Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Murat Somer: “İmamoğlu kazanırsa Türkiye, demokrasinin kutuplaştırıcı politikalara, popülizme ve dinî milliyetçiliğe karşı nasıl başarılı olabileceğini gösteren bir örnek olacak”

Koç Üniversitesi öğretim üyesi siyaset bilimci Prof.Dr. Murat Somer, Amerikan Foreign Policy dergisi için Türkiye Demokrasisi Hâlâ Ayakta başlıklı bir yazı kaleme aldı. Somer’in yazısını Okan Yücel‘in çevirisiyle sunuyoruz:

Türkiye Demokrasisi Hâlâ Ayakta

Prof.Dr. Murat Somer

23 Haziran’da yaklaşık 8 ila 9 milyon civarında seçmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı seçmek için yeniden sandığa gidecek. Ön plana çıkan iki aday ise CHP’nin adayı olan genç, dinamik ve ilçe belediye başkanlığı yapmış Ekrem İmamoğlu ile AKP’nin adayı olan tecrübeli siyasetçi, başbakanlık da yapmış Binali Yıldırım.

İmamoğlu bu seçimi zaten 31 Mart’ta kazanmış ve AKP’nin 25 yıllık İstanbul yönetimine son vermişti. İmamoğlu 18 gün belediye başkanlığı yaptıktan sonra YSK, AKP’nin tartışmalı şikâyetleri ve itirazlarını takiben seçimleri iptal etmiş ve yenilenmesine karar vermişti.

Bu kararın iki farklı yorumu var. Türkiye analizcileri ve gözlemcileri arasında yaygın olan görüşe göre bu karar Türkiye demokrasisinin yokuş aşağı giden yolunu hızlandıran bir karardı. Öyle ya da böyle Binali Yıldırım ve Tayyip Erdoğan yeniden İstanbul’u kazanacak ve ülke Erdoğan yönetimi altında tamamen otoriter bir anlayışın egemenliğine girecek.

Bu hikâyeye göre Türkiye küresel demokrasi krizinin bir başka kurbanı. Türkiye’nin otoriterleşmesi demokrasilerin nasıl öldüğünün bir örneğini teşkil ediyor ve ABD de dâhil başka ülkelerde demokrasilerin düşüşünün nasıl önlenebileceği açısından ders çıkartılması gereken bir olay olarak algılanıyor. Bu hikâye yanlış olmasa da eksik görünüyor.

Daha yakından incelersek daha detaylı ve ilginç bir hikâye görüyoruz. Demokrasinin ölmesinden ziyade bu olay demokrasilerin o kadar da ölmediğini gösteriyor. Otoriterliğin yükselişi güçlü bir demokrasiyi koruma refleksini de tetikliyor. İstanbul’da tekrarlanacak seçimler bu reflekslerin kutuplaştırıcı ve otoriter/popülist syasetlere karşı nasıl başarılı olabileceğini gösterebilir.

Gözlemciler AKP’nin Otoriter Potansiyelini Ciddi Ölçüde Hafife Aldılar

11 Eylül sonrası dünyada liberaller, İslam, demokrasi ve dinlerarası barış sorularıyla meşguldüler. Haklı nedenlerle, bu konularda şüpheci olan kendi toplumlarını, bütün Müslümanlar’ın İslamcı, bütün İslamcılar’ın da fanatik olmadığı konusunda ikna etmeye çalıştılar. AKP ise bu tanımlamaya bir örnek teşkil etmek için fazlasıyla hazırdı.

Mayıs 2013’te bile, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda, Türkiye’deki bir muhalefet liderini Erdoğan’ı diktatöryal olarak tanımladığı için kınamıştı. Yalnızca iki hafta sonra milyonlarca insan İstanbul’da ve devamında bütün ülkede AKP otoriterliğine karşı kitlesel protesto gösterilerinde bir araya gelmişti.

Bugün ise, tabii, uluslararası medyada Erdoğan’ın otoriter yönetiminden bahsetmek ve Türkiye demokrasisinin bittiğine yönelik söylemlerde bulunmak yaygın hale geldi. Ancak bu sefer de gözlemciler AKP’nin gücüne ve sahip olduğu halk desteğine olduğundan daha fazla anlam yüklerken Türkiye’nin demokratik direnişine de hak ettiği değeri vermiyor olabilirler.

Tabii ki, otoriterlik ve hukukun üstünlüğünü önemsememe açısından durum 2013’e göre çok daha kötü. Ancak şu anda daha umutlu olmak için daha fazla neden mevcut. Türkiye toplumu aktif ve pasif direnişten vazgeçmiş değil, şu ana kadar otoriterliğin normalleşmesini kabul etmiş değil. Bu esnada Erdoğan ve AKP de azalan popülerlikleri, meşruiyetleri ve iç bölünmeler nedeniyle zayıfladı.

Tek başına AKP’nin sorunları ve toplumsal tepkiler, demokrasiyi restore etmek için yeterli olmaz; hatta otoriterliği daha da derin bir noktaya taşıma ihtimalleri de var. Ancak muhalefetin yeni söylemler ve yeni liderler çıkarttıklarını, yeni toplumsal hareket pratiklerini geliştirdiklerini de göz önünde bulundurursak değişim kapıda olabilir.

Nasıl olduğunu merak ediyorsanız şunu hatırlayın: Uzun bir zaman boyunca AKP’nin, Türkiye’nin AB üyeliğini yeniden canlandıran, sivil özgürlükleri genişleten, müdahaleci askerî yapıyı siyasetten uzaklaştıran ve kültürel olarak muhafazakâr kesimin kendini sistemin içinde hissetmesini sağlayan güçlü bir reform motivasyonu vardı. Elbette ki otoriterlik potansiyeli de hep mevcuttu. Dirençli devlet kurumlarını şeytanlaştırması, aşama aşama devlet kurumlarını ve medyayı kontrolü altına alan farklı İslamcı hareketler ve fırsatçılar ile girdiği Faust usulü pazarlıklar ve tonu gittikçe artan ve toplumu bölen kutuplaştırıcı retoriği kendisini de dönüşüme zorluyordu. Ancak partinin bu kalıcı otoriter dönüşümü ne tamamen önceden hazırlanmıştı ne de kaçınılmazdı.

Bu arada Türkiye’nin o dönemde ordu ve yargı içindeki bazı elitleri de içeren parçalı muhalefeti, uyarı işaretlerini gördü ve itirazlarını şiddetli biçimde dile getirdi. Ancak bunun için kullandıkları yöntemler yalnızca siyasî ve sosyal kutuplaştırmayı arttırdı. Muhalefetten değişik gruplar 2007 ve 2013’te kitlesel protesto eylemlerini, 2007’de askerî darbe tehdidini, 2008’de yargı müdahalesini ve birçok kez, hükümetin İslamcılığını, yolsuzluklarını ve Erdoğan’ın kişisel yanlışlarını hedef almaya odaklanan seçim kampanyalarını denediler. Bunların hepsi bir yandan AKP seçmeninin kendisini düşmanlaştırılmış hissetmesine yol açarken bir yandan da muhalefetin, bazen güçlü gözükse de aynı zamanda öfkeli ve tepkisel gözükmesine neden oldu.

Muhalefetin yeni stratejisi

Ancak 31 Mart seçimleri – ve kısmen Haziran 2015 seçimleri- oldukça farklıydı. Öncelikle, ana muhalefet partisi CHP ile yeni kurulan İYİ Parti, “Millet İttifakı” olarak adlandırdıkları bir seçim ittifakı oluşturdular. Bu ittifak aynı zamanda Saadet Partisi ile HDP’nin de dışarıdan desteğini aldı. Millet İttifakı, Erdoğan veya AKP hakkında konuşmak yerine Türkiye’nin ekonomik sorunlarını çözmek için kendi çözüm yollarını anlatan, merkeze yakın adaylarla yola çıktı. Yargıya gitmek veya büyük mitingler düzenlemek yerine, seçmene yönelik hareketlenmeye ve yüz yüze temaslara ağırlık verdiler.

İmamoğlu, seçmenlerin duygularına ve güvenine yönelen bir kampanya yürüttü. AKP’nin neyi yanlış yaptığını söylemek yerine kendi doğrularını anlatmaya odaklandı. Bu açıklamalar, uzun zamandır korku üzerinden siyaset yapan ve muhalefetin gücü ele geçirdiğinde yönetmek yerine cezalandırmayı seçeceğini iddia eden AKP’yi savunmasız bıraktı. Kişisel ithamlarda bulunmaktan uzak durdu ve hatta seçim kampanyasına Erdoğan’ı ziyaret ederek başladı.

Pek çok anket İmamoğlu’nun Pazar günkü seçimleri kazanacağını işaret etse de hile veya yeniden seçim tekrarı gibi olasılıklardan kaynaklanan korkular hâlâ canlı. Ayrıca seçimler eşit olmayan koşullarda gerçekleştiriliyor. Yine de Türkiye’nin seçimler yoluyla iktidar değişimi konusunda güçlü bir mirası var ve bütün aksaklıklarına rağmen Türkiye’deki partiler kağıttan kaplan değiller, milyonlarca adanmış üyeye sahip büyük organizasyonlar. Son seçimlerde muhalefet partileri on binlerce parti görevlisi ve sivil toplum gönüllüleri ile oylara sahip çıktılar. Muhalefet grupları aynı zamanda hükümet yanlısı medyanın olası manipülasyonlarına karşı çıkmak adına seçim sonuçlarını duyurmak için kendi dijital sistemini de inşa etti.

Eğer İmamoğlu kazanırsa, bu Türkiye’yi bir gecede demokratik bir ülke yapmayacak, onlarca engel mevcut olmaya devam edecek. Yine de hafta sonu İstanbullar’ın zamanla hem AKP öncesinden hem de AKP’nin başlangıçta inşa etmeye çalıştığı demokrasiden daha sağlam ve daha kapsayıcı bir demokrasinin inşasına yönelebilecek olan bir süreci başlatma imkanları var.

Batı dünyası, bir yüzyıl boyunca Türkiye’de ne görmek istiyorlarsa onu gördüler. 1920’lerde ülke Müslüman bir Doğu imparatorluğunun, Batı görünümlü seküler bir ulus devlet haline gelmesini temsil etti. 1950’lerde çok partili hayata geçişin ve sosyo-ekonomik modernleşmenin başarılı bir örneği oldu. 2000’li yıllarda İslamcıların demokrasi ile nasıl uyumlu olabileceğini göstermesi düşünülüyordu. Eğer İmamoğlu 23 Haziran’da kazanırsa, Türkiye, demokrasinin kutuplaştırıcı politikalara, dizginsiz popülizme ve dinî milliyetçiliğe karşı nasıl başarılı olmaya başlayabileceğini gösteren örnek haline gelebilir. Ve umarız ki bu kez ‘gerçekten’ olabilir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.