Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile “Yeniden İstanbul Seçimleri”: Değişenler ve değişmeyenler

Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Yıldırım-İmamoğlu tartışmasını değerlendirdi ve 31 Mart’ın ardından İstanbul’daki kararsız seçmenlerde yaşanan değişimleri, Binali Yıldırım’ın strateji değiştirmesinin nedenlerini ve muhtemel sonuçlarını, 23 Haziran sonrası yaşanabilecekleri anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

İyi günler, Bekir Ağırdır ile bir aradayız. Her seçim öncesi olduğu gibi, yine kendisiyle son düzlükte konuşuyoruz. Maşallah ülkemizde seçim eksik olmadığı için… 

Bekir Ağırdır: Beş yılda sekizinci kere sandığa gideceğiz. 

Evet, dün akşamki tartışmayla başlayacağız konuşmamıza. Ben bir değerlendirme yaptım, onun için ben susacağım, sana soracağım. Tartışmayı nasıl buldun?

Ben spor yorumcuları gibi lâfı sündüre sündüre uzatmayı beceremiyorum, ama kabaca bir iki cümle söyleyeyim: İkisi de çok tutuk, kaygılı ve savunma psikolojisiyle başladılar. İkinci bölümde iş vaat tarafına geldiğinde, biraz daha açıldılar. Çünkü orada ölçü yok, kontrol yok, mihenk yok, vaatlerinizi söylüyorsunuz. Aslında ikisi de hata yapmaktan korkar gibi gergin başladılar. Bu programda hiç konuşmadık, ama benim şöyle bir kanaatim vardı — “Bu tartışma neden yapılıyor?” ya da “31 Mart’tan sonra AK Parti’nin stratejisi değişti” gerekçeleri tartışıldığından beri aynı kanaatteyim: AK Parti, Binali Bey’den olağanüstü bir çıkış beklemediği için, Ekrem Bey’in olağanüstü bir hata yapmasına yatırım yaptı ve bu tartışmayı onun için kabullendi. O nedenle son 1 hafta boyunca –Ordu meselesinde olduğu gibi–, sündür sündüre Ekrem Bey’in sinirlerini bozmaya oynadılar. Ekrem Bey’de de sanki o gerginlik vardı başlarken. Ama tartışmanın geneli için söylenecek şey şu: Birinci tespit, bu kadarcık tartışmadan “demokrasi zaferi” ilan edecek kadar demokrasinin ve siyasî alanın daraldığı günlerden geçiyoruz. İkinci tespit, bu tartışmada ne İstanbul’un 2050 vizyonunu tartıştık, ne bugün göçle kentleşen metropollerin yeni yönetim problemlerini tartıştık. Yoksullukla mücadele programları da yok. Ama yoksullara yardım vaatleri havada uçuşuyor. Üçüncü tespit de, dünkü tartışmayı izleyerek herhangi bir Ekrem Bey veya Binali Bey taraftarı fikrini değiştirip diğer adaya oy vermeye dönmemiştir. Dolayısıyla tartışma böyle bir sonuç üretmezdi zaten. 

Peki. Kararsızlar, tereddütte olanlar için? 

Onda da değişeceğini çok sanmıyorum. Çünkü insanlar aşağı yukarı kararını verdi sanıyorum. Ancak olağandışı bir hata, ağızdan çıkacak kontrol dışı bir söz veya bir belge gibi çok olağandışı bir şey, kanaatleri değiştirebilirdi. Ama ben, bu yenilenen seçim için, kararın 15 gün, 3 hafta önce verildiğine dair bir kanaate sahibim. 

Bu karar vermede akıl mı yoksa vicdan, kalp, bağlılık mı öne çıkıyor?

Adalet ve vicdan. Aslında birkaç dinamik var. Ama önce 31 Mart’ı hatırlayalım. 31 Mart’ta çıkan sonucu, bir kutuplaşma belirledi elbette. Genel meclis oylarından bakılınca iktidar bloku hâlâ %51, %52. İkincisi, burada da çok konuştuğumuz “Negatif kimliklenme” dediğimiz, bu yerel seçime mahsus olan özel, farklı şey; yanında oldukları partiden daha çok, karşı oldukları aday ve parti için bir araya geldiler. Nitekim İstanbul’da Ekrem Bey’in arkasında toplanan oy, özü itibariyle, Ekrem Bey’in, ya da CHP’nin ya da İYİ Parti’nin politika önerileri için değil, AK Parti’nin geriletilmesi uğruna bir konsolidasyon yaşandı. “Negatif kimliklenme” dediğim de bu. Dolayısıyla, AK Parti’den şikâyetçi olan AK Parti seçmeni de, yönelebilme fırsatı olan illerde MHP’ye yöneldi, olmayan yerlerde de bir miktar eksilerek, sandığa gitmedi. 

31 Mart akşamından sonra olanlarda ise tabii ki, Ekrem Bey’in, Canan Hanım’ın, hatta Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Meral Hanım’ın bile duruşlarının, iktidarın bütün o provokatif söylemlerine, hamlelerine rağmen o tartışmaların dışında kalma çabaları ve serinkanlı durmaları ile başka bir süreç başladı. Şöyle bir şey oldu: AK Parti ya da iktidar bloku seçmeni üzerinden bakarsak, iktidar blokunun en büyük sorunu, bir sahicilik yitimi yaşıyor olması. Bu tespiti 31 Mart’tan önce de yapmıştım. Ve hâlâ da bunu halletmiş değiller. Halletme imkânları da yok. Çünkü çok kalıcı yapısal bir sorundan söz ediyorum. Bir yandan, “Beka”, “Zillet İttifakı” diye karşı tarafı ötekileştiren çok sert bir söylem, bir yandan da insanların sokağa çıktıklarında gördüğü işsizlik kaygısı, soğan fiyatı, patates yokluğu vs.. Bir yandan da aşk, sevgi, gönül kelimelerinin bolca geçtiği afişler. Bu üçü arasında bile bir sahicilik yitimi var. 

Şimdi ise AK Parti ilginç bir şey yaptı; 31 Mart’tan sonra tam tersi, hizmete döndü. Bu, önceki tereddütlü seçmeni ikna etmekten daha da çok kafa karıştırdı. Sen de ben de tanıyoruz, burada rahmetli Erol Olçok’u anmadan geçmeyelim. Meğer Erol’un AK Parti stratejilerine ne kadar katkısı varmış. Çünkü AK Parti’nin ve Tayyip Bey’in siyaset tarzının en önemli unsurlarından biri, doğru yanlış bakmaksızın, karar verilen bir yolda, söylemde, stratejide ısrarcılıkları ve kararlılıklarıydı. Halbuki şimdi, bu dönüş bile sahicilik yitimini tamir etmek yerine, aksine abartıyor.

Doğru. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak gibi. 

Aynen öyle. Bir yandan da, AK Parti blokunda daha vahim bir durum var: YSK’nın iptal kararı. Kamuoyu, YSK’nın iptal kararını, gerekçelerinin haklı haksız olup olmadığını çok tartıştığı için detayına girmeye gerek yok; ama başka bir yönü var: Türkiye insanının, siyasete tek müdahale edebildiği mekanizma, seçim. Çok ender olarak bazı ara dönemlerde biraz genişlemeler, soluklanmalar olduysa bile –ki genellikle Türkiye’nin siyaset kültürü de böyle bir şey–, siyasî alanın bu kadar daralmış olduğu, şu anda herhangi bir STK’ya bile “Siyasete karışmayın!” dendiği, medyanın durumu ortada, böyle bir ortamda bile, insanların hayata, siyasete müdahale edebildiği tek mekanizma seçim. “Bizim akvaryum” dediğim kesimde “Halk tepki vermiyor, her şeye katlanıyor” ya da “Toplum balık hafızalı” sözü vardır. Aslında ne katlanıyor ne de balık hafızalı. Sadece, hatırladığı problemle yeniden yüzleştiğinde, o problemle nasıl başa çıkacağını bilemediği için unutmuş gibi yapıyor. Yoksa kimse unutmuyor. Bu topraklarda kimse ne 6-7 Eylül’ü, ne 1915’i, ne Maraş’ı, ne Madımak’ı unutmuş değil. Ama yüzleştiği zaman, ne yapacağına dair elinde hiçbir mekanizma yok. Onun için unutmuş gibi davranmayı tercih ediyor. 

Şu nedenle böyle uzun bir girizgâh yapıyorum: Örneğin “Örgüt” kelimesi. Bu programı İngiltere’de yapsak ben “organization” desem, İngilizler ne anlayacak? Ben “Örgüt” deyince dinleyicinin aklına ne geliyor? Bunu yaratan toplumsal bir bellek var. Nedir o? Bu topraklarda 1000 yıldır hangi hak mücadelesine kalkışıldıysa, “şakî, eşkıyâ” diye başlamıştır, “mülteci, terörist, bölücü” diye kıyılmıştır. Onun için, toplumsal bellek, hak temelli mücadelede ucu kıyıma gidiyor diye kaygılı ve temkinli. O yüzden dayanışma temelli örgütlenme son derece yüksek. 130 bine yakın dernek var; 110 bini dayanışma temelli dernek. Hak temelli dernek sayısı ise 20 bin bile değil. Dolayısıyla, insanların hayata müdahale edebildikleri tek şey seçim. Ve siz seçimde, o insanların kararını, farklı yöntemlerle –hukukî gerekçe olsa bile, herkes biliyor ki siyasî baskıyla– iptal ettirmişsiniz. İster AK Partili, ister CHP’li olsun, bunun, toplumun adalet ve vicdan duygusunu zedelememesi mümkün değil. Zaten o andan itibaren AK Parti kaybetti. 

Peki. Adım adım gidelim. Benim sürekli tekrarladığım bir önermem var: 31 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş insanların, olağanüstü, şahsî bir meseleleri yoksa 23 Haziran’da tekrar ona oy vermeleri garanti gibi geliyor. Katılır mısın?

Kesin. Sayılardan gidelim: 31 Mart’ta 100 İstanbul seçmeninin 17’si sandığa gidip oy vermedi. 3 kişinin oyu geçersiz sayıldı. 39 kişinin oyu Ekrem Bey’de, 39 kişinin oyu da Binali Bey’de. Ya da her ikisinin oyu kabaca 4 milyon 150 bin. Ekrem Bey başlarken minimum 4 milyon 150 bin ile başlıyor.

Minimum? Benim sorduğum tam olarak bu.

Evet. Minimumda buradan başlıyor. Çünkü o insanlar sandığa gidecek. Artı, oy vermeye gitmemiş bu 17 kişinin içinde, HDP ve CHP’lilerden de bir kesim var. Onlar da, “Ekrem Bey olsun, olmasın” diye değil, biraz da, “Seçim kazanılamaz” umutsuzluğuyla, 24 Haziran 2018 seçimindeki hayal kırıklığıyla sandığa gitmediler. Dolayısıyla, Ekrem Bey başlarken minimum 4 milyon 150 bin ile başlıyor ve artısını da konuşacağız. Halbuki Binali Bey 39 kişiyle başlamıyor. Bu 39 kişinin içinde adalet duygusu zedelendiği için, zaten bu kez gelmeyecek bir %10’luk kesim var.

Bunu ölçtünüz mü?

Tabii, ölçümü kabaca söylüyorum. Dolayısıyla, Binali Bey zaten buradan eksiyle başlayacak. Şimdi sorun, buradaki eksiden daha çok, 31 Mart’ta seçime gelmemiş o 17 kişiden kaçının 23 Haziran’da sandığa gideceği ve ne yönde tavır alacağı. Bu 17 kişiden kabaca 10, 11’i özü itibariyle zaten siyasete ilgisiz. Gazetelerin sadece spor sayfasına bakan, spor haberlerini dinleyen, önemli bir kesimi de genç olan, siyasetten ve ülkenin geleceğinden fazla umudu olmayan insanlar. Tabii bunun içinde bir miktar da senin, benim gibi her naneyi bildiğini varsayıp, hiçbir partiyi beğenmeyen insanlar da var. Ama ağırlık, siyaseten ilgisiz olanlarda. Türkiye’nin bu konuda deneyimi var; 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 seçimi arasındaki fark. O zaman ne olduğunu hatırlayalım: Patlayan bombalar, meydanlarda yaşananlardan dolayı, o insanların 5’i, istikrar umuduyla, kaostan, karmaşadan kaçınma umuduyla AK Parti’ye oy verdiler. Ama bu kez, kaosu, karmaşayı üretecek bir pozisyona insan seçmiyoruz; yerel yönetime başkan seçiyoruz. Üstelik bir de, “Daha disiplinli bir hayat” îmâ eden, ekonomi ve siyaset dahil her alanı disiplinle yönetmeye çalışan bir iktidara karşı, o insanlar, bu kez ağırlıklı olarak karşı tarafa yönelecekler. Tabii sandığa gelirlerse. 

O zaman, aranın bayağı açılma ihtimali var. 

Evet var. 

Cumhurbaşkanı’nın geçen akşam apar topar yaptığı grup toplantısında ve başka yerlerde de tekrarladığı –ilk gün söylediğini tekrarlıyor, biliyorsun– “Biz daha çok ilçe aldık, Meclis’in çoğunluğu bizde” sözlerini yenilginin üstü örtülü bir kabulü olarak görmek mümkün mü?

Mümkün tabii. Meselenin bir sürü başka açıklaması da var tabii; ama ben, AK Parti’nin “beyni”, “istişare heyeti” veya “dava arkadaşları” dediği o mekanizmalarda, beyinle beden arasında artık çalışmayan bir ilişki olduğunu sanıyorum. AK Parti dediğimiz mekanizma felç oldu; “İki bacağı var, ikisi de felç oldu” diyorum ben. Bunun iki somut örneği var: Bir tanesi, örgüt. Yani AK Parti dediğimiz örgüt, AK Parti’den önce, 12 Eylül’den sonraki büyük göç hareketi ile kentlerin, metropollerin cami cemaati etrafında dayanışma temelli başlamış, ama sonra giderek siyasîleşmiş bir başka yapılanmaydı. O yapı sayesinde, AK Parti gündelik hayatın bütün sorunlarından haberdar oluyordu ve o sorunlara değen bir cevap üretiyordu. Şimdi bu örgütün yerinde, tamamen çıkar amaçlı olduğu var sayılan veya “Reis’e biat etsin” diye beklenen disipliner bir örgüt var. Gönülden, kapı kapı dolaşan kadınlar yok örneğin. Ya da bütün bu yenilenen kampanyada bile, sokaklarda herhangi bir ilçe örgütünün ağırlığını hissediyor musun? Yok. Ben şunu hatırlıyorum: Mart 2014 yerel seçimlerinden önce, sanırım Eylül ayında, o zamanın İl Başkanı Aziz Babuşçu, “4 milyon 800 bin hanenin kodlandığını ve yarıya yakınını dolaştıklarını, diğer yarısını da 4 ayda tamamlayacaklarını” söylüyor ve bununla övünüyordu. Artık böyle bir örgüt yok. 

AK Parti’nin ikinci bacağı yerel yönetimlerdi. Yerel yönetimler sayesinde hanelere değiyor, her hanenin yaşlı, yoksul, engellilerle ilgili yardım ihtiyacını belirleyip hanelerin derdine bir çare söylüyordu. Genel olarak AK Parti mekanizmasında ise, bu “Reis’e biat” etrafındaki tartışmaların bir kısmı, bir kısmı kendi içlerindeki siyasal İslam’ın entelektüel tartışmaları, bir kısmı Babacan, Davutoğlu gibi muhaliflerin artık daha cesur hareket ediyor olmaları gibi, yerel yönetimler de aynı cesaretle ve aynı güçle sahada değil. Dolayısıyla, AK Parti, ya da Tayyip Bey ve kurmayları, akıl ettikleri, çizdikleri başka bir strateji olsa bile, beden, o beynin komutuna ayak uyduramıyor. 

Tabii, işin bir de devlet tarafı var. FETÖ’cülerin kalkışmasından sonra, devletten temizlenmeleri bir tarafa, daha da önemli bir durum var; Başkanlık Sistemi diye başka bir sisteme geçtik. Ve şimdi anlaşılıyor ki o sistemin mimarî tasarımı elde yok. Hatta eskizi bile yok. Her gün yapbozlarla ona göre bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Dolayısıyla, bürokrasi de çalışmıyor. Saray ya da Beştepe, reel hayattan da, evlerden de, gündelik hayattan da, bürokrasiden veya devlet katında olması gereken istihbarat raporlarını da, “Döviz ne oluyor? Ekonomi nereye gidiyor?” raporlarını bile ne kadar sağlıklı alıyor, belli değil. Her türlü beslenme damarları tıkanmış durumda. Kendi akıl ettikleri stratejide, aynı damarlar terse çalışamadığı için, o komutlar da aşağıya ulaşmıyor. Dolayısıyla, artık bir çöküşün veya kaybetmenin bir başlangıcı bu. Sen bunu başka bir yerden tahlil ediyorsun; “İstanbul Çözülmesi’’ diyorsun vs.. Çünkü işin ideolojik boyutu da var. Çok ciddi şekilde, muhafazakâr dünya, böyle bir fırsatın nasıl heba edildiğini, “Bir arada yaşamı inşa etmek” diye yola çıkıp, var olan bütün düzenleri, kuralları bozarken, tümüyle kaotik bir durum ortaya çıktığını çok ciddi biçimde tartışıyor. Biz söylesek de söylemesek de, kendi içlerinde de bu tartışma var. İşin “güç bozulması”, “yolsuzluk” gibi dedikodu tarafına girmeden söylüyorum. Entelektüel olarak bile bu tartışma o camiada var. Dolayısıyla ciddi bir güç kaybı ve çözülme var. Tabii bunun seçmende bir yansıması var. Çünkü bir yandan ekonomik kriz var; insanlar sokağa çıktığında patatesin, fasulyenin fiyatını görüyor. İşsizlik sayıları meydanda. Bütün bunlar birleşince, AK Parti’de, kutuplardaki buzulların yumuşuyor olması gibi çekirdek seçmeninde ciddi biçimde bir çözülmesi var. Ama bir yandan da, kutuplaşmadan ve negatif kimliklenmeden dolayı, o çözülen insanlar henüz karşı bloka geçmek yerine şimdilik MHP’ye gidiyor veya kenara çekilip oy kullanmaya gitmiyor. Ama bu çözülmenin devam edip etmeyeceğini göreceğiz.

Peki, ara bir soru sorayım: Süleyman Soylu ne yapıyor? Ben, Erdoğan’dan bağımsız, habersiz, onaysız bir şey yapamayacağına inanıyorum. Bir taraftan, Binali Yıldırım bir şey yapmaya çalışıyor. Daha “apolitik” diyelim, İstanbul konuşmaya çalışıyor. Ama Süleyman Soylu bir anlamda olayı trollüyor. İkisinin yan yana gidiyor olmasının…

Bu, stratejinin bir parçası diye düşünüyorum ben. 31 Mart’ta tümüyle “beka” diye yüklenen veya Devlet Bahçeli’nin söylemiyle bütün sistemin ve iktidarın yeniden oylandığı söylenen bir seçimden sonra, şimdi strateji olarak şöyle bir şey tercih edilmiş gibi görünüyor: 1) hizmetlere yaslanmak; 2) Binali Bey’i kavgacı bir pozisyona değil, daha bilge, sakin adam pozisyonuna oturtmak. Ama bir yandan da kavga etmek istiyorlar. Çünkü o kutuplaşmadan nemalanıyor AK Parti. O rolü de Süleyman Soylu’ya vermiş durumdalar; Süleyman Soylu kavga edecek, Binali Bey de daha sakin, mütevazı bir dille hizmetleri anlatacak diye kurgulanmış bir oyun gibi görünüyor. Onun için rahmetli Erol’u andım; 6 ayda bile her gün strateji değiştiriyorlar, taktik denemeye çalışıyorlar. Doğru mu, yanlış mı bilemiyorum, ama ekipleri yenilediklerini kendileri söylüyor.

Cumhurbaşkanı 39 ilçede miting yapacaktı.

Şimdi tümüyle geri çekildi.

“2 miting yapacak” deniyor, ama ortada gözükmüyor. Ortada gözükmemesi…

Çünkü ilk günden itibaren kendileri de bu sonucu görmüşlerdir. Benim samimi kanaatim şu: 31 Mart akşamı, Sayın Cumhurbaşkanı İstanbul’dan Ankara’ya dönerken, sonucu kabullenmişti bence. Fakat onun arkasından, İstanbul örgütü ve bazı siyasîler, Tayyip Bey’in gazabından kurtulmak için işi itiraz ve şamataya çevirdiler. Sonra, moral üstünlük ilk defa muhalefet kanadına geçti. Bu arada 23 Haziran’a giderken en önemli dinamiklerden birisi de bu; 17 yıldır ilk kez, muhalif blok “Bir seçim kazanacağız” diye gidiyor. Ve buna inanarak gidiyor. Daha çarpıcı olan da şudur, bunu bir araştırma bulgusu olarak söylüyorum: 17 yıl sonra ilk defa, AK Parti’ye oy vereceğini söyleyen insanların da neredeyse yarıya yakını, “Muhalifler kazanacak” diyor. Halbuki şimdiye kadar hep tersi olurdu; CHP’ye oy vereceklerin yarısı, “AK Parti kazanacak” derdi. 

“Vereceğim ama kaybedeceğiz” diyorlardı. 

Evet. Ama ilk kez, moral üstünlük muhalefet tarafında. 31 Mart gecesi ve Pazartesi sabahından itibaren moral üstünlüğün muhalefete geçtiğini görünce, Tayyip Bey o moral üstünlüğünü ele geçirmek için bu tartışmayı sürdürdü bence. Ama 3-4 gün sonra bunun iptal edilebileceği fırsatını görünce buna yüklendiler diye düşünüyorum. Sonucun böyle olacağını elbette kestirmemişlerdir. Bu karardan sonra kaç tane araştırma yaptırdıklarını tahmin etmek zor değil, bir bilgileri vardır. 

İkinci kez tekrarlanan seçimin kaybedilmesinin siyasî etkisi daha fazla olmayacak mı?

Evet. Ama bir yandan da şöyle bakalım: İstanbul seçimi kendi başına bir kriz potansiyeli taşımıyor. Ama başka bir durum var; bizim önümüzde, hemen 1 ay sonra bir “S-400 meselesi” var. Önümüzde, sürmekte olan ve 3-5 ay içinde çok daha radikal değişikliklere gebe, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama meselesi ve Suriye meselesi var. 

Bir de ekonomik kriz var. 

Evet, bir de ekonomik kriz var. Bir yandan, siyasal alanın bu kadar daraldığı, her türlü müzakerenin, uzlaşma imkânının olmadığı siyasî bir kriz var. Bir yandan da, biraz önce söylediğim gibi bürokratik bir kriz var. Devletin mekanizmaları ne kadar çalışıyor hiçbirimiz emin değiliz. Çünkü sistem tanımlı değil her şeyden önce. İlla kasıtlı olması gerekmiyor. Dolayısıyla, bütün bu karmaşanın içinde, İstanbul seçimi kendi başına belki bir potansiyel taşımıyor veya bunlar için yeter şart taşımıyor olabilir, ama gerekli tetikleyici görevi görebilir. 

Mesela yeni partilerin önünü açacaktır. 

Evet. Tetikleyici görev görebilir. Bir de, farkın ne olup olmayacağı da belirleyici olur. 1-2 puan farkla kaybedilirse, tartışması olsa bile, idare edilebilir bir tartışma olur. Ama fark 7 puan olursa sindirilmesi biraz zor olur.

7 puanı telaffuz etme imkânı var mı?

Şu anda sayıyla ilgili bir şey söylemeyeyim. Perşembe günü açıklayacağız. Her zaman olduğu gibi, seçimden önceki perşembe bir açıklama yapacağız. 

Açıklayacak mısınız? Geçen sefer yapmamıştınız.  

Yapmadık çünkü teknik bir gerekçesi vardı — siyasî bir gerekçeyle değildi. Teknik gerekçe, ittifaklarla girilmiş, örneğin AK Parti ile MHP’nin rekabet ettiği 51 il var. Rekabet etmediği başka iller var. Hesaplamak mümkün değil.

Perşembe günü bunu açıklayacaksınız yani. 

Tabii ki açıklayacağız. KONDA, tarihi boyunca, 32 yıldır, her seçimden önceki perşembe açıklıyor. Bu perşembe de açıklayacağız. Ama farkın ne olacağı, gelecekteki siyasî tartışmaların dozunu etkileyebilir. 

Biraz da Ekrem İmamoğlu’ndan bahsedelim: 31 Mart öncesi ile 23 Haziran arasında İmamoğlu’nda birtakım değişimler görüyor musun? Burada rahmetli Şerif (Mardin) Hoca’nın “mahalle baskısı” lâfını anmadan geçemeyeceğim; geçenlerde “Ekrem İmamoğlu değişti mi?” başlıklı bir yayın yaptım. Başlığı görünce bir sürü insan tepki gösterdi. İnsanlar bazen değişimi olumsuz olarak algılıyorlar. Ben sana bu soruyu mahalle baskısından arınmış olduğunu umarak sorayım. 

Ekrem Bey’in stratejisine baktığımız zaman; ilk baştan beri “CHP” adını daha az kullandı. Tabii ki afişlerinde logosu filan var ama CHP söyleminden uzak, hatta bazı konularda oldukça farklı ve mümkün olduğunca da “CHP” adını, kimliğini çok öne çıkarmadı. Gerektiği zaman gizlemedi tabii, haksızlık da etmeyelim, ama en azından öne çıkarmadı. “İstanbul İttifakı” ve “İstanbullu seçmenler” diye bir söylemi vardı.  “İstanbullu seçmenler” lâfının altında, HDP ve Kürtler meselesindeki ittifak tartışmaları ya da suçlamaları ile ilgili bir tedbir kokusu da almıyor değilim doğrusu. Böyle bir yol tercih edildi diyelim. 

Parti örgütü Ekrem Bey’in arkasında ne kadar fiilen çalıştı onu bilmiyorum. Çünkü CHP’nin bu konudaki zaaflarını ve CHP içindeki meseleleri de biliyoruz. Bir yandan da, Canan Hanım’ın gerçekten çok samimiyetle uğraştığını hepimiz gözledik; ama bu ne kadar örgütsel bir çabaydı, ne kadarı Canan Hanım’ın kişisel tavrıydı, o ayrı bir konu. Ekrem Bey’in başarısından söz edeceksek, Canan Hanım ve Kemal Bey’den söz etmeden, bütün bu hikâyeyi, sadece Ekrem Bey diye okumak doğru değil diye düşünerek adlarını anıyorum. 

Birincisi, bir yandan yoruldu tabii. Sonuç olarak Ocak ayından beri, 5,5 aydır kampanya yürütülüyor. İkincisi, vaat tarafı tamam, vaat tarafına bir şey söyleyemiyorum. Bütün belediye başkanları kendince bir sürü vaatlerde bulunuyor — proje belediyeciliği, projecilik konuşuluyor. Ama benim önemsediğim kısmı, örneğin, İstanbul’un 2050 vizyonu ne olmalı? İstanbul nereye konumlanıyor? Biraz önce saydığımız, ülkenin o katman katman problemleri içinde “Belediyelerin görevi sadece hizmet üretmek midir? Yoksa bulundukları ilin, o sözünü ettiğimiz problemlerinden kurtulmaları için, adeta o bölgenin yerel başbakanı gibi daha başka vizyonlar, başka ütopyalar, iddialar mı üretmelidir?” sorusunun cevabı, Ekrem Bey’in konuşmalarında yok. Öyle bir iddia da yok zaten. Arkasındaki ekibin, belli ölçekte başarılı oldukları kısımlar olsa bile, ölçeği küçük. Bütün bu hengâme 5,5 aydır sürüyor. Yorulduklarını sanıyorum. 

Bir yandan da beklenmedik bir durum var: Bu süreç başlarken Ekrem Bey’in en büyük handikaplarından biri tanınırlık, bilinirlik meselesiydi. Halbuki şimdi, daha İstanbul ve 23 Haziran hedefi dururken, birtakım salonlarda “2023’te Cumhurbaşkanı adayı olur mu?” diye konuşuluyor. Çünkü bizim entelektüel dünyamız, medyamız ve sermayemiz, problemleri nasıl çözeceğimiz üzerine konsantre olmak yerine, “Kim çözecek?” üzerinden spekülasyona yoğunlaşmayı tercih ettiği için, Ekrem Bey birdenbire, belki de henüz taşımaya hazır olmadığı kadar ağır bir sorumluluğun içine düştü. Üzerinde onun da yorgunluğu olabilir. Dün akşam yayına başlarken gergin başladığını sanıyorum. En azından benim gözlemim o. Halbuki gençliğiyle, vizyonuyla ve bence en büyük meziyeti olan kitlelerin önündeki samimiliği ve sahiciliğine yüklenmek yerine, itiş kakışa yüklenir gibi olunca, o gerginlik ve ondan kaynaklanan yorgunluk yüzüne yansımış olabilir. 

Bir de şöyle bir şey var: İlk günlerde belki değişimdi, ama karşısında 25 yıllık bir statüko var. Kendisi hem daha genç, hem değişim ve dinamizm anlamında özellikle genç kesimleri etkileme konusunda çok daha avantajlı.

Tabii daha avantajlı. Daha avantajlı olması da beklenir. Onun için vaatlere değil, daha çok, söylem olarak da iddiasına yüklenmeliydi bana sorarsan. Ama ilk andan itibaren şöyle bir strateji tercih edilmiş görünüyor: AK Parti ya da iktidar bloku seçmeninden de oy alabilmek amacıyla, “geleneksel kutuplaştırıcı siyasetin dışında kalmak” diye tanımlanan –ki onun da binlerce farklı üslûbu tarzı olabilirdi–, onun yerine, gerektiğinde dindarlığına vurgu yapan, gerektiğinde Atatürk için mevlit okutmak durumundan dem vuran, kendini bu toprakların sentezi gibi gösteren bir imaj çizmeyi tercih ettiler. Sonuçta 5,5 aydır süren bir çalışmayla yoruldular tabii. 

Geçenlerde burada Ahmet Taşgetiren’le bir yayın yaptım. Ekrem İmamoğlu’nun dindarlık vurgularının çok yadırgatıcı görünmediğini anladım. Mesela Deniz Baykal’ın bir çarşaflıya rozet takması gibi değil. 

Doğru. Ekrem Bey bir CHP adayı olarak, muhtemelen ilk kez, daha önce AK Parti’ye oy vermiş seçmenlerden oy alacak. Azdır, çoktur ayrı tartışma. Ama ilk kez, 24 Haziran Genel Seçimleri’nde AK Parti’ye oy vermiş insanlardan oy alacak. MHP’lilerden de ona göre görece, daha yüksek oranda oy alacak. 

İnsanların şöyle bir yaklaşım içinde olduğunu biliyoruz: “Ben CeHaPe’ye değil, İmamoğlu’na oy veriyorum” diyorlar. Bunların, bir sonraki ya da iki sonraki seçimde, CHP’ye oy vermelerinin kapısı açılmış oluyor mu?

E oluyor tabii. Bizim şöyle bir modelimiz var: 57 milyon seçmene baktığınız zaman, her partinin merkezinde bir “çekirdek seçmen” var. İdeolojik olabilir, lider aşkı olabilir, seçmen dürtüsüne bakmaksızın, partiyle seçmen ilişkisi üzerinden bir model olarak söylüyorum, bir çekirdek seçmen var. Onun dışında, “sempatizan seçmen” dediğimiz ikinci bir halka var. Şu veya bu sebeple, partiyle çok gönül bağı yoksa bile, yine de, olan seçenekler içerisinde o partiye oy veren insanlar. Sonra “gri alan” var. Sonra diğer partilerin sempatizanları, diğer partilerin çekirdeği, en sonda da kuş kondursanız asla oy alamayacağınız bir kabuk var. Bizim insanımız –ki hepimiz öyleyiz–, herhangi bir şey için, “Artık bundan hoşlanmıyorum” dediğimiz zaman, çekirge gibi buradan oraya zıplamıyoruz, birer adımlık hareketler yapıyoruz; yani, temkinli durmaya, eleştirmeye başlıyoruz, bir adım geri çekiliyoruz. Bu, evlilikte de öyle, iş ilişkilerinde de öyle. İlk gördüğün faulde birdenbire “Ayrılayım bu işten” demiyorsun, eleştirmeye başlıyorsun. Hareket devam ediyorsa, çekirdekten sempatizanlığa, sempatizanlıktan gri alana geliyorsunuz. Gri alana gelmek demek, aklınızı, gözünüzü, kulağınızı başka bir adaya veya başka bir potansiyel sevgiliye, başka bir potansiyel işe dikmeye başlıyorsunuz demek. Aklınızı, gönlünüzü çelen bir ses veya yüz görürseniz gidersiniz. Aklınızı çelen bir şey görmezseniz, bütün rahatsızlığınıza rağmen, yine bildiğiniz, emin olduğunuz limana geri dönersiniz. Türkiye’de son 12 yıldır yaşanan şey; AK Parti’nin bütün dalgalanmalarına rağmen –“Seçmenle AK Parti arasındaki bir oynaşma” diyorum buna ben– ondan rahatsız oldukça, kararsız bir pozisyona gidiyorlar. Seçim yaklaştıkça, şu veya bu dürtüyle, çoğu zaman da kutuplaşma nedeniyle, yine AK Parti’ye geri dönüyorlar. 

Bizim meşhur bir grafiğimiz var, tam bir “birbirine simetri”; “AK Parti çizgisi”, “Kararsızlar çizgisi”; bir de bunun arasında, hiç oynamadan, neredeyse 15 yıldır dümdüz giden bir “CHP çizgisi”.  Ama şimdi, Ekrem Bey bahanesiyle bile olsa, AK Parti’ye değil de bir başka partiye oy vermiş olan insanlar için çözülme başlamış Demek ki kulağını, gözünü aklını bir yerlere açmış. Eğer Ekrem Bey, Ankara’da Mansur Bey ya da İzmir’de Tunç Bey veya Adana’da Zeydan Bey, başarı üretebilirlerse, projecilikten öte, yeni bir hikâye üretebilirlerse, bu, CHP için de bir fırsat olabilir. CHP de kendi içinde farklı davranmanın yolunu üretebilirse, Türkiye için de bir fırsat olabilir. Sadece CHP’nin oy alması açısından değil. Çünkü öyle birisinin hamlesi AK Parti’yi de değişime zorlar. O zaman ülke siyaseti biraz daha mâkûl bir yere gelebilir, kutuplaşma biraz daha gevşeyebilir. Ama bu sözünü ettiğimiz belediye başkanları, yarın, meclislerdeki çoğunluk iktidarda olduğu için, “İş yapamıyoruz, hükümet bize iş yaptırmıyor” diye bir gerekçeye sığınırlarsa, CHP, son 2-3 yıldaki politika ve söylemlerinde bile değişiklik îmâ eden hiçbir çaba içinde olmazsa, AK Parti iktidar gücünün getirdiği imkânlarla, yeniden politika değiştirerek, ekonomide ve siyasette birtakım hamleler yaparak… seçmenin gönlünü yeniden kazanmak için hamleler yapacağı açık. Bedenle beyin arasındaki o kopukluk buna ne kadar engeldir, değildir o ayrı konu. Bugün öyle yazılar da vardı, sen de okumuşsundur; Tayyip Bey’in bir arayış içinde olduğu anlaşılıyor. 

Bugün Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile bir yayın yaptım. AK Parti içerisinde tekrar parlamenter sisteme dönüş yolu olabileceğini, çünkü bu gidişatın %50+1’i garanti edemeyeceğini, bu nedenle bir arayış içine girilebileceğini ifade etti. Onun söylediği bir temenni mi yoksa gerçekten böyle bir arayış var mı?

Tartışma vardır, ama bu bir arayış mıdır, ondan emin değilim. Türkiye buna dönebilir mi? Ben, dönebileceği kanaatinde değilim. Bu karar kolay değil. Diyelim ki eski bir evimiz vardı, babadan kalma. İkimiz bölüşemedik. İçinde de beraber yaşamayı beceremedik. “Müteahhide verelim, yıkalım” dedik ve yıktık. Şimdi, “Olmadı, müteahhitle anlaşamadık, eski evi yeniden inşa edelim” deme şansı yok. Gerçekçi olalım. Ben mi aykırı düşünüyorum bilmiyorum, ama bizim meselemiz Başkanlık veya Parlamenter Sistem meselesi değil. Mesele, hangisini yapacaksak iyi yapmak; şeffaf, denetlenebilir, demokratik olanı inşa etmek. Başkanlık sistemi olup, demokratik, denetlenebilir, şeffaf olan bir sürü ülke var. Mesele bu değil yani. Buraya gelindiyse ve sistem o kadar yapıbozumuna uğradıysa, bizim meselemiz, bu yıkımı, yaratıcı yıkıma nasıl çevireceğimizin yolunu bulmak. 

Biraz önce kriz katmanlarını alt alta saydım. Bir tane de değil. Böyle bakınca, evet, ülkenin bir beka sorunu var, doğru. Çevremizde olup bitenler meydanda. Ama bu beka sorununu yaratan yarı sebep de, bizim, çevrede olup bitenlere müdahale etme, yönetme biçimimiz. Bunu da anlamamız lâzım. Kendi içimizdeki problemlerin, bu beka meselesine ne kadar etkisinin olup olmadığını da anlamamız lâzım. Bütün bu karmaşanın içinde meselemiz, 2023’te kimin cumhurbaşkanı adayı olması gerektiği tartışması değil. Türkiye, bütün bu meseleden, bu sıkışıklıktan, yeni bir yaratıcı yıkım süreciyle, yeni bir inşa etme süreciyle, hangi referansları esas alarak yeni düzeni kuracak, mesele orada. Başkanlık veya parlamenter sistemi hangi yolla, hangi yöntemle yapacağız? Bu tartışmaya başlayabilsek, bunu taşıyacak insanları buluruz o tartışmanın içinden. Altı ay önce Ekrem İmamoğlu’nun adını kim biliyordu ki? Şimdi herkes “Cumhurbaşkanı adayı olsa kazanır” düşüncesinde. Bu kadar kolay değil mesele. Bizim, “Türkiye’nin geleceğini hangi referanslara göre tasarlayacağımız ve hangi yollarla bunu inşa edeceğimiz” meselesini konuşmamız lâzım. Dolayısıyla, AK Parti, CHP veya Ekrem Bey’in seçim başarısından sonra, her odakta böyle bir tartışma süreci başlayabilirse, yeni imkânlar doğabilir. Böyle bir tartışma süreci başlamazsa, bu kaostan çıkmamız oldukça sıkıntılı olacak.

Bu tartışma bağlamında, Cumhur İttifakı’nın geleceği sallantılı gibi geliyor bana. Çünkü bu beka meselesinin 31 Mart’ta çok fonksiyonel olmadığı ortaya çıktı. 

Doğru. Ama onu, İstanbul seçiminde oluşacak farkın ne olacağı belirleyecek. 1-2 puan içinde olursa pek bir şey olmaz. Sindirmesi zor olsa bile, tartışılır geçilir, bir süre sonra önceliği S-400 gibi meseleler alacak. Ama fark biraz daha büyük olursa, o zaman gerçekten, Devlet Bahçeli ve MHP’nin tercihi veya benim de olduğu gibi, MHP’nin 2020, 2030 Türkiye hayaline göre atacağı adım belirleyecek geleceğimizi. Ama onun da çok barışçı bir adım gibi göründüğünü söyleyemeyeceğim. 

Yani, risk.

Gerginlik temelli. Risk demeyelim, ama gerginlik temelli olduğu açık.

Cumhurbaşkanı’nın, 31 Mart’ın ardından telaffuz edip sonra geri adım attığı “Türkiye İttifakı” seçeneği ya da bir zamanlar çok kullanılan “Büyük İttifak”, “Milli Mutabakat” seçeneği veya önümüzdeki dönemde AK Parti ile CHP’nin yan yana gelme ihtimali var mı?

7 Haziran seçimlerinden önce de böyle bir tartışma ufaktan vardı. “Türkiye bu kadar karmaşık ve katmanlı problemler yumağının içindeyse, bu, ancak büyük bir koalisyonla aşılır” gibi bir umut ve o umudun yolu olarak da AK Parti-CHP Koalisyonu tartışmaları vardı. O dönemde bunu açık açık yazıp çizen bir sürü insan oldu. Şimdi de kulislerde böyle lâflar döndüğünü duyuyorum. Ama kısa vadede AK Parti-CHP Koalisyonu ihtimalini görmüyorum. Her şeyden önce, ekonomik kriz konusunda somut bir adım atmadan böyle bir ihtimal pek yok. Önce, iktidarın ayağını yere sağlam basması, sonra elini ötekilere doğru uzatması lâzım. Şu anda, iktidarın ayağının değdiği bütün katmanlarda sorun var: S-400, Suriye, Doğu Akdeniz, ekonomi meselesi, devlet meselesi, bürokrasi meselesi gibi. Dolayısıyla önce iktidarın ayağını sağlam basması gerekiyor. Bugün bazı köşe yazılarında söz edildiği gibi Tayyip Bey’in böyle bir arayışı varsa da, “O sağlam kaya neresiyse oraya bir adım atsam” diye baktığını sanıyorum. Bu da, hemen bugünden yarına, “Şu olur” gibi spekülatif bir lâfla açıklanacak bir şey değil. 

O zaman toparlayalım. 31 Mart’ta yaşanan yenilgiden dönüş konusunda bir ihtimal görmüyorsun. Zaten 5 gün kaldı seçime.

Çok olağandışı bir şey olması lâzım. 

Cumhurbaşkanı, İmamoğlu-Yıldırım tartışmasına çok anlam yüklemişti. Açıkçası, “Bir şey mi olacak?” diye de merak etmiştik. Hatta birtakım spekülasyonlar çıkmıştı.

Bence Ekrem Bey’in bir hata yapmasına oynadılar. O da yapmadı. Ya da beklenen büyüklükte bir hata olmadı. İkisi için de olmadı. 

“Veri kopyalama meselesinin FETÖ taktiği olduğu konusu üzerinden yürürüz” diye düşünmüşler, ama o da insanların tam olarak anlamadığı bir şey.  

Aynen öyle. 

Bekir, çok teşekkürler. Bekir Ağırdır’la, klasik, seçim öncesi son yayınımızı yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de çok teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.