Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

SETA’nın gazeteci andıçının anlamı ve anlamsızlığı

SETA’nın “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” başlıklı rapor, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı basın kuruluşlarının değerlendirilmesinden ziyade buralarda çalışan gazetecilerin fişlenmesine ağırlık vermiş. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu andıçlarını akla getiren bu rapor aslında hangi gerçekleri ifşa ediyor?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Hükümetin, iktidarın “düşünce” kuruluşu SETA’nın hazırladığı bir rapor haftasonu gündeme geldi. “Uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye uzantıları” başlıklı 200 sayfayı aşkın bir rapor. İsmail Çağlar, Kevser Hülya Akdemir ve Seca Toker tarafından hazırlanmış. Burada BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe, Voice of America Türkçe, Sputnik Türkiye, Euronews Türkiye, Çin radyosu, CRI Türk bir de Independent Türkçe yayınları incelenmiş ve kapsamlı bir şekilde notlar çıkarılmış ve kamuoyunun bilgisine sunulmuş. Baktığımız zaman, ilk andan itibaren çok yoğun tepkiler geldi, isabetli bir şekilde bu “andıç” olarak tanımlandı. 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu’nun yaptığından teknolojik olarak daha bir ileride, çünkü internette yayınlanıyor ve isimler belli. Batı Çalışma Grubu’nda isimler belli değildi, kimin hazırladığı belli değildi. Burada övünülerek anlatılan bir rapor var. Bu aslında bir istihbarat raporu olarak tanımlanamayacak bir rapor. 

Söylenecek çok şey var, ama bir yerden sonra insan şunu da kendine söylemeden edemiyor: Yani bu konuyu ele almamak, çünkü sıradan diye bile tanımlanamayacak bir çalışma üzerinde konuşup onun reklamını yapmak iyi bir şey değil. Ama bir diğer taraftan da burada çok sayıda gazetecinin, meslektaşımızın –büyük bir kısmı genç, belli bir kısmı orta yaşlı meslektaşımızın– doğrudan hedef gösterilmesi ve ihbar edilmesi var. Çünkü zaten rapor, “Türkiye uzantıları” dediği zaman sanki bir casusluk şebekesinden bahsediyor ve personellerin ağ haritası diye bir şey çıkarılmış. Bu söz konusu kurumlarda çalışan kişilerin ve hatta katkıda bulunan kişilerin şeceresi çıkarılmış ve bunlar bir ağ şeklinde gösterilmiş. Buradan neye varılmak isteniyor? Açıkçası anlamadım, bu ağ haritası genellikle uluslararası ilişkilerde ve de ekonomiyle ilgili konularda, ayrıca birtakım şirketlerin ya da birtakım kurumların birbirleriyle ilişkisini göstermesi anlamında fonksiyonel olabilir; ama genç ve orta yaşlı gazetecilerin o âna kadar çalıştığı kurumlar üzerinden üretilmiş ağ haritaları çok abesle iştigal. Mesela bizim Yurdagül Şimşek –Sputnik’te çalışıyor– hakkında çıkarılan ağ haritasına bir bakıyorsunuz: Yurdagül Radikal’de çalışmış, Akşam’da çalışmış, Evrensel’de çalışmış, Tercüman’da çalışmış, Son Havadis’te çalışmış — yani birbirinden farklı gazetelerde. Çünkü ekmek parası; gazeteci nerede iş bulursa orada çalışıyor büyük ölçüde; siyasî tercihlerine göre çalışma söz konusu değil. Ama bu kişiler açık kaynaklardan aldıkları bu biyografik bilgileri sanki bir işe yarayacakmış gibi, bu kişilerin stajını nerede yaptığı, hangi liseden mezun olduğu, hangi üniversitede kaç yıl okuduğu gibi bilgilerle insanları bir tür teşhir ediyorlar — akılları sıra diyelim. Çünkü bunların hepsi normal bilgiler, açık bilgiler; zaten söz konusu gazetecilerin kendilerinden bahsederken kullandıkları bilgiler. 

Peki niye şahıslar ele alınıyor? Çünkü kurumlar hedef alınamıyor, işin gerçeği bu. Çünkü burada söz konusu olan kurumların hepsi devletlere bağlı, Independent Türkçe dışında –ki Independent Türkçe’nin de bir şekilde Suudi Arabistan devletiyle bağı olabilir, emin değilim– diğerleri, BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe, Voice of America Türkçe, Sputnik Türkiye, Çin radyosu resmî kuruluşlar, Euronews de Avrupa Birliği (AB) ile belli bir ilişkisi olan bir yer. Dolayısıyla Türkiye’nin bu ülkelerin hemen hemen hepsiyle stratejik ilişkileri var, farklı farklı ilişkileri var, ekonomik ilişkileri var. Bundan bir rahatsızlık var belli ki, bu devletlerin radyolarının ya da televizyon kanallarının Türkçe’de çoğunlukla Youtube üzerinden ya da web sayfaları üzerinden yayın yapıyor olmasından rahatsızlık var. Ama bu hesaplaşma içerisine girilemiyor, ne oluyor? Her zaman olduğu gibi en kolay olan seçiliyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çalışanları hedef gösteriliyor; sanki bu işleri yapanlar onlarmış gibi. 

Bir diğer husus da şu: Buralarda çalışanların büyük bir çoğunluğu yakın bir zamana kadar Türkiye’de genellikle ana akım medyada ya da değişik medya kuruluşlarında çalışan kişilerdi ve büyük bir kısmı da işlerini kaybeden kişilerdi. İşlerini kaybetme nedenleri arasında da siyasî iktidarın müdahalesi çok ciddi bir şekilde vardı. Dolayısıyla bazılarını yakından tanıdığım bu kişiler bir anlamda mecburiyetten bu kurumlarda çalışmak durumunda kaldılar. Şimdi devletin doğrudan desteklediğini bildiğimiz, iktidarın desteklediğini bildiğimiz kurum, o kuruluşların kendileriyle tam olarak uğraşamıyor. Dolayısıyla zaten ekmekleriyle oynamış oldukları basın çalışanlarını bir de şimdi birtakım îmâlarla hedef gösteriyor — çok anlaşılır gibi değil. 

Bakıyoruz, burada bir rapor söz konusu. Yapılan eleştiriler sonrasında birtakım açıklamalar yapıldı. SETA resmî bir açıklama yaptı; “Bizim yaptığımız raporun ABD’deki Rand Corporation ya da Center for American Progress’in raporlarından farkı yok” diye açıklama yaptılar; kendilerini böyle savunmaya kalktılar. O raporları da bilen birisi olarak, bu yaptıkları raporla o raporların arasında hiçbir ilişki olmadığını çok net bir şekilde söyleyebilirim, buna tanıklık edebilirim. İşin ilginci, bu rapor dünyada belli bir saygınlığı olan think-tank’lerin, düşünce kuruluşlarının raporlarıyla benzerlik arz etmediği gibi, SETA’nın ilk kuruluş yıllarında ürettiği çalışmalara da benzemiyor. Nitekim değişik dönemlerde SETA’da çalışmış olan bazı tanıdıklarımla konuştuğum zaman, onların da bir tür infial içinde olduğunu ve onların da çok net bir şekilde, hızlı bir şekilde bu yapılanı 28 Şubat andıçlarına benzettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu rapor hakkında, “Biz açık kaynaklara dayanarak yaptık, bunda bir şey yok. Yapıcı eleştirilere açığız, ama gelen eleştiriler bizim üzerimizden siyasî iktidarı yıpratmaya yönelik” gibi açıklamaların pek bir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü SETA’nın artık yıpranacak hali kalmamış, siyasî iktidar da zaten –23 Haziran seçimleri de gösterdi– iyice kriz içerisinde. Bu raporun en büyük sorunlarından birisi –belki de çilesi– 23 Haziran’ın hemen ardından çıkmış olması. Belli ki daha önceden kararlaştırılmış, ancak yetiştirilmiş, ama 23 Haziran sonrası ortaya çıkan siyasî atmosfere ve hukukî atmosfere de tamamen zıt bir rapor. Çünkü raporun kamuya açıklanmasından bir gün önce Yargıtay Ahmet Altan’ın ve Nazlı Ilıcak’ın ağırlaştırılmış müebbet cezalarını bozdu, Mehmet Altan’a da beraat verilmesini talep etti. Yani yargıda da basın özgürlüğü konusunda belli bir yumuşamanın söz konusu olduğu bir zamana geldi ve bu anlamda kendileri açısından da –Türkiye açısından zaten öyle– son derece talihsiz bir çalışma diyelim. 

Burada şu soruyu öncelikle sorması gerekirken, tabii ki o soru atlanıyor: Neden bu kurumlar Türkiye’de yayın yapıyorlar? Bu kurumlar dünyanın her yerinde yayın yapıyorlar; dolayısıyla Türkiye’de de yaparlar. Peki neden bu kurumlar Türkiye’de etkililer? Soru bu olması lâzım ve bu soruyu sorduğunuz zaman verilecek olan cevabın öznesi bu kurumlar ve orada çalışan insanlardan ziyade SETA’nın bir nevi bağımlı olduğu siyasî iktidarın kendisidir. Türkiye’de mevcut medya ortamının neredeyse yüzde 90’ını kontrol eden bir iktidar var — televizyon kanalları, haber televizyonları, gazeteler, dergiler, radyolar… Ama insanlar haber ve yorum ihtiyaçlarını buralardan ziyade internet üzerinden, Youtube üzerinden, bazıları yabancı devletlerin finanse ettiği kurumlar üzerinden gideriyorlar. Neden acaba? Çünkü iktidar medyayı çölleştirdi ve hâlâ susuz olan, haber isteyen ve yorum isteyen insanlar bulabildikleri tüm kaynaklara gidiyorlar ve bu anlamda da BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe gibi kurumlardan da haklı bir şekilde istifade ediyorlar. Yaşı el verenler bilir: 12 Eylül döneminde harıl harıl BBC Türkçe dinlerdik, ya da dünyanın değişik yerlerinden Türkçe yayın yapan radyoları dinlerdik. Çünkü Türkiye’de faşist cunta yönetimi her türlü basın özgürlüğünün önüne çok ciddi engeller çıkarmıştı. Aradan onca zaman geçtikten sonra Türkiye’de vatandaşlar haber edinme hakkını kullanmak için var olan, kendi ülkesinde çıkan, devletinin finanse ettiği ya da özel kuruluşların finanse ettiği medya kuruluşlarının yerine yabancı ülke devletleri tarafından finanse edilen mecralara bakıyorlarsa, buradaki sorumlu o mecralar değil, bunu o hâle getirenlerdir.

Bir diğer husus: Bakıyorsunuz bu kurumlar çalışanları üzerinden genellikle tek sesli olmakla itham ediliyor — ki çok isabetli tespit olduğu kanısında değilim. Bildiğim kadarıyla birçoğunda birbirinden farklı tarzı, üslûbu olan gazeteciler çalışıyor. Bazı gazeteciler –raporda da şikâyet şeklinde belirtildiği gibi–, bazı gazeteciler kadın konusunda uzman, bazıları eğitim konularını ele alıyor, bazıları ekonomiyi ele alıyor, bazıları Kürt meselesini ele alıyor ve uzman gazetecilerin bu tür kurumlarda çok ciddi bir şekilde öne çıktıklarını görüyoruz — ki bu rapora göre bir nevi suç oluşturuyor uzman gazeteci olmak. Halbuki baktığımız zaman, buralarda tekseslilik yok. Nerede var? SETA’nın da dahil olduğu o havuzda var. O havuzda bir bakıyorsunuz gazeteler aynı manşetle çıkıyor. Yani sorgulanması gereken Türkiye’de medyanın nasıl çölleşmiş olduğu ve devletin nasıl medyayı hizaya getirdiği sorgulanması gerekirken bunlar veri ve doğru olarak kabul edilip bunu kırmaya yönelik mütevazı birtakım gelişimler üzerinden bir suç üretilmeye çalışılıyor. Bu yapılırken tabii ihmal edilen en önemli husus, haklarında o kadar yazılan çizilen kişilerin hiçbirisine sorulmamış. Gazetecilere sorulmamış, kurumların yöneticilerine sorulmamış, sadece internette Google’a girmişler bakmışlar, öyle bir tarama yapmışlar. Halbuki onun dışında bunların hepsi çok kolay ulaşılabilecek insanlar. Biz istediğimiz zaman ulaşıyoruz, işin komik tarafı mesela BBC Türkçe’nin başındaki Murat Nişancıoğlu tanımlanırken “Ruşen Çakır’ın Medyascope’una yayına çıktı” diye bir tabir var. Benzer bir tabir Ayşe Sayın için –BBC’nin Ankara muhabiri, çok sık konuk ettiğimiz, sağolsun, eksik olmasın bizi kırmayan– bunu söylemişler. Yani Medyascope’a çıkmış olmayı da bence bir suç olarak görmüyorlar, bence kıskançlıkla görüyorlar. Çünkü biz Medyascope’a gerçekten birtakım konulara hâkim olan insanları çağırıyoruz, olabildiğince objektif bakan insanları çağırıyoruz. Böyle angaje olan, herhangi bir kesimin silahşörü olmaya soyunan insanları çağırmıyoruz. Dolayısıyla ben bunu –Medyascope’a yönelik referansı– bir suç, ihbar değil de, Medyascope’a çıkma arzusunu dile getirmesi olarak görüyorum. Ama diyorum ki, kusura bakmasınlar şu halleriyle bu kişilerin saygın herhangi bir yerde bir muhatap alınmaları söz konusu olamayacağı gibi, önümüzdeki değişen ve daha da değişecek olan Türkiye’de herhalde buraya imza atmış oldukları için epey pişman olacaklar. Çünkü bu kolay kolay unutulacak bir mesele değil. 28 Şubat andıçını nasıl unutmadıysak bunu da öyle unutmayacağız. 

Yani şunun şurasında devletin imkânlarıyla her türlü imkâna sahip olan insanlar BBC Türkçe’de, Deutsche Welle Türkçe’de ya da Voice of America’da çalışan insanlara ulaşamazlar mıydı? Onlara soramazlar mıydı? Ki biz bugün mesela bunlardan birkaçıyla değişik zamanlarda yayın yaparak kendilerine doğrudan mikrofon tutacağız, daha önce tuttuğumuz gibi. Dolayısıyla tamamen önyargılı, baştan ne söyleyeceği belli olan ve o söyleyeceği şeyin de basın özgürlüğüyle hiçbir alâkası olmayan bir rapor söz konusu. Bir zamanlar SETA kurulduğunda –o zamanları hatırlıyorum AKP’nin en parlak zamanlarıydı ya da ilk ortaya çıktığı zamanlarda– gerçekten Batı’daki kurumlar örnek alınıyordu. Özellikle ABD’deki kurumlar — ki SETA’nın içerisinde değişik dönemde çalışan ve çoğu şimdi yok olan kişiler, İbrahim Kalın başta olmak üzere, ABD’de uzun bir süre kalmış ve oradaki think-tank’leri çok yakından bilen isimlerdi. İlk anlarda baktığımız zaman çoksesli olmaya çalışan bir SETA vardı; ama belli bir tarihten itibaren SETA gerçekten kendi kendine yazık etti ve son olarak da bu rapor artık ümit olmadığını bize gösteriyor. 

Washington’da gazetecilik yaptım, think-tank’lerin faaliyetlerini izledim, raporlarını okudum, hâlâ arada sırada okurum, aynı zamanda Türkiye’de de TESEV’de birkaç yıl çalıştım, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine ve İmam-Hatipler üzerine arkadaşlarla beraber rapor hazırladık, rapor nasıl hazırlanır onu da bilirim. Özellikle raporların ana temeli, muhatabınıza, ele aldığınız konuyla doğrudan ilgili kişilere ulaşıp onlarla konuşmaktır, onlarla derin görüşmeler yapmaktır. Biz İmam-Hatiplerde ve Diyanet’te bunu yapmıştık; onlarca müftüyle, din görevlisiyle konuşmuştuk; cami cemaatiyle konuşmuştuk; İmam-Hatiplerle ilgili olarak okul müdürleriyle, öğretmenlerle, mezunlarla ve öğrencilerle konuşmuştuk — işin normali budur. Ama siz şimdi birtakım medya kuruluşları üzerine bir şeyler yapıyorsunuz, orada bütün herkesin çetelesini çıkarıyorsunuz, orada çalışan herkesi –stajyerine kadar, bir yazısı çıkana kadar– koyuyorsunuz; ama ondan sonra kendilerine herhangi bir şey sormuyorsunuz. Ondan sonra bu kişiler kendilerini savunmaya kalktıkları zaman, o savunmaları, rapor denen çalışmaya yönelik eleştirileri de artniyetli vs. olarak görüyorsunuz. 

Söylenecek çok şey var, çok da uzatmamak lâzım; ama çok komik şeyler de var. Mesela Erbakan’ın yakın danışmanlarından Prof. Mete Gündoğan yanılmıyorsam Independent Türkçe’ye yazı yazmış, onu da fişlemişler. Fişlemenin bir yerinde, o kadar gayri ciddi ki bir yerinde Mete Gündoğan olmuş sana Mete Gündoğdu, yani buna bile dikkat etmiyorlar. Bir yerden sonra kendilerine yakın gibi, daha çok da karşılarında olmayacağı varsayılabilecek kişileri bile bu fişlemenin şehvetiyle bu çalışmanın içerisine koyduklarını görüyoruz. 

Söylenecek çok şey var dedim, daha fazla uzatmayayım. Hani ne denir? Allah ıslah etsin denir belki. Şunu biliyorum: Burada adı geçen insanların önemli bir kısmını biliyorum, bazılarını çok yakından tanıyorum. Gazetecilik yapma derdinde olduklarını biliyorum; özellikle bazıları çok başarılı gazetecilik yapıyorlar. Sonuçta işlerini yapmaya çalışan, ekmeklerini kazanmaya çalışan ve bunu da belli bir sorumluluk duygusuyla yapmaya çalışan insanların sanki birer suçluymuş, casusmuş gibi gösteriliyor olmasının hiçbir şekilde mâzur ve meşru gösterilmesi mümkün olamaz. Gazetecilik suç değildir. Birileri sırtını iktidara dayıyor diye gazeteciliği suç, gazetecileri suçlu gösterme çabalarında bulunabilirler; ama bugün olmasa bile yarın onların haksız olduğu, gazeteciliğin suç olmadığı, gazetecilerin de casus ya da suçlu olmadığı tarih tarafından kayda geçirilecektir. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.