Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Seçimlere iki hafta kaldı: Bekir Ağırdır ve Ruşen Çakır, Medyascope izleyicilerinin sorularını yanıtladı

Seçim kampanyaları nasıl gidiyor? Kimler ve hangi partiler önde, kimler geride kalıyor? Anketler ne diyor? Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalır mı? Kalırsa ne olur? Yeni TBMM’nin sayısal kompozisyonu nasıl olacak?

Ruşen Çakır ve Bekir Ağırdır, canlı yayında Medyascope izleyicileriyle yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Öncelikle 1 Mayıs’ınızı kutlayalım ve Bekir Ağırdırile yaklaşık bir saat sürecek yayınımızla merhaba diyelim. Bekir, hoş geldin.

Bekir Ağırdır: Emekçi ve işçi bayramın kutlu olsun kardeşim. 

Ruşen Çakır: Eyvallah. 

Bekir Ağırdır: Bütün izleyicilerimizin ve elbette bütün memleketin de.

Ruşen Çakır: Bekir Ağırdır’la, sizin soru ve yorumlarınızla berâber bir yayın yapacağız. Medyascope’un ve benim YouTube sayfalarından, canlı yayının chat bölümünden soru ve yorumlarınızı iletirseniz, ben de bunları Bekir’e aktaracağım ve hep birlikte bir yayın yapacağız. Bekir, izleyicilerimiz yazmaya başladılar; ama önce, bu yayını duyurduğumuz andan itibaren gelen bazı sorular var. En çok sorulan da son günlerde yayınlanan KONDA Araştırma’nın anketlerinin doğru olup olmadığı. Hattâ özel olarak da, “Nagehan Alçı’nın yazdığı anket doğru mu?” diye soruyorlar. Açıkçası, ben okumadım yazısını, ne yazdığını bilmiyorum. Ne dersin bu sorulanlara?

Bekir Ağırdır: Şimdi, bir kez daha aynı geleneksel cümlemi söyleyeyim: KONDA seçimlerden önce herhangi bir anket yayınlamıyor ve açıklamıyor — ta ki seçimden önceki Perşembe günü saat 12.00’de, kamuoyuna kendi ağzıyla, kendi resmî açıklamasıyla duyurduğunun dışında. Dolayısıyla, KONDA kamuoyuna veya herhangi bir gazeteci ya da bir yayıncıya herhangi bir anket vermiş ve yayınlamış değil. Birinci söyleyeceğim şey bu.

Peki, neden böyle yapıyoruz? Her şeyden önce, KONDA’nın bir prensibi var ve hâlâ sürdürüyor bunu. Bizim abonelerimizle bir sözleşmemiz var: Onlara da gizlilik şartı koyuyoruz. O gizlilik şartı bizi de bağlıyor. Dolayısıyla, hukuka saygılı bir şirket olarak, o sözleşmelerin, hukukun, yasal haklarımızın ve çerçevemizin içinde, herhangi bir şey açıklamıyoruz, doğru veya yanlış diye de herhangi bir düzeltme ya da düzeltme gayretine girmek gibi bir şey de yapmıyoruz. O nedenle KONDA’nın, abonelerine verdiği raporlar hâricinde kamuoyuna duyurduğu bir şey yoktur. Yine 11 Mayıs saat 12.00’de kamuoyuna, 7 Mayıs günü seçime dönük en son yapacağımız araştırmanın sayısal bulgularını ve ölçümümüzü de kamuoyuyla paylaşacağız. Onun dışındakiler bizi bağlamıyor, onlara dedikodu diyorum. 

Ruşen Çakır: Çok hoşuma giden bir soruyu aktarayım — hattâ bu soruyu Antalya’daki bir toplantıda da seninle tartışmıştık. Soru şu: “Bekir Bey neden sürekli ikinci turun Kılıçdaroğlu için zor geçeceğini söylüyor? Elinde ne gibi doneler var?” Ben bu konuda sana îtiraz etmiştim biliyorsun; bana vahiy yoluyla gelen fikre göre, ikinci turun Kılıçdaroğlu’nun lehine olacağını söylemiştim. Ama senin birtakım tereddütlerin vardı. Hâlâ aynı noktada mısın?

Bekir Ağırdır: Aşağı yukarı bütün tereddütlerim geçerli. Neydi o tereddütlerim? Bütün bu program boyunca ve yine başka programlarda beni izleyen ya da yazılarımı okumuş olan arkadaşlar bilirler ki, biraz önce çizdiğim çerçeve içinde, bu seçime dönük, öyle çok nokta atışı birtakım sayılar kullanmadan, bir genel eğilimi anlatmaya çalışıyorum. O genel eğilim nedir? Gerçek sorunlardan, ekonomik sorunlardan, siyâsal gerilimlere dâir beklentilerden, değerlendirmelerden baktığımız zaman, muhâlefetin, muhâlefet fikriyâtında olan seçmenin %60’lara yakın olduğunu, 58-60 aralığında olduğunu, iktidar yandaşı seçmenin de %40 mertebesinde olduğunu hep söyledim. Sorun, muhâlefetin bunu bir araya getirip getiremeyeceği. Sâdece KONDA’nın değil, diğer arkadaşların, meslektaşların, şirketlerin kamuoyuna açıkladığı anketlerden de gördük ki, o 60 bir araya gelebilmiş değil. Şimdi de o 58-60’ın içinde Muharrem İnce var, Sinan Oğan var. Dolayısıyla aslında başa baş bir yarış sürüyor diyebiliriz. Ama burun farkıyla da, evet, muhâlefet önde diyebiliriz — işin bir yanı bu.  

Yine bu araştırmalarda, “Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalır mı? Kalırsa ne olur ya da kalırsa senin tercihin ne olur?” diye sorulduğunda, kamuoyuna yansıyanlarda da görüyoruz: Seçim ikinci tura kaldığı zaman, yayınlanan anketlerde %60 diye bir oran görmedim. Sâdece, geçen hafta diğer meslektaşların yayınladığı 7-8 araştırma var; onların da hiçbirinde muhâlefetin ya da Kemal Bey’in %53’ten fazla potansiyeli olduğunu görmedim. Elimde bir sayısal delilim yok elbette. Ama benim o tereddütlerimi çoğaltıyor. Çünkü ikinci tur bir muhâsebe işlemi değil. Yani: “Birinci turda Kemal Bey’e şu kadar oy verildi, Muharrem Bey’e bu kadar oy verildi, Sinan Bey’e bu kadar oy verildi. İkinci turda bunları toplayacağız %55 olacak. %55-45 Kılıçdaroğlu kazanacak”. Böyle bir muhâsebe işlemi konuşmuyoruz. İkinci turun belli handikapları var. Birinci handikap, özellikle muhâlefet açısından ya da iktidârın avantajına gibi olacak olan bâzı durumlar var. Birincisi, yine bu kamuoyuna yayınlanan anketlerde de, KONDA’nınkilerde de 1 puan eksiktir 3 puan fazladır, ama esas îtibâriyle şu anlaşılıyor: Eğer bugünkü gibi hava devam ederse, yani önümüzdeki 2 haftada çok büyük kırılmalar sıçramalar olmaz ise, Parlamento’da bu 3 bloktan ya da 3 büyük ittifaktan herhangi birinin 301 milletvekili olma ihtimâli çok düşük görünüyor. Yani Parlamento’da 3 ittifak da kaydadeğer biçimde milletvekili sayısına sâhipler, ama en azından Cumhur İttifâkı da, Millet İttifâkı da tek başına 300 milletvekiline sâhip görünmüyor. Parlamento’da yasa yapabilmek için bile, her seferinde iki ittifak aktörünün bir araya gelmesi, yeni bir uzlaşma üretmesi gerekiyor. Bu, teorik olarak Türkiye için târihî fırsat da olabilir. Yani siyâsetin uzlaşma, üretme kültürünü genişletmesi, hayâtın böyle bir zorunluluğu dayatması netîcesi Türkiye için târihî fırsat olabilir ve siyâset, uzlaşma kültürüne daha yaslanan işler yapabilir. 

15 Mayıs sabahı bu tablo karşımızda olduğu zaman, seçmenin büyük bir kısmında, sâdece iktidâra ya da Tayyip Erdoğan’a oy verenlerin dışındaki kesimlerinde de, “Acaba ülke bir istikrarsızlığa mı gider?” gibi bir kaygı güçlenebilir — ki böyle bir kaygı, hükûmetin ya da iktidârın, Cumhur İttifâkı’nın çok işine gelir biliyorsun. Çünkü onlar bütün söylemi Türkiye’nin güvenlik ihtiyâcı üzerinden kuruyorlar ve birlik berâberlik dedikleri şey, tekleşmek, tek tipleşmek. Dolayısıyla bu tablonun ürettiği bir handikap var. Yani iktidarda, 20 yıldır iktidâra yakın bir yerde duramamış muhâlefetin, bütün iktidar kadrolarına ya da yönetim kadrolarına doğru kadroları koyup, ama yasal desteği olmayan ve sürekli olarak uzlaşmalar üretmeye ihtiyâcı olan bir tablo, seçmende bir tereddüt oluşturabilir. Ama bu tereddüt kaç puana karşılık gelir bunu söylemek mümkün değil elbette —birinci unsur bu.  

Tereddüdümü besleyen ikinci unsur, iktidârın yapacakları ya da yapabilecekleri. O 15 günde, iktidar kanadının; bugünden bile, örneğin Alevîlik meselesini, kimlik mesajını meselesini, din meselesini, Ayasofya Camii’nden çekilmiş reklam filmiyle yüklenilen ya da 14 Mayıs’ı bir “siyâsî darbe” olarak tanımlayan bir iktidar kanadının, böyle bir Meclis dağılımı ortaya çıkmışken, iki tur arasındaki sürede, söylemindeki cüretkârlığın, hoyratlığın ya da sertleşmenin boyutunu kestirebilmek de mümkün değil. Ve o hoyratlık, cüretkârlaşma ya da kas gücünü kullanarak siyâsî alanın üzerinde üreteceği baskının, iktidar lehine ve aleyhine kaç puan sonuç üreteceğini de kestirebilmek mümkün değil. Dolayısıyla evet, senin dediğin gibi şu ihtimal elbette var: Yani sandıklar patlayabilir; tam tersine muhâlefet %60 da toplayabilir. Elimizde bunu destekleyecek bir örnek var: Yerel seçimlerde, 31 Mart’la 23 Haziran arasında Ekrem Bey’in lehine oluşan o 8 puan fark. İnsanların adâletsizliğe, hiçbir sağlıklı rasyonel gerekçesi olmayan seçim iptaline seçmenin tepkisi. Böyle bir ihtimal de elbette vardır. Ama bir yandan da, iktidârın yapacaklarına karşılık da elimizde bir örnek var: 7 Haziran 2015’le 1 Kasım 2015 arasındaki, %41’den AK Parti’nin yeniden %50’ye gelişi. 

Tabiî ben tereddüdümü besleyen unsurları söylüyorum. “İllâ bu olur” demek falcılık. Yazı tura atacak hâlimiz yok sonuç olarak. Ama bu işin ikinci tura kalmadan birinci turda bitmesinin, ülkenin selâmeti, kaos ve karmaşa olmadan değişikliğin başarılması açısından çok daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Tam bunu soracaktım Bekir. İzleyicilerimizin çok sorduğu bir soru bu. “Seçimin ilk turda bitme olasılığı nedir?” diye soruyorlar. Hattâ bâzıları, “Kesinlikle ilk turda biter” diyor ve ilk turda biterse, Kılıçdaroğlu kazanarak biter diye düşünülüyor.

Bekir Ağırdır: Doğru. İlk turda Erdoğan”ın kazanma ihtimâli neredeyse yok gibi bir şey. İktidârın hiçbir şey kaybetmediği düşünülüyor ya? Hattâ zaman zaman, kamuoyunda da, “İktidârın oyu hiç mi gerilemiyor?” diye soruluyor. Gerilemez olur mu? 2015’ten bu tarafa, her seçimde 3 puan, 5 puan azalarak geliyor. Hele AK Parti ve MHP toplamından bakarsak, bugün de görünen şey, işte maksimum ulaşabilecekleri potansiyelin şimdilik %45’ler mertebesinde olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla birinci turda Tayyip Bey’in kazanması çok güç görünüyor. 

Peki, Kemal Bey kazanabilir mi? Orada kritik unsurlardan birisi, Kemal Bey’den daha çok, Muharrem İnce ve Sinan Oğan’ın alacakları oy. Demin de söylediğim gibi, o %58-60 potansiyelden onlar da besleniyor. Sinan Bey’inki biraz daha farklı. Sinan Bey, aldığı her 10 oyun 5’ini, diyelim potansiyel Cumhur İttifâkı seçmeninden alıyorsa, 5’ini de Millet İttifâkı seçmeninden alıyor. Ama Muharrem Bey’in durumu öyle değil. Muharrem Bey’in aldığı oyun neredeyse tümü potansiyel muhâlif seçmenden. Ama bildiğimiz eğilimler var: Bir tânesi, Muharrem Bey’i işâret eden seçmen, en azından yarısı, yani anketlerde “Muharrem İnce” diyen 10 seçmen varsa 5’i, hayatlarında ilk defâ oy kullanacak 18-24 yaş aralığındaki seçmenler. Sâdece siyâsî değil, sosyolojik, kültürel bütün gençlik araştırmalarından da biliyoruz ki bu gençler “Muharrem Bey” derken, Muharrem Bey’in iddialarını, Memleket Partisi’nin programını bilerek ya da Muharrem Bey’in yönetim kapasitesine bakarak oy veriyor değiller. Muharrem Bey’in neye karşı olduğuna bakarak ona destek veriyorlar. Bu gençlerin neden yana olduklarını bilmiyoruz; ama neye karşı olduklarını biliyoruz. Neye karşılar? İktidâra karşılar; onu biliyoruz. 

Buradaki sorun, Muharrem Bey’in ve Sinan Bey’in anketlerde görünen oylarının nedeni –bir dönem %10, %8, %9 gibi farklı sayılar vardı ortalıkta–, bir, bu kızgınlık olduğu için; yani bir iddiaya inanarak pozisyon almak değil de, olanlara ya da seçeneklere tepki olarak orada olmaları nedeniyle, seçime doğru bir miktar gerilemesi beklenir. Yani o anketlerde, Muharrem Bey’in oylarının %3-4’lere, Sinan Bey’in oyunun da %1-2 aralığında bir yerlere doğru gerilemesini bekliyorum. Bu gerileme gerçekleşirse, anketlerde gördüğünüz o eksilen, “Muharrem İnce’ci” dediğimiz o gençlerin, iktidar karşıtı olduklarını bildiğimiz için gelip iktidar lehine oy vermeyecekler; onu söylemek mümkün. Sandığa gittiklerinde Kemal Bey’e oy vereceklerini tahmin etmek mümkün. Ama “Sandığa giderler mi?” sorusunun cevâbını henüz bilmiyoruz. O yüzden, Kemal Bey’in birinci turda kazanma ihtimâli Tayyip Bey’e göre daha yüksek. Şu anda araştırmalarda görülen farkın ya da eşitliğin ne olduğundan bağımsız olarak, Muharrem Bey ve Sinan Bey’in oylarındaki azalma –sandıktaki oylar değil, anketlerdeki oylardan söz ediyorum–, anketlerdeki desteğin, eğilimin azalma ihtimâli, Kemal Bey’in lehine çalışıyor. Dolayısıyla eğer seçim birinci turda biterse, Kemal Bey’in lehine bitecek. Ama şu 15 günde çok olağanüstü şeyler olursa; meselâ Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları var, kamuoyuna uyarıları var, o tür beklenmedik, birtakım olağanüstü şeyler yaşanırsa, onları tabiî ki bugünden söyleyebilmek mümkün değil. 

Ruşen Çakır: İzleyicimiz Altay Ünal, “2018’de gördüğümüz üzere büyük mitingler ters tepebiliyor. Endîşeli muhâfazakârların kenetlenmesi söz konusu oluyor. Yapılan bu mitingler bu seçimde ters teper mi, yoksa bu seçim farklı mıdır?” diye sormuş. Bir başka izleyicimiz de, “Dün İzmir’de gördüğüm heyecan, 2018’de Muharrem İnce’nin mitinginden çok farklıydı. ‘Kemal Bey kazanıyor’ gibi bir his oluştu çoğunluğun içinde. Siz ne düşünüyorsunuz İzmir Mitingi hakkında?” diye sormuş. Bugün Fehmi Koru da yazmıştı bununla ilgili, belki görmüşsündür: “Bu miting, tamam, çok iyi, güzel de, ters tepebilir mi acaba?” demiş. “Teper” dememiş de “Tepebilir mi acaba?” demiş.

Ben şu gördüğün amele yanığını dünkü İzmir Mitingi’ne borçlu olan birisi olarak, açıkçası ikinci izleyicimizin sanki daha haklı olduğu kanısındayım. Çünkü İzmir’deki mitingde, Ahmet Davutoğlu da vardı, Ali Babacan da vardı, Temel Karamollaoğlu da vardı, Meral Akşener de vardı, Mansur Yavaş da vardı. Hani Atatürkçüler’in çıkıp da dindarlara Meydan okuduğu bir miting değildi. Sen ne dersin?

Bekir Ağırdır: Ben de sana ve izleyicimize yakın düşünüyorum. Anlamlıydı. Onun için geleneksel bir miting etkisi kalıbı içinde değerlendirmek çok mümkün değil. Meselenin iki boyutu var. Birisi, “Karşı tarafı tetikler mi tetiklemez mi?” meselesi. Bu kaygının ya da bu söylemin gerekçesi nerede yatıyor? Bütün araştırmalarda, özellikle KONDA’nın bütün araştırmalarında, benim bütün yazılarımda, söylemlerimde, programlarda ısrarla altını çizdiğim bir şey var: Kutuplaşmanın aşk ilişkisi bozuldu. Yani seçmenin ya da herhangi bir kültürel kümenin kendi temsilcisine olan sadâkati, aşk ilişkisi bozuldu; ama büyük hareket gerçekleşemiyor, çünkü karşı tarafa olan nefret ilişkisi hâlâ diri. İnsanlar aşkından dolayı orada bulunmuyor ya da o partiye olan güvenleri arttığı için kendi partilerinin etrâfında bir coşkuyla değil, karşı tarafa olan nefret ya da ayrımcı söylem ve bakışla duruyorlar. Yani bizim “negatif kimliklenme” ya da “negatif kutuplaşma” dediğimiz şey. Dolayısıyla evet, bu soru o anlamıyla geçerli. Yani bu tür mitingler ya da bu türden söylemler karşı tarafı konsolide eder mi? Evet, hâlâ bunu edecek bir duygusal durum var ortada.

Nitekim elimizde yine bir örnek var: Ekrem Bey’in, Mansur Bey’in, 2019’da hem Ankara’da hem İstanbul’da seçimi kazanırken başardıkları şey, diğer tarafın seçmenlerinden alabildikleri oydan daha çok, diğer tarafı konsolide edecek ve kendi adaylarına sâhip çıkacak bir duygusal ortam yaratmamış olmalarıydı. Şimdi Ankara’da bir anket yapsak ve “Ankara’da Mansur Bey’in karşısındaki aday kimdi?” diye sorsak, muhtemelen Ankara seçmeninin yarısı o adayın ismini bile hatırlamayacak. Çünkü Mansur Bey de, Ekrem Bey de o kadar dikkatli bir dil kurdular ki o negatif duygusal ortam oluşmadı. 

Son İzmir mitingindeki ikinci unsur ise bence şu: Önemli olan, muhâlefetin başardığı şeyde en büyük sermâyesi, seçmenin önüne koyabildiği, aslında ülkede bütün bu kutuplaşmaların içindeki bütün kimliklerin ve kutupların temsilcisi sayılabilecek partilerin bir araya gelmesi ve bir ortak hedef için uğraşmaları. Yani, güçlendirilmiş parlamenter sistem ya da demokrasi inşâsı veya toplumsal uzlaşmayı târif etmeleri. Ama bunlar metinlerinde olmakla berâber ve eylem biçim olarak da altısı da aynı masanın etrâfında oturmalarına rağmen, bu söylemin rûhunu, duygusunu, coşkusunu seçmene tam anlatamamışlardı. Hattâ benim Millet İttifâkı’na ve Kemal Kılıçdaroğlu’na en büyük eleştirim buydu. Yani asıl seçmeni etkileyecek olan, oy vermek için AK Parti’den ya da Cumhur İttifakı’ndan çözülüp de Kemal Bey’e, Millet İttifâkı’na doğru harekete geçirecek olan söylem ve iddia, bu farklı kimliklerin ve partilerin bir araya gelerek bir ortak demokrasi, bir toplumsal barış ve huzur, toplumsal uzlaşma hedefinde bir araya gelmeleriydi ve seçmene bunu anlatmalarıydı. Halbuki sen de ben de biliyoruz ki, 6 aydır ya da son 3 aydır veya son 1 aydır bile bütün kampanya, ekonomik vaatler üzerine yürüyor. Yani asıl anlatmaları gerekeni anlatmamışlardı. 

Ama dün İzmir’de yapılan şey tam da bu. Her şeyden önce, eşleriyle çıkışları, hem de hepsinin birden orada oluşu bir sâhicilik ve samîmiyet katıyor. Bence iki üç tâne değil, bundan sonraki 14 gün boyunca her mitinge, her televizyon programına böyle 8’i birden gelseler ve her seferinde seçmen artık yeni ekonomik vaatler, asgarî ücreti ne yapacakları, emeklilere ne ikrâmiye vereceklerinden daha çok, niçin bir aradalar ve niçin “Türkiye’nin ihtiyâcı olan bu bir aradalıktır” meselesini anlatabilseler. Bunu anlattıkları ve seçmeni iknâ ettikleri zaman, zâten ”HDP de onları neden destekliyor?” “Onlarda PKK’lı mı var?”, “Şu mu var bu mu var?” gibi saçma sapan tartışmalar da gündemden düşecek, seçmenin zihnindeki dürtüler ve motivasyon değişecek. Onun için, ben İzmir Mitingi’nin Millet İttifâkı adına olumsuz değil olumlu sonuçlar üreteceğini sanıyorum.

Ruşen Çakır: Beki,r çok sayıda izleyicimiz KONDA adına yayınlanan anketlerde İYİ Parti’nin diğer anketlere göre yüksek olduğunu söylüyorlar. Sen tabiî yine bunu baz alarak cevap vermeyeceksin, ama Bekir Ağırdır olarak, sen İYİ Parti’yi nasıl bir yerde görüyorsun? Çünkü önce oylarında bir yükseliş oldu, sonra bir düşüşe geçti. Hattâ 3 Mart krizinin ardından 5 yıl önceki oy oranının altına düştüğü bile söylendi. Sence gerçekten böyle bir olgu var mı, ne dersin?

Bekir Ağırdır: Bir kere, sâdece İYİ Parti değil… Aslında DEVA ve Gelecek partilerine bir arada bakarak, İYİ Parti bir adım önde. “Bir adım daha önde” derken, daha fazla önem vermeyi kastediyorum.  Neden böyle dediğimi de söyleyeceğim. Üçünün bir arada şöyle bir fırsatı ve şansı vardı: Bunu daha önce yine seninle yaptığımız yayınlarda da konuştuk. Biraz önce sözünü ettiğim o duygusal kutuplaşma ortamında, evet, AK Parti’den kopan bir seçmenin CHP’ye olan karşıt duygusu hâlâ o kadar güçlü ki AK Parti’den CHP’ye geçen bir seçmenden söz etmek neredeyse mümkün değil. Ama İYİ Parti, DEVA ve Gelecek, o seçmenin kimliği, kültürü ve ideolojilerine daha yakın bir yerden siyâset yapan partiler. Dolayısıyla AK Parti’deki ya da iktidar kanadı olarak AK Parti ve MHP’deki çözülme… ki ekonomik durumun, yönetim sisteminin gidişâtı, keyfîlik, yoksulluk… bütün hikâyelerden dolayı da iktidar kanadının 2018’e göre gerilediğini söylemek mümkün. Kaç puan olduğu ayrı bahis. Zâten bunun için herhangi bir araştırmaya da gerek yok. Ama o çözülen seçmen CHP’ye gelemiyor. CHP’ye gelemeyince, İYİ Parti’nin, DEVA’nın ve Gelecek Partisi’nin bu konuda müthiş bir şansı ortaya çıkıyor. Ve nitekim Meral Hanım’ın, “Ben Başbakan olacağım” derken kurguladığı strateji, biraz da bu duygu hâlini görerek orada bir potansiyeli görmek ve CHP’ye yakın, hattâ belki CHP kadar oy alma şansını zorlamaktı. Ama DEVA ve Gelecek de o alana tâlip olarak vücut buldular. Nitekim aslında Altılı Masa’nın kalkışı oturuşu, o aralarındaki gerilimlerin içindeki problemlerden birisi de, kelimeler kamuoyuna karşı hiç böyle kurulmamış olsa da, bu üç partinin aynı seçmen tabanından alacakları pay üzerindeki rekabetin ürettiği duygular ve birtakım söylemlerdi. 

Fakat ne oldu? DEVA ve Gelecek, kamuoyunun beklediği gibi bir destek, bir canlanma ya da bir güçlenme süreci yaşayamadı. Neden yaşayamadığı apayrı bir program tartışması. Ama esas îtibâriyle, kendilerine yüklenen o misyon ya da kamuoyunun beklentisini karşılayacak bir güce gelemediler. Bırakın KONDA’nın araştırmalarını, DEVA’nın veya Gelecek Partisi’nin 5 veya 7 puan aldığını gördüğümüz kamuoyuna yayınlanmış herhangi bir anket ben görmedim. Sizler gördünüz mü bilmiyorum. Hattâ bugün, kendilerinden beklenen katkıyı bile üretemiyorlar; neredeyse %1’ler bile söz konusu değil. “İYİ Parti bir adım önde” demem de bu yüzden zâten.  İYİ Parti doğal olarak bir önceki seçimde vücut bulmuş, %10 oy almış ve Meral Hanım’la berâber kentte seçmenlere, kadınlara hitap eden, demokrasi söylemini de öne koyan, ideolojisinden ve o ülkücü tabandan ayrışarak, milliyetçi ama aynı zamanda Atatürkçü bir çizgi diye târif ettikleri bir siyâsete dönmeye çalışan bir partiydi. Ve nitekim evet, KONDA’nın araştırmalarında, kamuoyuna yayınlananlara göre kıyasla, biz biraz daha yüksek oranlarda bulduk. Yüksek derken de hiçbir zaman 20 olmadı elbette; ama 11 de değildi. Ama 4-5 Mart’taki o kalkış, öfkeli ya da duygusal tepki, bir güven problemi üretti İYİ Parti için. Sonuçta ne oldu? Bugün, “Tayyip Erdoğan’la Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki fark 8 puan” denemiyorsa ya da “Fark 5 puan, tamam bitti bu iş” denemiyorsa, bunda sâdece Kemal Bey’in eksikliği yok. Bunda aynı zamanda İYİ Parti başta olmak üzere, DEVA ve Gelecek Partisi’nin kendilerine düşen rolleri de yerine getirememelerinin nedeni var. Dolayısıyla, evet, İYİ Parti öyle bir güven bunalımına düştü; ama DEVA ve Gelecek, hâlâ o canlanmayı üretecek yeni bir siyâsî strateji de üretemedikleri için, İYİ Parti’nin yeniden 11’lerden yukarılara doğru tırmanması beklenebilir. 

Elimizde bir matematik var, izleyiciler kâğıt kalemi alıp kendileri de yapabilirler hesâbı. Tersten gidelim, sınırlar aşağı yukarı belli: Birincisi, Cumhuriyet Halk Partisi 35 olamıyor, 30 da olamıyor. İkincisi, toplamda “Kemal Bey kazanacak” temennîsinde olan ya da o beklenti olan izleyicilerimiz şimdi geriye doğru yazsınlar. Kemal Bey’in ya da Millet İttifakı’nın %51 oy alması için, CHP diyelim ki % 30’a ulaşmış olsa bile, geri kalan % 21’i kimler nasıl alacak? Matematik belli. O nedenle, evet, İYİ Parti öyle bir güven problemi yaşadı; ama önümüzdeki 2 haftada da, şu geçtiğimiz 2 haftada da bir miktar daha yükseleceğini sanıyorum. Ama yine de o 4-5 Mart’tan önceki %17-18 oranlarına çıkabilir mi ya da kendilerinin hayal ettiği, stratejik hedef olarak kendilerine koydukları %20’lere çıkabilir mi ondan emin değilim. Ama bugünkü anketlerden görece bir miktar yükseleceğini beklemek mümkün. CHP’nin de, DEVA ve Gelecek partilerinin listeleri nedeniyle, bir de bu ittifak meselesi ve her ilde farklı kombinasyonlar olması nedeniyle, araştırmaların da işi zor. Çünkü hangi partinin oyunu nasıl hesaplayacağımıza dâir teknik bir problem var karşımızda. Ama Millet İttifâkı üzerinden baktığımız zaman, Cumhur İttifâkı aşağı yukarı bu 42-43’lük potansiyeli de, 45’e kadarlık maksimum olan hacmini tamamlayabilse bile, Millet İttifâkı da en fazla %40-42’ler civârında dolaşıyor. 

Bir de tabiî Emek ve Özgürlük İttifâkı var. Onun için izleyiciler de aslında tersten hesâbı yaptıklarında, üç aşağı beş yukarı partilerin hâli bu. Ama burada benim için sürpriz olan, Gelecek Partisi için çok sürpriz değil belki ama DEVA Partisi’nin de bu kadar düşük seviyede kalmış olmasıydı doğrusunu istersen. Ama en azından şimdilik DEVA ve Gelecek partilerinin Millet İttifâkı’na katkıları, Gültekin Uysal’da da olduğu gibi son derece düşük şu anda. 

Ruşen Çakır: Ben dün “Siyâsette kaybedenler kulübü” diye bir yazı yazdım ve yazının sonuna DEVA ve Ali Babacan’ı da ekledim. Bâzı izleyiciler çok kızmış. Ama ben özellikle DEVA Partisi’nin ilk yakaladığı rüzgârı muhâfaza edemediğini…

Bekir Ağırdır: Evet. O bile zâten daha beklentilerin altındaydı — ki doğaldır zâten. Bir parti daha kurulmadan, “Anketlerde %8 oldu, %12 oldu” diye bir şey olmaz. Her parti meselesinde, her yeni aday tartışmasında, 13 yıldır, 15 yıldır aynı şeyleri konuşuyoruz. Bir parti daha kurulmadan %5’ten %10’dan başlıyor demek gerçekçi değil sevgili izleyiciler. Sonuçta %1-2’den başlar, evet, ama belli bir tempo yakalaması lâzım. Gelecek Partisi o tempoyu zâten hiç yakalayamadı. DEVA ise o tempoyu bir miktar kıpırdattı, ama şimdi geriye düştü. O zaman, Millet İttifâkı’nın, örneğin Kemal Bey’in seçilebilmesi için, DEVA, Saadet, Gelecek partilerinin gidip Çankırı’da, Kastamonu’da, Tokat’ta çalışması lâzım. Halbuki DEVA ve Gelecek İstanbul’a afiş asıyor. 12-13’er milletvekili de CHP listesine yazılmış durumda. O milletvekili isimleri nasıl seçildi seçilmedi, kendi örgüt içi rekabetleri ayrı, CHP için propaganda yaparım yapamam diyen, duygusal ambargoları olan parti teşkîlatları ayrı meseleler, bir de üstelik ellerindeki sınırlı kaynağı da İstanbul’da kampanya yapmaya ayırıyorlar. DEVA ve Gelecek partilerinin İstanbul’da kampanya yapmalarının bir anlamı yok ki. Yapmaları gereken, Tokat’ta ya da Zonguldak’ta çalışmaları. Dolayısıyla, o beklenen katkılarından öte, Millet İttifâkı’nın farklı kombinasyonlarının bir araya gelişinin sinerjisi oluşmuyor — sorun da o zâten. Herkes anketlere kızsa da kızmasa da, herkes biliyor ki bütün kamuoyunda bir tedirginlik var. O tedirginliği yaratan şey de anket şirketleri değil, ortadaki bir gerçek. O matematikle geriye doğru gittiğiniz zaman da, durumu kâğıt üzerinde her izleyici aşağı yukarı yazabilir.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimizden Muharrem Palaz’ın çok güzel bir sorusu var. Diyor ki: “İzmir mitinginde şunu gördüm: Kılıçdaroğlu genelde yapacaklarını anlatıyor, diğer liderler, daha çok iktidâra karşı tutum ve söylem sergiliyorlar. Kendi aralarında anlaşmış gibi gözüküyorlar. Bu olumlu bir tutum mudur?” Aslında ben de bunu gözlemledim ve bence olumlu bir durum değil. “Ben şunu yapayım, siz de şunu yapın” diye anlaştıklarını da sanmıyorum.

Bekir Ağırdır: Keşke yapsalar. Bir büyük siyâsal strateji kurgulanmış olsaydı 8 aydır, bugün bu kadar reel problemler karşısında zâten böyle bir tedirginlik yaşanmazdı kamuoyunda. İktidârın bunca yorgunluğu, bunca yanlışlığı, bunca hatâsından sonra hâlâ bir tedirginlik hissediliyorsa, bunun sebebi bence o büyük siyâsal stratejiyi kurgulayıp, onun anlatısını, iletişimini doğru yapamıyor olmak. Onun için böyle bir işbölümü yaptıklarını sanmıyorum. Ama evet, Kemal Bey baştan îtibâren bütün kişisel kampanyasında da sürekli olarak yapacakları üzerinden konuşmaya gayret ediyor. Bunun elbette olumlu bir tarafı var, ama hâlâ bir büyük iletişim stratejisi yok. Bu İzmir mitingi bundan sonraki 14 günlük süreçte bu tür bir aradalığı anlatmaya, göstermeye, bu samîmî havayı anlatmaya harcanıyor ise, evet, birinci turda Kemal Bey’in seçimi kazanması Tayyip Erdoğan’a kıyasla daha mümkündür.

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz sormuş. Konu biraz eskidi gibi, ama bence hâlâ çok önemli. “Kılıçdaroğlu’nun Alevî videosu, özellikle iktidar seçmeninde nasıl bir etki yaratmıştır?”

Bekir Ağırdır: Sadece Alevî videosu değil, Kürtler videosu ve aslında Kemal Bey’in 2 yıl önceden beri söylemekte olduğu helâlleşme meselesini de dâhil ederek değerlendirmek lâzım bunu. Ben kendi hesâbıma çok olumlu olduğu kanaatindeyim. Ama elimde, “Bu videoya bakıp iknâ oldun mu olmadın mı? Onayladın mı, onaylamadın mı? Şimdi oy verir misin vermez misin?” diye bir veri yok, böyle bir araştırma da yapmadım. Böyle bir veri olmadan konuşuyorum. Çünkü Türkiye’nin bir sorunu var: Türkiye kimliklere sıkışmış siyâset ve kimliklere sıkışmış bir toplumsal hayat içinde. Kutuplaşma dediğimiz şey de bu. Ama reel sorunlar, yani enflasyon, hayat pahalılığı, fiyatlar, işsizlik, pandemi gibi gerçek sorunların harâreti nedeniyle kutuplaşma bir miktar eksilmiş gözüküyor; ama hâlâ var. Ayrıca Kürt meselesi, Alevî meselesi gibi kadim problemlerimiz de var. Bakın, bu ülkede, 2023 yılında, “Cemevi ibâdethâne midir, değil midir?” meselesini tartışıyoruz hâlâ. İnsanların yaraları var, çektikleri var, ıstırapları, acıları var. Aynı zamanda umutları, ihtiyaçları, talepleri var. Meselemiz, “Bu kimlikler yoktur’’ demek ya da “Ben kimlik siyâseti yapmıyorum” diye kimlikler yokmuş gibi davranmak değil. Çünkü kimliklerden kaynaklanan sorunlarımız olmadığını söylemek mümkün mü bu ülkede? Kürtler’in, Alevîler’in birtakım dertlerinin, bir adâlet ve eşitlik taleplerinin olmadığını söyleyebilmek mümkün mü? Dolayısıyla sorunumuz şurada: Bu kimlikleri ya da herhangi bir hâkim kimliği Türkler’e veya Sünnîler’e göre bir hayat düzenlediğiniz zaman –ki Türkiye 100 yıldır buna çabalıyor– sürdürülebilir olmuyor. Çünkü ülkemizdeki yurttaşlarımızdan birisi, “Türk değil Kürdüm” diyor ya da bir kesimi, “Ben Sünnî değil Alevîyim” diyor. Toplumu, onların da içinde var olabileceği bir hayat kuracağınıza iknâ etmeniz lâzım. O yüzden de Kemal Bey’in helâlleşme çağrısı da, Kürtler ve Alevîler diye yaptığı video ve kendini anlatışı da bence çok değerliydi. Çünkü topluma şunu anlatmamız lâzım ki artık bir kimliğe göre değil, bütün kimliklerin içinde onuruyla alnı dik yaşayabileceği bir ortak hayat kuracağız. Millet İttifâkı’nın bir araya gelişinin anlamı da buydu. “Topluma tam anlatamadılar, coşku üretemediler” diye eleştirdiğim kısmı da buydu. Onun için Kemal Bey’in o söylemi, o videoları bence çok değerli ve çok anlamlıydı. 

Elbette, o videoyu gördü diye 5 puan artmış değil. Çünkü iki meselemiz var: Oy verdiğimiz ya da güvendiğimiz lider ya da partiyle ilişkimiz, ya ideolojimizden ya kimliğimizden ya cebimizden, o andaki vaatlerden besleniyordur. Farklı dürtüler var. Sâdece “Şu dürtüden besleniyor” demek mümkün değil. Ama sonuç olarak yine de, o adaya oy verirken bir başka meselemiz daha var: O adaya güven duymak. Seçimi kazanacağına, kazandıktan sonra ülkeyi doğru yöneteceğine, yani mahâretine de güvenmemiz lâzım; kimliğine kişiliğine de güvenmemiz lâzım. Kemal Bey’in o videosunun asıl ürettiği şey bence, o samîmiyet ve sâhicilik ve o duygusal güven eşiği meselesidir. Ama öbür videoları ya da 8 liderin masaya bir arada çıkması ya da Ekrem Bey ve Mansur Bey’le berâber yaptığı ekonomik vaatleri konuştuğu videosu ise mahâretine dâir duyguları güçlendirme temelli. Alevî ve Kürt videosu ve helâlleşme videosu ise duygusal güven inşâsı hedefleyen bir şey. O yüzden de Kemal Bey açısından değerli olduğunu sanıyorum. Kemal Bey’e bakan seçmen ve toplumsal kesimler açısından da önemli olduğunu sanıyorum. Ama sâdece o videolar üzerinden de, “5 puan geldi, 8 puan geldi” demek doğru değil. Çünkü tek başına o güveni yaratsa bile… Hepimiz bir partiye oy veriyoruz.

%1’lik, %2’lik partilere oy verenlerimiz de var. Zâten oy verirken de biliyoruz seçimi kazanıp kazanamayacağını. O nedenle o güveni oluşturduğu için ya da o güveni duyduğumuz için ya da ideolojik olarak, kimlik olarak o partide kendimizi hissettiğimiz için, bile bile, %1’de, %2’de kalacağını bildiğimiz halde oy veriyoruz. Ama Kemal Bey kazanmak isteyen bir aday olduğuna göre, aynı zamanda mahâreti, becerisi konusunda da toplumu iknâ etmesi lâzım. Onun için, tek başına Alevî ve Kürt videosu değil ama, diğer vaatlerin olduğu ya da kadrolarını söyleyeceği veya başkaca videolarla da meselenin desteklenmeye devam edilmesi lâzım. Ama yapılan şey çok değerli ve önemlidir bence ve tek başına o video üzerinden değil, helâlleşme kavramını ortaya attığı günden bu tarafa bütün yaptıkları içinden bakmak gerekiyor. O zaman o videonun yerli yerinde oturduğunu sanıyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi biraz iktidardan bahsedelim. İzleyiciler, birbirinden ayrı sorularda, özellikle tek liste hâlinde girilmemesi hususunu soruyorlar. Meselâ Yeniden Refah Partisi’nin ve MHP’nin ortak liste dışında kalmalarının ne gibi sonuçlar doğurabileceğini çok merak ediyorlar. Aslında bu seçim yasasını MHP ve AKP birlikte yaptı. Herhalde kolaylıkla ortak liste yapacaklarını ve muhâlefetin bunu yapamayacağını düşünerek, bu sâyede çok sayıda milletvekili almayı hesaplıyorlar diye düşündük. Ama sonra Devlet Bahçeli, Yeniden Refah ve Büyük Birlik Partisi’ni gerekçe ya da bahâne göstererek, ayrı listeyle gireceklerini söyledi. Bunu neden yaptığını bir kenara bırakalım. Bunun sonucu herhalde birkaç milletvekilini kaybetmeleri anlamına gelecek, öyle değil mi? 

Bekir Ağırdır: Evet. 3 ilâ 5 milletvekili eksik alacaklarını sanıyorum. Belki de bâzı yerlerde 7-8’e kadar çıkabilir. Bunu bir matematik hesaptan ziyâde, ortadaki yine gerçek bir durumun ana parametrelerine bakarak açıklamaya çalışayım. Birincisi, Türkiye’de siyâsî rekabet tam değil. Bütün ülkede, 81 ilde birden aynı iki parti ya da üç parti yarışmıyor. Ülkenin batı ve kıyıları dediğimiz coğrafyada CHP ile AK Parti, doğu ve güneydoğuda AK Parti ve HDP ya da şimdi Yeşil Sol Parti yarışıyor. Orta Anadolu ve kuzey Karadeniz kıyıları da dâhil Anadolu’nun büyük coğrafyasında da AK Parti neredeyse tek başına veya sâdece MHP ile berâber. Üstelik o coğrafyalarda, bu siyâsî rekabetin üç ayrı katmanında, üç ayrı coğrafyada üç ayrı rekabet yürüyor olmasının, bir de matematik bir sonucu var. O da şu: Orta Anadolu’da ya da Güneydoğu’da 40 bin, 50 bin, 60 bin oyla bir milletvekili seçilebilirken, batıda ve kıyılarda ise 95 bin, 100 bin, 110 bin oyla milletvekili seçiliyor. Yani CHP, oyunu 1 puan artırdığında –aşağı yukarı 550 bin, 600 bin oy diyelim– en fazla 4 milletvekili kazanabilirken, AK Parti Orta Anadolu’da, Karadeniz’de oyunu 1 puan artırdığında, 40 bin, 50 bin oyla seçildiği için neredeyse 8-10 milletvekili kazanıyor. O yüzden MHP ile berâber olduğu yerde tek liste hâlinde girselerdi, belki de 10’dan fazla milletvekili kazanabilirlerdi büyük ihtimalle. Ama MHP bunu tercih etmedi. MHP’nin bunu tercih etmeyişinin siyâsî nedenleri önemli bence. Ülkenin geleceği açısından da önemli ipuçları verdiğini sanıyorum.

MHP neden tercih etmedi? Bence HÜDA PAR işbirliği nedeniyle. Yani MHP 3 veya 5 milletvekili eksik kazanmayı göze aldı, ama HÜDA PAR’lı isimlerle aynı listede olmamak gibi, gelecekte kendine bir hareket alanı ya da bir adım sağa veya sola, geriye, bulunduğu pozisyondan bir adım kıpırdama fırsatı yarattı diye düşünüyorum. Çünkü HÜDA PAR’ın ne olup ne olmadığını, beslendiği siyâsî hareketin ya da ideolojinin ne olup ne olmadığını bu ülkede bilmeyen yok — MHP de, devletin bütün güvenlik güçleri ya da kurumları da dâhil. Onun için, hak vermemiş olsa bile, gerekliliğini anladı belki. Belki varlığına, dâhil oluşuna çok büyük îtirazlar etmedi; ama ayrı liste çıkararak da üç beş milletvekili eksik kazanma uğruna, kendine bir hareket alanı açmaya çalıştı diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Çok soru geliyor, zamanımız da az. Onun için hızlı hızlı gidelim. Yeşil Sol Parti ve Türkiye İşçi Partisi meselesini soran çok kişi var. Aralarında bir gerginlik, bir anlaşmazlık oldu. Kim haklı, kim haksız?

Bekir Ağırdır: Tuhaf bir öfke hâli var, ben de bunu yadırgıyorum gerçekten. Sâdece şuna dikkat çekmek istiyorum: Muharrem İnce meselesi bir, HDP ile TİP arasındaki bu gerilim iki. Bunlar o kadar çok gündemi meşgul ediyor ki… ne deprem, ne depremzedeler, ne deprem bölgesine ne olduğu, ne hayat pahalılığı, ne iktidârın yaptıkları, hattâ Süleyman Soylu’nun 14 Mayıs’ı bir darbe diye nitelendirmesi bu kadar kuvvetli tartışılmadı bu ülkede. Bu bana tuhaf geliyor. Yani evet, yanlışlıklar, eksikler olabilir, farklı davranılabilirdi, şuydu, buydu, bir sürü şey konuşabiliriz. Ama sonuç olarak birileri, “İktidar ya da muhâlefetteki morali ve siyâsî gücü nasıl parçalarım? Nasıl araya böyle kama sokarım da orada yarıklar açarım?” diye Hollywood senaristlerine yazdırsaydı, Muharrem İnce ve TİP meselesini herhalde kimse yazamazdı. Bunun altını bir çizelim. Evet, konuşmaya değer bir mesele var elbette, ama bütün gündemi bunun belirlemesini yadırgatıcı buluyorum. 

İkincisi, TİP’in bu karârının da bu kadar öfkeyle karşılanıyor olmasını çok doğru bulmuyorum doğrusunu istersen. TİP burada kendince bir strateji ya da bir tartışma yaptı ve 3 ilde, 5 ilde veya 9 ilde –ya da kaç ildeyse, bunu bilmiyorum– kendince, “Milletvekili çıkarabilirim ve TİP’in de varlığını sürdürmek için Hazîne yardımından yararlanması gerek” gibi bir şey üretti. Evet, bâzı yerlerde TİP’in alacağı oy HDP’nin milletvekili kaybetmesine neden olabilir. Ama bâzı yerlerde de belki kazanacağı oy TİP’in milletvekili kazanmasına ya da muhâlefetin bir fazla milletvekili kazanmasına neden olabilir. Yani böyle elinde kâğıt kalem, şimdiden sanki oylar sayılmış gibi hesap yapmak çok da doğru değil. Ama şu tartışmanın, seçimden sonra değerli ve yapılması gereken bir yanı var: Hem CHP için hem TİP için hem de HDP için, yeni baştan, ülkenin geleceğini, ülkenin geleceği içindeki olası problemleri ve üretilmesi gereken çözümleri, ister ideolojik konum olarak dünyanın gidişâtını yeniden anlamlandırmak ve orada Türkiye’ye biçilecek rol ve Türkiye için bir vizyon ve iddia olarak yeniden tartışmaya değer bir durum var. Eğer bugün, bunca problem, 20 yıllık iktidârın bunca yaptıklarından sonra, bunca hatâdan, reel sorundan, depremden, hayat pahalılığından, işsizlikten sonra, “CHP 35 oldu” diyemiyorsak, “HDP 20 oldu” diyemiyorsak, “TİP 15 alır mı?” diyemiyorsak, bunun bir sebebi var. Yüzde 1-2’yi tartışarak nereye varacağımızı ben anlamıyorum gerçekten. Elbette bunu 72 saat tartışabiliriz. Ama ülkede bunca meseleden sonra, AK Parti’nin hâlâ birinci parti olmasının tuhaflığını ve bundaki payımızı, sol ya da sosyal demokrat ya da sosyalist, Kürt ya da muhâlif bütün hareketler kendi içinde bunu sorgulamadan, “Nasıl oluyor da AK Parti hâlâ 1. parti olabiliyor?” sorusunun cevâbını üretmeden, neyi tartıştığımızı gerçekten anlamıyorum, kusura bakmayın.

Ruşen Çakır: Bir izleyicimizden ilginç bir soru gelmiş: İstanbul’un Türkiye geneline örneklem olarak uyan herhangi bir ilçesi var mı?

Bekir Ağırdır: Hayır. Böyle kâğıt üzerinde, sayısal olarak… Yani seçim sonucunu aldınız, 965 ilçede yan yana koydunuz ve “Türkiye’ye paralel 3 ilçe var, 5 ilçe var” diyemezsiniz. Her seçimden önce, “Bizim bir mahallemiz ya da köyümüz var. Oradaki oylar tam Türkiye’yi veriyor. Araştırma yapmaya gerek yok” diye yazan böyle mail’ler gelir bize de. Bu, birebir benzerlik üretmez. Çünkü biz, herhangi bir insanı uzay boşluğunda, geliri, eğitimi, ideolojisi, etnik kimliği, dindarlığı ile kendi bireysel tercihini yapıyormuş gibi konuşuyoruz; öyle düşünüyoruz. Halbuki bizim tavrımızı belirleyen şey sâdece bizim ne olduğumuz değil, diğerleriyle, ötekilerle ilişkimiz. Diğerlerinin, ötekilerin bizim üzerimizde ürettikleri umut ya da tehdit algılarımız — ya da hayâtın ya da o maddî koşulların ürettikleri. Ama o kentte olmak, ama o coğrafyada olmak, ama kuraklığı olan Konya Ovası’nda yaşamak, ama Ergene Nehri’nin kenarında, kirliliğin içindeki bir kasabada yaşamak veya İstanbul’un Ulus’unda, Şişli’sinde oturmak aynı şeyler değil; aynı eğitim seviyesinde, aynı etnik kimlikte, aynı gelir seviyesinde olsanız bile. Dolayısıyla, bu tür benzerlikler ya da bu tür “Böyle bir mikro alan var; bütün Türkiye’yi açıklıyor” demek doğru bir yaklaşım değil.

Ruşen Çakır: Mümtaz Recep Tekkalan’ın çok güzel bir sorusu var: “İç Anadolu ve Karadeniz’de, AK Parti, İYİ Parti ve MHP arasındaki oy geçişkenliği ne durumda?” 

Bekir Ağırdır: İç Anadolu’ya, coğrafyadan daha çok, nüfus diye bakalım. Ya da sosyolojik olarak muhâfazakâr değerlerin daha güçlü olduğu coğrafya ise o konuşulan, diyelim AK Parti’den çözülen bir seçmen… Çünkü oraların her birinde AK Parti’nin önde olduğunu biliyoruz. Ya da 2018 seçimlerine kadar hep önde. Hattâ Orta Anadolu ve Karadeniz’de %60, %70, %68, %64’e ulaştığı iller ve ilçeler var. Dolayısıyla AK Parti’nin birinciliğini konuşmuyorum. AK Parti’nin buradan gerilediğini biliyoruz. O gerilediği yerlerde, “İYİ Parti mi, MHP mi şanslı?” diye bakıyoruz. Ben soruyu böyle anlıyorum ve böyle cevap verebilirim ancak. Öyle yerlerde, eğer Kayseri, Trabzon veya Ankara merkezli konuşuyorsak, yani metropollü hayatın, kentli pratiklerin baskın olduğu, giyim kuşamdan tâtil alışkanlığına kadar, daha şehirli, kentli pratiklerin ve seküler dünyanın ağırlıklı olduğu bir coğrafyada yaşayan ve AK Parti’den çözülenler İYİ Parti’ye gitmeye daha yatkınlar. Ama örneğin Kastamonu’da, Adana’da yaşayan ya da Tokat Zile’de yaşayan, Tokat, Kastamonu veya Ankara merkezdekine kıyasla, İYİ Parti’ye değil MHP’ye gitmeye daha yatkınlar. Çünkü etkileştikleri dünya, muhâfazakâr değerlerin güçlü olduğu bir dünya. Dolayısıyla MHP ile İYİ Parti arasındaki simetri ya da eksen kayması farkı, İYİ Parti’nin daha metropollü, daha seküler dünyaya yakın, hattâ kendisi de seküler olan seçmenlere yaslanması, MHP’nin ise sâdece Anadolu’da ve daha geleneksel hayat ve muhâfazakâr değerlere yatkın insanlarla ilişki içindeki kümelerde kalması. 

O nedenle zâten son 3 yılda bile bu ülkede 20’den fazla parti kurulmuşken –buna Babacan’ın ve Davutoğlu’nun partileri dâhil–, onlar vücut bulamamışken, İYİ Parti’nin bunca kutuplaşmış bir ortamda birdenbire %10’u hemen yakalayabilmesinin bir sosyolojik gerekçesi var. O sâdece Meral Akşener’le açıklanabilir şey değil. Ali Babacan da kamuoyunda çok popüler ve îtibârı olan bir liderdi, ama aynı şey olmadı. Çünkü aynı sosyolojik ve kültürel kümeyi konuşmuyoruz. O yüzden AK Parti’den çözülenlerin hangi mekânda olduğuna ya da diğerleriyle ilişki dünyasının yoğunluğuna bağlı. Ama merkezde, metropollerde olanların İYİ Parti’ye daha yakın olduğunu söylemek mümkün. Nitekim elimizde bir yeni örnek var. Yerel seçimlerde, AK Parti Kastamonu’da 8 puan, hattâ 9 puana yakın kaybetti, MHP 8 puan artırdı oyunu. Yani başka bir partiye gitmedi, MHP’ye gitti.

Ruşen Çakır: Yurtdışı oylarını soran çok sayıda izleyici var. Bunların nasıl bir etkisi var? Çünkü belli bir bölgeye değil de tüm ülke çapına dağıtıldığı için, “Hangisi daha rasyoneldir?” diye çok soruya muhâtap oluyoruz.

Bekir Ağırdır: Yurtdışı üzerinden baktığımız zaman, yurtdışında bir önceki seçimlerdeki oy kullanma aşağı yukarı %50’ler mertebesinde oluyordu. Ama bu seçimde görece daha yüksek olacağını sanıyorum; birincisi, yani o 3,5 milyondan, 1,5 milyon değil, 2 milyon, belki de 2,5 milyona yakın oy gelecek. 2-2,5 milyon oy demek, Türkiye’deki 61 milyon yurtiçi seçmen ve ortalama katılımlarla bakarsak, 53 milyon mertebesinde geçerli oydan hesap yapacağımız beklenebilir. Demek ki, 2 milyon da yurtdışından gelecek seçmen var, 55 milyon eder. Yani biz 14 Mayıs akşamı, aslında “27 milyona kim ulaştı?” diye bakacağız bir bakıma. Bu gelecek olan 2 milyon oyun, şimdiye kadarki 1,5 milyon yurtdışından gelen oyun yarıya yakını, Tayyip Erdoğan ya da AK Parti’yeydi. Ondan sonra da HDP ve CHP oyları geliyordu. Ama AK Parti’nin oyları neredeyse 3 katı kadardı.

Bu kez, HDP ya da Yeşil Sol Parti, TİP ve CHP oylarının da daha yükseleceğini sanıyorum. Yani o 2 milyon oy, neredeyse 3 ittifak arasında eşit bölüşebilir. Peki diyelim ki 700’er bin oy geldi üçüne de. Bu 700’er bin oyun ne etkisi var? Bir kere, milletvekili seçiminde çok büyük etkileri olmayacak. Çok minör, ama birtakım etkileri olur. Çünkü o 700 bin, diyelim HDP’ye ya da CHP’ye oy geldiği zaman, o oyların illere dağıtımı, CHP’nin diyelim, seçim akşamı alacağı toplam 14 milyon oy var. 14 milyonun 81 ilden gelen kombinasyonu nedir? Tokat’tan %2’si gelmiş, Denizli’den %8’i gelmiş; yurtdışındaki o 700 bin oy da bu oranlar mertebesinde o illere ekleniyor. Dolayısıyla TİP gibi, ya da Yeşil Sol Parti gibi, görece küçük olacak, yani, Türkiye’deki oy ortalamaları 2-3 veya 10-12-13 olacak partiler için, o illere dağıtıldığı zaman, iller üzerinden milletvekili sonuçlarını çok etkileyecek bir matematik sonuç üretmiyor sonuç olarak. Hattâ dağıldığı için çok anlamını kaybediyor. Belki İstanbul, İzmir gibi çok büyük illerde, bir milletvekilinin son dakikada 3000 oy farkla, 1000 oy farkla kazanılmış son sıradaki milletvekilliğini etkileyebilir. Ama cumhurbaşkanlığı seçimini daha çok etkileyecek. Çünkü cumhurbaşkanı seçiminde, yine biraz önceki hesaplamadan yürürsek, eğer 3 aday, üç ittifak, 700’er bin oy alıyorsa, bu, Kemal Bey’in tarafında cumhurbaşkanlığı seçimi için 1 milyon 400 bin oy demek. 55 milyon geçerli oydan bakınca, 2,5 puan oy demek aslında. Onun için cumhurbaşkanlığı seçimi için yurtdışı oylar çok daha kritik ve anlamlı sonuç üretecek. Ama milletvekili sayıları için çok özel bir şey üretmeyecek. Belki son sıradaki 1 milletvekili ya da bilemedin 3 milletvekilinin yer değiştirmesi gibi. Bu sefer ilk kez muhâlefetin lehine çalışacak diyebiliriz. Ama elimizde yurtdışı seçmene dâir hiçbir araştırma yok. Yapabildiğimiz ya da yapılabilir bir örneklem tespit etmek de mümkün değil. Onun için biraz daha âfâkî ve öngörü üzerinden konuştuğumu söylemeliyim.

Ruşen Çakır: Artık yayını bitiriyoruz. Bazı izleyicilerimiz soruyor, tekrar söyleyelim. Seçimden önceki Perşembe günü mü açıklıyordunuz anket sonuçlarınızı?

Bekir Ağırdır: Evet. 11 Mayıs saat 12.00’de.

Ruşen Çakır: Bunu da tekrar hatırlatmış olalım. İzleyicilerden gelen çok sayıda soru var: “Bekir Bey’e milletvekilliği teklifi gelmedi mi? Siyâsete girmeyecek mi?” soruları da var.

Bekir Ağırdır: Elbette geldi. Ama işin particilik tarafı benim naturama uygun değil. Ben öyle bir tarafın neferi gibi düşünebilen, bir kliğin insanı gibi olan biri değilim. Böyle her programdan sonra da meselâ küfür kıyâmet de geliyor. “Muhâlefetin moralini bozuyorsun” diyenler çıkıyor. Ben böyle bir nefer olan, gözükara bir aktivist olan birisi değilim. Onun için de duygusal bagajlarım var. Duygusal da bir insanım. Particilik benim naturama uygun değil. Ama kuş gözlemcisi olmayacağıma göre, ülkenin meseleleri üzerine çalışmaya da devam ediyorum. Ama milletvekili olmak hiçbir zaman hayâlim olmadı. Siyâsetle ilişkim, bir şey olmak üzerinden değil. Ben memleket için bir şey yapabilmek üzerinden düşünmeyi tercih ediyorum.

Ruşen Çakır: Son bir soru daha sorayım. Ahmet Şık’la ilgili sormuşlar. Ben saat 18.00’de bir yayın yapacağım ve o yayının sonunda Ahmet Şık hakkındaki sözlerimi söyleyeceğim. Sen bu konuda bir şey söylemek ister misin? 

Bekir Ağırdır: Hayır. Demin söyledim fikrimi. Çok anlamsız buluyorum. Ahmet’in konuşmaları da öyle, diğer konuşmalar da öyle. Bu karşılıklı lâf ebeliğinin bir anlamı olmadığını, asıl enerjimizi, neden hâlâ bunca meseleye rağmen, “Tamam, bu iş bitti. Muhâlefet % 60’la geliyor” diyemediğimizin cevâbını bulmadan, “O onu mu dedi? Bu bunu mu dedi?” lâfları bana anlamsız geliyor.

Ruşen Çakır: Bekir, çok teşekkürler. Çok yoğun bir yayın oldu.

Bekir Ağırdır: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Birkaç saat daha yapsaydık giderdi aslında, ama kusura bakmasın izleyicilerimiz; sorularını yorumlarını aktaramadıklarımız affetsinler bizi. 

Bekir Ağırdır: Sâdece son bir cümle söylememe izin ver Ruşen. Sevgili dostlar. Biz bir seçim yapıyoruz ve evet, bizim açımızdan, ülkemiz için bir medeniyet seçimi bu. Adâleti, bereketi ve medeniyeti seçmek, seçmemek meselesi. Ama bir yandan da, şunu kabul edelim ki bir cenge, savaşa gitmiyoruz. Kendi kaderimiz için, kendi gelecek yol haritamızı kimler yönetsin, hangi siyâsî tercihler ve hangi kadrolar yönetsin diye oy vermeye gidiyoruz. Dolayısıyla, “O gece şu olacak”, “Kaybedecekler”, “Kaybetmeyecekler”, “Bırakacaklar, bırakmayacaklar” gibi vesvese ve paranoyaya dayalı işleri, mesajları bir kenara bırakalım. Böyle mesajları bırakın yaymayı, sosyal medya deyimiyle: Like bile etmeyelim. 

İkincisi, yasal olarak hepimizin, saat 17.00’de, oy verdiğimiz sandıkların başına gidip sayımı izlemeye yasal hakkımız var. Dolayısıyla saat 9.00’da, 10.00’da, 11.00’de oy vermeye istiyorsanız pijamalarınızla gidin. Ama saat 17.00’de bayramlıklarınızı giyip elbirliğiyle ve hepimiz düğüne gider gibi sandık başına gitmeliyiz. “Sandıkları sadece bir partinin görevlileri koruyacak korumayacak” ya da “Öbürleri çalacak çalmayacak” diye tartışarak değil, kendi oylarımıza şâhitlik ederek, kendi oylarımızın kâğıda geçirilmesine tanıklık ederek düğüne hazırlanacağız. Bence mesele bu kadar basittir. Onun için, böyle paranoya yaymak, korku üretmek yerine, kendi geleceğimizi sâhip çıkmak önemlidir. Ve unutmayalım: Savaş yapmıyoruz, seçim yapacağız sonuç olarak. 

Ruşen Çakır: Peki, tekrar çok teşekkürler Bekir. Dolu dolu bir yayın oldu. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.