Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aklın ve vicdanın seçimi

23 Haziran 2019 yeniden İstanbul seçimine bir gün kala sonuç belli gibi. Peki bu noktaya nasıl gelindi? Batılıların “zihinleri ve kalpleri kazanma” diye tarif ettiği siyaseti bu sefer iktidar partileri değil muhalefet daha iyi becermişe benziyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Seçime bir gün kala uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapıyorum; evden Periscope’tan yayın yapıyorum. Bir şeyler söylemek istiyorum, toparlamak istiyorum: Aslında söylenecek çok şey var, bir yandan da çok da fazla bir şey yok; çünkü sonucu herhalde herkes kabullenmiş durumda. Son ânâ kadar AKP, daha doğrusu Erdoğan ve hatta Bahçeli, akıl almaz kartları masaya sürdüler; ama oyunu kaybetmiş olduklarını herhalde kendileri de görüyor. Zaten bu kartları öne sürmelerinin nedeni de buydu; bir çaresizlik sonucuydu. Ben buna akıl ve vicdanın seçimi diyorum; bunu da aslında Batılıların siyaseti değerlendirirken çok kullandıkları bir kavram var, oradan hareketle kullanıyorum. Bu kavram, siyasette zihinleri ve kalpleri kazanma. Siyasetçinin hedefini, insanların zihinlerini ve kalplerini kazanmak olarak tanımlıyor. Kimi zaman zihnini kazanıyorsunuz, onu bir şeyin iyi olduğuna ikna ediyorsunuz; kimi zaman kalbini kazanıyorsunuz, yani o insanın, seçmenin sizin iyi olduğunuza, iyi niyetli olduğunuza inanmasını sağlıyorsunuz. Ama en ideali de siyasetçinin insanların hem zihnini hem kalbini kazanmasıdır. 

Erdoğan’ın sırrı bence büyük ölçüde buydu. Her ne kadar Erdoğan’ın düşmanları, karşıtları kabul etmese de, Erdoğan’ın seçmeni ona körü körüne inanan, onun için ölüme hazır ve düşünmeden hareket eden seçmen değil. Diğer yandan Erdoğan’ın seçmeninin bir kısmı ya da önemli bir kısmı, rakipleri tarafından söylendiği gibi, çok ucuza, makarnaya, bedava kömüre vs. oyunu satan seçmen de değildi. Erdoğan’ın seçmeni aslında değişik dönemlerde, kimi zaman kalbiyle kimi zaman zihniyle ama büyük ölçüde hem kalbi hem zihniyle Erdoğan’a inanan, onun partisinin projelerine inanan, onlara güvenen insanlardı. Bu adım adım gelişti, birdenbire yüzde 50’lilere ulaşmadı. Refah Partisi döneminde yüzde 10’ları bile bulmakta zorlanan bir hareketti; ama 1994 seçiminde Erdoğan’ın İstanbul’da, Melih Gökçek’in Ankara’da kazanmasıyla beraber işin rengi değişti ve diğer sistem partilerinden bunalan, yorulan seçmenlerin bir kısmı adım adım bu harekete ilgi duydular ve Erdoğan’ın liderliğine ilgi duydular. Bunların içerisinde körü körüne inananlar tabii ki vardı, bunların içerisinde küçük maddî nedenlerle inananlar tabii ki vardı; ama büyük bir kısmı, Erdoğan’ın ve AKP’nin Türkiye’yi kendileri için daha iyi ve daha yaşanılır bir ülke kılacağı düşüncesindeydiler. Bunun içerisinde ciddi bir şekilde bir özgürlük arayışı, demokrasi arayışı ve çoğulculuk arayışı da vardı. Hatta belli bir süreden sonra Türkiye’nin Avrupa’ya entegre olması arayışı da vardı. Bunları belli bir yere kadar getirebilen Erdoğan, belli bir yerden sonra artık insanların kimi zaman kalbini kimi zaman zihnini kazanamaz oldu. Ama karşısındaki kişilerin, rakiplerinin bu konuda da sorunlu olması nedeniyle, bir anlamda kötünün iyisi olarak uzun bir süre idare etti. Ve aslında 2015 Haziran seçiminde gördük ki Türkiye toplumu artık Erdoğan’la daha fazla devam etmek istemiyor, yanına en azından başkalarının da katılmasını, Erdoğan’ın iktidarını paylaşmasını istiyordu. Ama Erdoğan oraya müdahale etti, arada yaşanan kaotik dönem ve Kasım seçimleriyle tek başına iktidarı aldı ve ardından başkanlık sistemiyle otoriter yönetimini pekiştirdi. Bu seçimleri kazanmış olması belli kesimlerde Erdoğan’ın liderliğinin tartışılmadığı, hiçbir şekilde değişmeyeceği, yıkılamayacağı duygusunu da beraberinde getirdi; özellikle rakiplerinde Erdoğan yenilmez gibi algılandı, ama Erdoğan aslında 2015 Haziran’ında yenilmişti, yaptığı o yenilgiyi ertelemekti. 

Şimdi bakıyoruz İstanbul seçimine: Erdoğan’ın yenilgisi zaten baştan 31 Mart’ta ilan edilmişti — bunu kabul etmedi, hayatının en büyük stratejik yanlışlarından birisini yapıp YSK’ya seçimi yeniletti. Ve şimdi büyük bir ihtimalle daha farklı bir şekilde kaybedecek, böyle düşünüyorum. Yanılırsam yanıldığımı söylerim, özür dilerim, ama farkın 31 Mart’a göre açılacağı kanısındayım. Ekrem İmamoğlu’nun başkanlığının tam ikinci kez daha güçlü bir oyla tanınacağı, İstanbul seçmeni tarafından benimseneceği kanısındayım. 

Peki bu neden böyle oldu? Tekrar bizim “zihin ve kalpler”e dönersek: Ben bunu “akıl ve vicdan” olarak taşıyorum 23 Haziran seçimlerine. İnsanlar artık bakıyorlar, düşünüyorlar; AKP’ye oy vermiş olsalar da, düne kadar AKP’ye oy vermiş olanlar, MHP’ye oy vermiş olanlar, Cumhur İttifakı’na yakın zamana kadar oy vermiş olanlar –mesela 24 Haziran’da– bu ittifakın ve bu iktidarın Türkiye’nin sorunlarını artık çözemediği düşüncesine adım adım yaklaşıyorlar. Burada birinci neden tabii ki ekonomi, ekonomik krizin giderek derinleşmesi; ama sadece bu değil. Türkiye’de demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden iyice uzaklaşılması da büyük çoğunluk tarafından bence benimsenmiyor. Bu anlamda insanlar akıllarıyla düşünüyorlar ve rasyonel olarak artık bu iktidarın Türkiye’yi uzun bir süre daha yönetmesinin Türkiye için iyi olamayacağını düşünüyorlar — böyle bir rasyonalite var. Bunu kırmak için, onları ikna etmek için 31 Mart öncesinde ne yaptılar? Çok riskli bir şey yaptılar, yanlış olduğu ortaya çıktı; beka söylemiyle kutuplaştırmayı tırmandırdılar. Halbuki aklıyla düşünen, rasyonel davranan seçmen bu kutuplaşma denen illetten bıkmıştı. Bu kutuplaşma denen illetten bıkmıştı, ama bunun ortaklaşa yapılan bir şey olduğu kanısıyla belki iktidarı desteklemeyi sürdürüyordu. 31 Mart’ta iktidarın kutuplaşmayı tırmandırıp muhalefetin de tam tersine sükûneti tercih etmesi nedeniyle, kutuplaşma olayının tek öznesi olarak iktidar ve Erdoğan ve Bahçeli kaldı; dolayısıyla da bu 31 Mart sonuçları bunun benimsenmediğini, insanların artık bundan ciddi bir şekilde rahatsız olduğunu gösterdi. Ekonomi var, demokrasi var, kutuplaşma var ve bu anlamda baktığımız zaman rasyonel seçmen devreye giriyor ve rasyonel seçmen artık bir tavır alma ihtiyacı hissediyor. 

İkinci olarak da vicdana geliyoruz: Bunu adalet duygusuyla beraber değerlendirmek lâzım. 31 Mart’ta kazanmış olan Ekrem İmamoğlu’nun hakkı gasp edildi. Bu, gayri ahlakî ve gayri hukukî bir şekilde yapıldı ve bu konuda ne YSK kararı, ne gerekçesi, ne iktidarın açıklamaları insanları ikna etmedi. Adında “adalet” olan bir parti, iktidar partisi, bu Türkiye’yi en çok adalet noktasında geri bir noktaya taşıdı, bunu kendi tabanındaki insanlar da biliyor, bundan artık ciddi bir şekilde rahatsız oluyor. Ekrem İmamoğlu’na yapılanlar bu anlamda bardağı tam anlamıyla taşırdı. Buna Ekrem İmamoğlu’nun sakin duruşu, söylemi, halkın hep içerisinde olması, bir sempati ya da empati yaratması, karşı tarafta da yaratmasının etkisi var. Eğer Ekrem İmamoğlu yerine daha klasik tipte bir CHP politikacısı olsaydı, belki 31 Mart uygulamasına bu kadar çok tepki gösterilmezdi. Ama burada, 31 Mart’ın, insanların artık zaten şikâyetçi oldukları adaletsizliklerin en son taşma noktası olduğu kanısındayım ve insanların vicdanı burada devreye giriyor. Çok sayıda seçmenin bu seçimde sırf vicdanlarının sesini dinleyerek Ekrem İmamoğlu’na oy vereceğini ya da Ekrem İmamoğlu seçilsin diye Binali Yıldırım’a oy vermekten vazgeçeceğini düşünüyorum. Buna cevap veremedi AKP. Buna cevap vermek yerine Ekrem İmamoğlu’nu Sisi’ye benzetti, yani Mısır diktatörüne benzetti, bir nevi onu Mursi’nin ölümünden sorumlu tuttu — ne alâkası varsa! Geçen bir yayında bunun yanlış bir taktik olduğunu, Mursi için üzülenlerin zaten Binali Yıldırım’a oy vereceğini söyledim, hemen ardından çok sayıda izleyiciden sert tepkiler geldi, aynen şunu söylediler: “Ben ve arkadaşlarım, Mursi için çok üzüldük, onu şehit olarak görüyoruz. Ama kesinlikle Binali Yıldırım’a oy vermeyeceğiz” dediler. Bu da gösteriyor ki bugün dindar insanlarda da, İslamcılığa yakın insanlarda da aslında ciddi bir şekilde AKP’den kopuş var, uzaklaşma var. Dinî argümanlar artık bu seçimde –özellikle dini kullanma– hiçbir şekilde işe yaramıyor. Biliyorsunuz bir Enderun terâvihi kıldı Diyanet İşleri Başkanı Cumhurbaşkanı’yla beraber. Bu herhalde Türkiye tarihinde dinin siyasete alet edilmesinin en bariz örneklerinden birisiydi, ama hiçbir etkisi olmadı. 

Ortaya atılan argümanlara ve panik haline yapılan çıkışlara baktığımızda, her bir hareketin sonuna kadar yanlış olduğunu görüyoruz. Erdoğan gibi bir deneyimli bir siyasetçinin bu kadar bâriz hataları yapıyor olması, onu yıllardır izlemeye çalışan bir gazeteci olarak beni açıkçası çok şaşırtıyor. En son Öcalan hatası, artık ona söylenecek çok fazla bir şey bile yok. Bir diğer husus da, Ekrem İmamoğlu’nun Ordu olayından dolayı başkanlığı ileride kaybedebileceğini söylemesi ve kendi örneğini vermesi, “Benim başıma bu geldi, ona da gelebilir” demesi. Halbuki kendisinin başına gelenler sonuna kadar adaletsizlikti, sistemin tamamen yasadışı, ahlâk dışı, hukuk dışı uygulamalarıydı. Erdoğan’ın şimdi, siyaseten baş edemediği, yenemediği bir rakibine karşı böyle bir çıkış yapıyor olması ve kendini örnek olarak gösteriyor olması, artık onun siyaseten ne kadar ciddi bir kriz içerisinde olduğunu gösteriyor. Eğer bu akılları birtakım danışmanlarından alıyorsa –ki sayıları iyice azalmış durumda ve etkili isim pek düşünmüyorum– bence bir an önce o danışmanlarını değiştirsin. Ama bu saatten sonra artık bunun pek bir işe yarayacağını düşünmüyorum. 

Yarın seçim var, söylenecek çok şey var, ama burada noktayı koymak istiyorum. Yarın seçim var, aslında bundan sonra konuşmamız gereken 24 Haziran’dan itibaren Türkiye. Ben buna, “Adını koyalım: Yepyeni Türkiye” demiştim, evet, 24 Haziran’dan itibaren yepyeni bir Türkiye başlayacak, ama bu kolay olmayacak, zor olacak, meşakkatli olacak. Lâkin şu husus bence çok önemli: Erdoğan kendi kaybını hızlandırdı ve üst üste yaptığı hatalarla kaybının yoğunluğunu artırdı. Kaybı kazanca çevireyim derken kaybı daha da derinleştirdi. Artık bu saatten sonra bunu toparlayabilmesinin kolay kolay mümkün olacağı kanısında değilim. Neyi nasıl yapar? Bilmiyorum. Ama önümüzdeki dönemde Türkiye’de artık Erdoğan’ın tek adam yönetiminin, otoriter yönetiminin daha fazla süremeyeceğini kesin olarak düşünüyorum, görüyorum. Bu nasıl bir süre içerisinde olur? Erken seçim mi olur, ne olur, ne biter? Onu şu anda konuşmak için çok erken; ama sandıklardan ilk sonuçlar gelmeye başladığı andan itibaren göreceğiz ki hakikaten Türkiye’de yepyeni bir dönem açılıyor. Eğer 31 Mart’ta yenilgiyi kabul etmiş olsaydı, yine çok vahim bir yenilgi almış olacaktı, ama bu kadar sert olmayacaktı. Erdoğan yenilettiği seçimle, “O yenilmezdir” imajını artık mutlak bir şekilde sonlandırıyor, bunu görüyorum. Bu anlamda çok büyük bir hata yaptı, bu hatayı tek başına yaptıysa kendisi, birlikte yaptıysa bütün o birlikte düşünenlerin hepsi, bunun muhasebesini yapmak durumundalar. Ama artık muhasebesini yapsalar da çok fazla bir şeyleri değiştirebileceklerini sanmıyorum. 

Evet, yarın tüm İstanbullular sandık başında olacak. Biz Medyascope’ta yarın akşam saat 19:00’dan itibaren sonuçları çok sayıda konuğumuzla beraber değerlendireceğiz. Hem rakamları vereceğiz, hem de olayları her zaman olduğu gibi en özgün ve özgür bir şekilde yorumlamaya devam edeceğiz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.