldı. Medyada yayınlandı. Çok açık ve net, tehdit olmasa bile sert ifadeler. Nitekim bugün de Hulusi Akar bunların stratejik işbirliğine uygun ifadeler olmadığını söyledi. Esas cevabın üzerinde çalıştıklarını ekledi, ama gayri medeni olduğunu söyledi. Bu mektubun içeriği beklenmedik olmayabilir, ama böyle medyaya servis edilmesi… Bundan ne düşünmemiz lâzım?

Ömer Taşpınar: Belki eskiden ABD Türkiye’nin içinde olduğu siyasî ortamı gözetirdi. Seçim ortamı nedeniyle müdahil olmak istemeyebilirdi; fakat görüyoruz ki artık bu tür endişeleri pek yok ABD’nin. Çok açıktan oynanan bir oyun var. Türkiye’nin kararı ABD açısından önemli. Ve şu anda baskı kurmak ABD açısından mantıklı. Ben de katılıyorum Gönül’e. ABD hâlâ Türkiye’nin S-400’lerden vazgeçmesi için bastırıyor. Bunu seçim arifesinde yapıp tonu şu anda yükselterek bir bakıma bir ekonomik baskı da kuruyor. Yani Türkiye’ye, “Bakın yaptırımlar gelebilir; bu şu anda sadece açılış salvosu, bunun arkasından F-35’lerin iptali gelecek. F-35’lerin arkasından da muhtemelen bu CAATSA yaptırımları gelebilir” diyerek Türkiye’yi ciddi bir siyasî, daha da önemlisi ekonomik baskı altına alıyor. Çünkü bütün bunların piyasalar üzerinde ciddi etkisi var. Dolayısıyla zamanlamayı ABD kendisi seçiyor ve Türkiye’de de bu konuları anlatacak doğru dürüst bir medya olmadığı için, bir bakıma açıktan oynuyor bu oyunu. Türkiye,2deki medyanın gözüne sokmaya çalışıyor, bunları Türkiye’de gündeme getirmeye çalışıyor. Bence yararlı olmuyor, çünkü bu Erdoğan’a anti-Amerikanizm yapmak için, “Biz egemen bağımsız Türkiye’yiz, baskılara boyun eğmeyiz!” demek için de bir fırsat sağlıyor.

Ama Ömer, şu âna kadar beklenenin aksine onu çok köpürtmedi burada iktidar çevreleri.

Ömer Taşpınar: Dediğim gibi, Hulusi Akar bundan bir-iki hafta önce S-400’ler konusunda, “Biraz daha rölantiye alabiliriz” gibi mesajlar da veriyordu piyasalara yönelik. “Hemen bunu almayız” gibi şeyler de söyleyebiliyordu. Yani hükümetin bir gözü, hatta iki gözü doların fırlamasında, ekonomik dinamiklerde.

Gönül Tol: Bir de Ruşen, şunu söylemek istiyorum: Türkiye’deki hükümete yakın medya ciddi anlamda buna odaklanmadı. Bunu çok büyük haber yapmadı. Bence bunun altında yatan birkaç sebep var. Bir tanesi, Türkiye hâlâ F-35’leri alabileceğini düşünüyor bence. Bunun arkasında yatan da daha evvel de söylediğimiz sorunlu bakış açısı. “Biz Trump ile işlerimizi hallederiz; Savunma Bakanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı’nın ne dediğinin bir önemi yok” düşüncesi. Ama bunu çok net gördük. Gönderilen mektupta buna yönelik bir ifade de görüyorum. Türklere şunu da söylüyor bu mektup — Kongre’den bahsediyor: “F-35’ten çıkarılacaksınız, eğitimler sona erecek, ama bunun dışında CAATSA yaptırımları da gelebilir. Çünkü Kongre’de her iki partinin bir konsensüsü var” diyerek şu mesajı veriyor Türklere: “Sadece Trump ile çözebileceğiniz bir mesele değil bu. Bu çok daha büyük bir mesele. Çok başka aktörler de devrede” mesajını veriyor. Fakat Türkiye hâlâ bunu çözebileceğini zannediyor. O nedenle de sessiz. Haziran sonunda G-20 Zirvesi yapılacak Japonya’da. Orada Trump ve Erdoğan’ın görüşüp konuşması bekleniyor. O zirveden önce ve seçimlerden önce bu mektup kamuoyuyla paylaşılmıyor, hem de ABD ile köprüleri çok atacak söylemler gündeme getirilmek istenmiyor bence.

Ömer, Gönül “başka aktörler” dedi ve Kongre’den bahsetti. Kongre de bir karar aldı, biliyoruz. O kararda da “Kıbrıs’ın işgali” gibi terimler de var. Bu işlerin iyice gerildiği anlamına mı geliyor? Yoksa bunlar yine taktik hamleler mi?

Ömer Taşpınar: İkisi de bir bakıma. İşler gerçekten F-35’ler S-400’lere indirilmeyecek kadar çetrefilleşti Türkiye ABD arasında. Bence Kongre’nin tutumu Amerika’daki genel tutumu yansıtıyor. ABD’deki establishment’daki genel tutum Türkiye’nin artık güvenilir bir ortak olmadığı yönünde. O nedenle Kadri Gürsel’i anlayabiliyorum. Sanki Türkiye’nin NATO’da yeri yokmuş gibi bir algılama da var yavaş yavaş ABD’de. “Böyle bir ortak istiyor muyuz? Türkiye ile çalışabilir miyiz? Güveniyor muyuz? Türkiye bize güveniyor mu?” Bütün bunlar önemli sorular. ABD-Türkiye ilişkilerinde tarihî bir kırılmaya doğru gidiyoruz. Bunun Kongre de farkında. Bir bakıma Türkiye’nin yanında yer almak istemiyor. Bu tarihî kırılma ne anlama geliyor? Çok basit. ABD’nin gözünde IŞİD nedeniyle Kürtler çok daha stratejik bir yere geldi. Yani bu IŞİD’e karşı mücadelede YPG/PYD’ye verilen yardım çok önemliydi ABD için. Türkiye için ABD’nin imajı açısından önemliydi. Zira “ABD PKK’ya destek veriyor” konusu Türkiye’de herkesin gözünde bir gerçek olarak oluştu. Türkiye’nin de radikal cihadist gruplarla Suriye’de iş yaptığı, İdlib’de bunlara yakın olduğu bütün dünyanın mâlûmu. Dolayısıyla artık Türkiye ve ABD, bırakın ortak tehdit değerlendirmesinde anlaşmayı, birbirlerinin tehditlerine aktif destek veriyorlar. Yani ABD PKK’ya aktif destek veriyor; Türkiye de cihadist gruplara aktif destek veriyor. Böyle bir algılama var ve Soğuk Savaş döneminde bu iki ülke stratejik ortaktı. Ortak tehdit algılamaları vardı. Sovyetler bir tehditti. Bugün ne ortak tehdit var, ne de o tehdit üzerinden işleyen bir ortak politika var. Burada soru şu: Türkiye’nin alternatifi var mı Amerika’ya, NATO’ya? Bu soruya cevap aranıyor. Bu soruya cevap da Rusya ve Putin değil tam olarak. Çünkü Rusya ve Türkiye şu anda her ne kadar bir askerî yakınlaşma içine girmiş olsa da, şöyle bir baktığımızda, Türkiye dış politikasının hiçbir önemli konusunda Türkiye ve Rusya anlaşamıyor. Bir kere PKK’nın Moskova’da ofisleri var. PKK’yı bir terör örgütü olarak bile kabul etmiyor Moskova. Suriye’de anlaşamıyorlar; Ukrayna’da, Ermenistan-Karadağ’da, Balkanlar’da, Mısır’da, İsrail’de, İran’da anlaşamıyorlar. Rusya ve Türkiye arasında stratejik ortaklık nerede? Bir tek petrol, enerji bağımlılığı, birazcık da ekonomik ilişkiler. Onun dışında, Türkiye’nin Rusya’ya bağlılığı bütünüyle bir anti-Amerikanizm, birazcık da Avrasyacılık. Amerika’ya, “Bizi çantada keklik olarak görme, bizim alternatiflerimiz var” yönünde bir ültimatom. Ama bunun içi bir türlü doldurulamıyor. O yüzden de Türkiye şu anda ABD ile Rusya arasında sıkışmış gibi görünüyor. Ama aslında gerçekçi bir Avrasyacı alternatifi pek yok. O yüzden bağımsız Türkiye gibi sloganların da içi boş. Bağımsız bir Türkiye olması için bağımsız bir askerî sektörü ve güçlü bir ekonomisi olması lâzım. Bunlar yok.

Gönül, konuyu Türk-Amerikan ilişkilerinin biraz uzağına taşıyacağım, ama Amerika’nın da yakından izlediği bir konu, mâlûm: Akdeniz’deki doğalgaz meselesi. Daha önce sen bu konuda çok önemli bilgiler vermiştin. Yine yer yer gerginlikler tatsızlıklar oluyor, karşılıklı mesajlar veriliyor. Öte yandan o doğalgazı ortak çıkaracak olanların kendi aralarındaki sorunların çözüldüğünü, kâr paylaşımı sorunları hususunda aralarında bir mutabakat tesis edildiğini öğrendik. Ne durumda şu anda Akdeniz doğalgazı meselesi?

Gönül Tol: Doğu Akdeniz’de olanlar, deminden beri bahsettiğimiz bu S-400 konusu ve Türk-Amerikan ilişkilerinden çok da bağımsız değil. Hatta bir süredir Kongre’de, Amerika’nın Doğu Akdeniz’de attığı adımlar, orada oluşabilecek bir Türk-Rus cephesini dağıtmaya yönelik olarak görülüyor. Dolayısıyla bire bir bağlantılı. Doğu Akdeniz’de bir cephe oluşmuştu: İsrail, Yunanistan, İtalya, Ürdün, Mısır ve Güney Kıbrıs’ın oluşturduğu bir cephe. Bu ülkeler Doğu Akdeniz Gaz Forumu diye bir forum kurdular. Avrupa ve ABD, özellikle Avrupa Komisyonu bu oluşuma çok önem veriyor; çünkü Rus gazının Avrupa gaz piyasasındaki payını düşürmek istiyorlar. O anlamda da Doğu Akdeniz’de yapılan sondajlama meselesine çok önem veriyor. ABD de benzer şekilde bunu çok destekliyor, hatta Pompeo bölgede bir enerji zirvesine katılmıştı. Amerikan tarafı da Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın başını çektiği Türkiye karşıtı cepheyi destekliyor. Türkiye aslında buradaki argümanlarında haklı. Güney Kıbrıs tarafının hiç kimsenin onayını almadan attığı tek-taraflı adımlar var. Türkiye’nin o bölgede hakları var. Fakat sözünü dinletemiyor. Bunun sebebi de bence bütünüyle dış politikada kendini bulduğu yer. Son derece izole bir noktada. Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın başını çektiği cepheye karşı ise, dışarıdan görünen Türkiye-Rusya cephesi var. Rusya da tabii karşı bu cepheye. Rusya da Doğu Akdeniz’e çok önem veriyor. Burada Türkiye’yi de bypass eden Eastern-Mediterraneen denen bir boru hattı kurulmasına karşı çıkıyor. Amerika bu arada devreye ilginç bir şekilde giriyor. Kongre’de bir süredir çok sık söylenen bir şey var. Deniyor ki: “Biz Doğu Akdeniz’de Rusya’nın alanını daraltmak zorundayız” ve bunun için de Kıbrıs üzerinden gidiyorlar. “Biz Kıbrıs’a 87’de uyguladığımız askerî ambargoyu kaldıralım” söylemi var. Dolayısıyla Amerika’da Kıbrıs Rum tarafını destekleyen, onun tarafında yer alan söylemler Kongre’de çok güçlendi. Çünkü Güney Kıbrıs’ın Rusya ile çok yakın ilişkileri var. Rusya Güney Kıbrıs’ın limanlarını kullanıyor. Amerikan ambargosu yüzünden Kıbrıs’ın Rusya ile çok ciddi askerî bir alışverişi söz konusu. Amerikan tarafı bunu şöyle görüyor: “Biz ambargoyu kaldıralım, Kıbrıs’ı Türkiye’ye karşı destekleyelim.” Çünkü oluşmakta olan bir Türk-Rus cephesi var. Her alanda var. S-400 konusunda da bir ara Türkiye şunu diyordu: “Bunu biz güneye Akdeniz’e konuşlandıralım, böylece Doğu Akdeniz’i de korumuş oluruz.” Hem ABD hem İsrail gibi F-35’i kullanan ülkeler bunu çok büyük bir tehdit olarak algılıyorlar. Aslında Doğu Akdeniz meselesi çok büyük bir jeopolitik çatışmanın ortasında duruyor. Maalesef Türkiye burada kaybeden pozisyonunda. Diğer cephe de kaybediyor. Çünkü Türkiye’yi bu boru hattından dışlamak, Türkiye’nin coğrafi konumu ve altyapısı düşünüldüğünde çok mantıklı değil. Türkiye’ye de çok zarar verecek bir durum. Dolayısıyla burada Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de dışlanmasının Türkiye için çok büyük sonuçları olacak. Sadece ekonomik sonuçları değil, aynı zamanda Kıbrıs meselesinin çözümünde elini zayıflatacak, AB sürecinde elini zayıflatacak, Türk-Amerikan ilişkilerini daha da gerecek, bölgesel konumunu daha izole edecek bir gelişme; o nedenle de ben Doğu Akdeniz’de olanlara çok önem veriyorum. Türkiye’nin o sürecin dışında tutulmasını gerçekten Türkiye’nin bütün bölgesel politikalarının da altını oyacak bir gelişme olarak görüyorum.

Ömer, Trump’ın Çin ile sürdürdüğü, sonra Meksika’yı da eklediği bu ticaret savaşları inişli çıkışlı oluyor. En son Meksika ile galiba bir anlaşmaya varmış, hatta anlaşmanın gizli metnini yanlışlıkla gazetecilere göstermiş diye haberler okuduk. Trump ne yapıyor? Yaptığı manevralarla kazanıyor mu? Yoksa blöf yapıp daha ziyade karşı tarafın dediklerine mi razı oluyor?

Ömer Taşpınar: Amerika’da da senin sorduğun soruyu herkes soruyor. Bu bir strateji mi yoksa bir taktik mi? Ne yapmaya çalışıyor? Şurası kesin: Trump Çin’i bir tehdit olarak görüyor. ABD’nin genel kamuoyunda da yaklaşık on yıldan beri, “Artık Ortadoğu’dan çıkalım, asıl tehdit Çin” diyen bir ortak akıl var. Bu akıl Obama döneminde Çin’i angaje etmek istiyordu. Çin ile herhangi bir şekilde ekonomik savaş yaratmak istemiyordu, ama Çin’i de çevrelemek istiyordu Obama. Obama’nın taktiği neydi? Asya-Pasifik bölgesinde bir serbest ticaret anlaşması imzalamaktı. Çin’i bu anlaşmanın dışında bırakarak, Japonya, Endonezya, Vietnam, Avustralya’yı Amerikan etki alanının içine almaktı. Trump bunu yapmak yerine, son derece korumacı anlaşmalarla, Çin ile ticarî savaş ilan etti. Bu savaşta da Çin daha bağımlı gözüküyor Amerika’ya. Çünkü Çin’in ABD’ye ihracatı GSMH’sinin önemli bir kısmı. Çin ihracat üzerine kurulu bir ekonomik sisteme sahip. Amerika ise Çin’e o kadar bağımlı değil. Çin Amerikan Merkez Bankası’ndan bono aldığı için bir bakıma finansal bir bağ var… ama Amerika’nın eli daha güçlü ve Çin’i zorluyor. Bu açıdan Trump bu ekonomik savaşta Çin’in kendi piyasasını açmasını istiyor. Çin’in Amerika’ya karşı geliştirdiği endüstriyel espiyonajlardan vazgeçmesini istiyor. En son yaptığı hamle ile ABD Çin’e getirdiği tarifeleri yüzde 10 oranında daha da artırdı.

Tam bunlar olurken bir de Meksika cephesi açıldı. Göçmenler meselesi de ABD ve Trump için çok önemli 2020 seçimlerinde. ABD göçmenler konusunu gündeme getirerek zaten feshettiği NAFTA’yı,  Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı daha da zor bir yere getirdi. Meksika’ya, “Eğer güney sınırını güçlendirmezsen ve göçmenlere karşı ciddi askerî önlemler almazsan, sana 3-4 gün içinde yüzde 10’luk bir gümrük tarifesi getireceğim” dedi — bütün Meksika ürünlerine. Bu Meksika ekonomisi açısından ağır bir yenilgi olacaktı. O nedenle Meksika’yı hafta sonu Trump ikna etti. Trump da bütün Amerikan kamuoyuna, “Bakın, ben sert oynayınca böylesine kazanabiliyorum” dedi. Yani “Meksika’yı pes ettirdim” dedi. İlk bakışta Trump sanki ekonomik gücünü mantıklı bir şekilde kullanıyormuş gibi gelebilir, fakat aslında 2-3 aydan beri sorulan soru, Amerika’nın Trump ile nereye kadar bu küresel ekonomik savaşı devam ettirebileceği. Amerikan ekonomisine bunların getirebileceği potansiyel zararlar. Özellikle Meksika cephesinde bu kadar fevrî davranınca bundan Merkez Bankası rahatsız olmaya başladı. Çünkü tüketici güven endeksi ABD’de düşmeye başladı. Amerika’da ekonomi iyi giderken insanlar yavaş yavaş, “Acaba Trump nedeniyle bir ekonomik durgunluğa doğru gider miyiz?” diye sormaya başladılar. Amerika’da ekonomik işler iyi giderken şimdi piyasalarda bir endişe başladı. Merkez Bankası da büyük ihtimalle ekonomik durgunluğa karşı faizleri indirecek. Dolayısıyla Trump açısından aslında zafer gibi gözüken şey bir ekonomik durgunluğa götürebilir ABD’yi. Bu da Trump açısından tehlikeli. Çünkü 2020’de Trump kazanacaksa eğer, bunun tek nedeni olacak, o da ekonominin iyi gidişi. Eğer ekonomi durgunluğa girerse, bir resesyon dinamiği oluşursa –ki Merkez Bankası bundan endişeli– o zaman Trump Biden karşısında –ki muhtemelen Demokratlar’ın adayı Biden olacak– zor bir konuma gelebilir. O yüzden Çin ve Meksika meselesini birazcık da ekonomik durgunluğa götürebilir mi penceresinden izlemekte yarar var.

Gönül, mâlûm, burada, yıllardan sonra iki aday tartışacak Pazar günü: Yıldırım ve İmamoğlu. Tabii tartışma deyince ilk başta ABD akla geliyor. Şu geleneği bize anlatsana. Bu tartışmalar seçimin kaderinde etkili olan şeyler mi yoksa formalite icabı mı?

Gönül Tol: ABD’de gerçekten çok takip edilen ve seçimlerin kaderini değiştirdiği söylenen tartışmalar bunlar. İlki 1960 yılında yapılmıştı. Demokrat Kennedy ve Cumhuriyetçi Nixon arasında o yıl yapılan tartışmada Kennedy’nin gösterdiği performansın Nixon’a karşı seçimleri kazanmasında çok önemli bir rol oynadığı söylenmişti.  Hatta ardından ilginç tartışmalar yapılmıştı. Nixon’ın neden kötü olduğuna dair. Takım elbisesinin rengi, makyaj kabul etmemesi… aslında Amerikan halkının dış görünüşe nasıl önem verdiğine dair tartışmalar… Asıl önemli olan şey bu tartışmaların Amerikan kamuoyunda çok önemsenmesi… hatta 1960’da yapılan tartışma öncesinde Kennedy kamuoyu yoklamalarında geride giderken, tartışmanın ardından birkaç puan artırmıştı. Milyonlarca insan tarafından izleniyor. Ortalama 40-45 milyonun izlediği söyleniyor. 2016’da Hillary Clinton ile Trump arasında yapılan tartışmayı 80-84 milyon insanın izlediği söyleniyor. Bu, anayasa ile belirlenmiş bir durum değil, aslında bir gelenek haline geldi. Tarafların çok önemli kritik meseleleri konuştuğu, kampanya sürecinin sonlarına doğru yapılan tartışmalar ve burada çok önemseniyor.

Türkiye’de tabii böyle bir gelenek… zaten AK Parti dönemiyle birlikte bu tür tartışmaları görmenin imkânı yok. En azından önceden görebiliyorduk. Bunun demokratik kültüre çok büyük katkı sağladığını düşünüyorum. Yıldırım ve İmamoğlu’nun bu tür bir tartışmayı yapacak olmasını da son derece pozitif buluyorum.  Türkiye’de özellikle ana akım medya öyle bir hale geldi ki, insanların artık bilgiye erişimi yok. Alternatif mecralara bakması gerekiyor. Dolayısıyla adayların ne vaat ettiğini, ne tür çözümler ürettiğini gerçekten takip etmek zor. O anlamda ben bu tür bir tartışmanın olmasını çok önemsiyorum. Tabii bu tartışmayı kimin modere edeceği vs. üzerinden çok tartışma yürüyor. Onu ikinci önemli nokta olarak görüyorum ben. Çünkü sonuçta böyle bir platformda karşılıklı olarak vaatlerini anlatacaklar, birbirlerine ve sorulan sorulara yanıt verecekler. Bu yapılması gereken bir şeydi. Heyecanla da bekliyoruz bu tartışmayı.

Ömer, aynı soruyu sana sormuş olayım.

Ömer Taşpınar: Her demokraside olağan, normal olması gereken bir tartışma. Geçen yıl başkanlık seçimlerinde Muharrem İnce böyle bir şey istemişti, Erdoğan da “Bizim üzerimizden prim yaptırmayız” demişti. Bir bakıma, “Onun seviyesine düşmem, ne diye çıkayım?” demişti. Şimdi ne değişti? Binali Yıldırım kendisi karar alan bir isim değil. Yıldırım’a sorulduğunda, “Bunu bir danışayım” dedi. Ne kadar kötü durumda olduklarını anladılar ki bir çaresizlik içindeler bunu kabul ettiler. Artık Ak Parti’nin ben çıkmayacağım deme lüksü yok. Kendini anlatmak istiyor. Öylesine bir öfke birikti ki Türkiye’de, bir bakıma buna mecbur kaldı. Tabii İstanbul için önemli bu; fakat daha önemlisi başkanlık seçimlerinde olacak mı? Erdoğan’ı görecek miyiz muhalefet lideriyle tartışırken? Yeni bir döneme giriyoruz. Bu yeni dönemde artık AK Parti’nin kaçak güreşme lüksü yok; çünkü ciddi bir öfke belirdi ve onlar da sahaya inmek zorundalar. 

Evet, ben de “Erdoğan cumhurbaşkanlığına yeniden aday olursa muhtemelen tartışmayı isteyecektir” diye yorum yapmıştım. Bu gücüyle güçsüzlüğüyle alâkalı bir şey. Kendini güçlü hissettiği zaman istemiyor, güçsüz hissettiği zaman açık olabiliyor. Evet, burada “Transatlantik”i noktalıyoruz. Gönül Tol’a ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.