Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

15 Temmuz’un üç yıllık bilançosu

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden üç yıl geçti ama Türkiye bu süreyi demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler etrafında kenetlenerek değil tam tersine bunlardan daha da uzaklaşarak geçirdi.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugün 15 Temmuz darbe girişiminin üçüncü yılı. Üç yılda çok şeyler oldu, çok sert geçti. Şu anda biraz sanki yumuşamış gibi; ama 15 Temmuz hafızalarda hâlâ çok canlı; üç yıla damgasını vurdu, bir süre daha vuracağa benziyor. Bir bilanço çıkarmak istediğimiz zaman, olayın çok boyutu var. Hepsini birden ele almak bayağı zaman gerektirir; ama hızlı bir değerlendirme yapmak istiyorum. Olabildiğince önemli konuları ele alarak –ki bu üç yıl boyunca değişik aşamalarda bu değerlendirmeleri yaptım– bir toparlama anlamında bakacak olursak, üç yılda şunu görüyoruz: Cumhuriyet tarihinde Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülüklerden birisi. Birincisi midir? O ayrı bir tartışma konusu; çünkü 12 Eylül gibi, 12 Mart gibi, 27 Mayıs gibi darbeleri yaşamış bir ülke Türkiye. 15 Temmuz belki de en önemli başarısız darbe girişimi olarak –başka darbe girişimleri de var, ama en önemli başarısız darbe girişimi olarak– tarihe geçti. Bu arada Türkiye’de bir yığın kötü şeylerin yaşanmasına neden oldu. 

Aslında kötülükten iyilikler çıkar, ama burada maalesef bu kötülüğün ardından Türkiye, bu kötülüğün yarattığı zeminde daha iyi bir ülke olma yolundaki şansı büyük ölçüde kaybetti — böyle acı bir durum var. Yani Fethullahçılar, Fethullah Gülen’in kendisi ve onun emrinde hareket eden kişilerin Türkiye’ye yaptıkları kötülük, Türkiye’nin yanına kaldı. Yani orada şu olabilirdi: Siyasî iktidar 15 Temmuz darbe girişimini Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı olduğu birliği sağlamak için kullanabilirdi. Buradan Türkiye’ye, darbeye en iyi cevap olacak olan çoğulcu demokrasiyi, kuvvetler ayrımını yeniden inşa etmekte bu darbe girişimini bir vesile olarak kullanabilirdi. Buradan hareketle Türkiye, daha demokratik bir ülke, daha özgür bir ülke olabilirdi; ama tam tersine bu darbe girişimi üzerinden geliştirilen bir söylemle Türkiye daha otoriter, daha baskıcı bir ülke haline geldi; hukuk devletinden uzaklaştı, demokrasiden iyice uzaklaştı, temel hak ve özgürlüklerin çok ciddi bir şekilde devlet eliyle ihlâl edildiği bir ülke haline geldi. Bunun birçok boyutu var, ama ilk günden itibaren bu hususu vurgulayanlar oldu –bunlardan birisi de bendim–, sorun şuydu: Türkiye bu vesileyle gerçekten daha iyi bir ülke mi olacak, yoksa bu bahaneyle daha kötü yerlere mi sürüklenecek? Evet, 15 Temmuz Türkiye’de hukuktan, demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşmanın bir nevi bahanesi olarak kullanıldı ve olağanüstü hal (OHAL) rejimi alabildiğine uzatıldı, OHAL döneminde alabildiğince hoyrat uygulamalara geçildi ve bu yaratılan atmosferde Türkiye’de sistem de değiştirildi, başkanlık sistemine geçildi; ama gördük ki sistem tıkandı. Bir yılda başkanlık sisteminin tıkandığını, çok ciddi krize girdiğini görüyoruz. 

Bunlar neden böyle oldu? Biraz öncesine bakmak lâzım: 15 Temmuz darbe girişiminden önce Türkiye, yaklaşık bir yıl önce önemli bir seçim yaşadı. 7 Haziran seçimlerinde AKP tek başına iktidarını kaybetti ve bu Türkiye’de artık AKP’nin ve Erdoğan’ın ülkeyi tek başına yönetemeyeceğinin tescillenmesi oldu. Ancak Erdoğan bu seçim sonuçlarını kabul etmeyip ülkeyi yine bir seçime götürdü ve 1 Kasım 2015’te Türkiye’de tekrar AKP’nin tek başına iktidarına tanık olduk. Bu arada Türkiye’de yaşananlar malûm, Türkiye’de o dönemde yaşanan kaos, gerginlik malûm. Ama 7 Haziran seçimleri bize AKP’nin ve Erdoğan’ın çok ciddi bir ideolojik ve politik kriz içerisinde olduğunu göstermişti ve bu anlamda 15 Temmuz darbe girişimi bir anlamda cankurtaran simidi oldu AKP ve Erdoğan için. O büyük ideolojik ve politik boşluk, 15 Temmuz ve Fethullahçılık –kendi deyimleriyle FETÖ– karşıtlığı üzerinden bu boşluk doldurulmak istendi, bu konuda bayağı yol da alındı. Ama sonuçta geçen üç sene içerisinde gördük ki aslında bu da tek başına yetmiyormuş. Kriz o kadar derindi ki 15 Temmuz ve Fethullahçılık karşıtlığı ancak bir süre idare edebildi. 

Şöyle bir özet bilanço çıkarmak mümkün bence: Bu darbe girişimi, Fethullahçıların yaptığı aleni olan, Fethullah Gülen’in emrettiği aleni olan bu darbe girişimi, Türkiye’nin ömründen çok çaldı. Ama öte yandan AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü uzattı, üç yıl gibi bir uzatma –belki de daha az bir uzatma– ve şimdi Türkiye bir yandan 15 Temmuz’la ve Fethullahçılıkla hesaplaşmasını sürdürürken, diğer yandan 7 Haziran 2015’te yaşamış olduğu tabloya –23 Haziran’da bir nevi tekrarlandı bu tablo– bağlı olarak kendini yeniden inşa etmekle karşı karşıya. Olayın Fethullahçılık boyutuna bakacak olursak, örgüt Türkiye’de çok ciddi darbe yedi, Türkiye’deki varlığı büyük ölçüde etkisizleştirildi; ama hâlâ süren operasyonlar var; ordudaki, emniyetteki, bürokrasideki yapılanmalarına yönelik olarak, sivil toplumdaki yapılanmalarına yönelik olarak operasyonlar hâlâ sürüyor. Bu, tam anlamıyla bitmediğini gösteriyor, ama büyük ölçüde tamamlandı. Binlerce kişi içeriye atıldı –kadın-erkek, özellikle kadınlar çocuklarıyla beraber–, çoğu mahkûm oldu, bazı davalar sürüyor ve çok sayıda kişi, “iltisaklı olmak” –ki bu 15 Temmuz’un Türkiye’ye hediye ettiği bir kavram– gerekçesiyle işlerinden oldular. Tam anlamıyla özgürlüklerinden olmasalar bile bir nevi vebalı ilan edildiler ve yalnızlaştırıldılar, ekonomik anlamda ve psikolojik anlamda güçlerini yitirdiler. Tabii bu arada “iltisaklı” olduğu için –yani diyelim ki amcası, eniştesi FETÖ davasından yargılanıyor vs.– kendisi de işyerini vs. kaybediliyor. Tabii bu arada bazı iltisaklı kişilere de dokunulmadığını biliyoruz, darbenin en üst düzeydeki isimlerinden birisinin kardeşi pekâlâ büyükelçi olarak atanabiliyor. Burada yanlış olan, kardeşin büyükelçi olarak atanması değil –Şaban Dişli’yi kastediyorum–; yanlış olan, akrabaları nedeniyle insanların mağdur edilmesi, sırf akrabalık ilişkileri nedeniyle. Benzer bir örnek, Bakan Pakdemirli’de de var. Onun da bir kardeşi FETÖ’den içeride –çıkmış olabilir, ama en azından içeri girdiğini biliyoruz, çıkıp çıkmadığına emin değilim– ama bir kardeş içeride, diğer kardeş pekâlâ bakan olabiliyor. Burada bakan olmasında bence bir sorun yok, ama birçok kişinin –özellikle Anadolu’da– akrabalık hatta arkadaşlık ilişkisi nedeniyle ya da cep telefonuyla o kişiyle konuştu vs. gibi gerekçelerle işlerinden edildiğini biliyoruz. Bir diğer yandan Fethullahçılar, önde gelen kadrolarının ciddi bir kısmını kaçırdılar — gerek darbenin kısa bir süre öncesinde, gerek darbe girişiminde, gerek darbe girişiminden kısa bir süre sonra. Ve bunlar Avrupa’da, ABD’de ve değişik yerlerde yaşıyorlar; durumları da çok sorunlu değil sanki. Ama öte yandan imkânları olmayanlar, kaçamayanlar ya da örgüt organizasyonuyla kaçamayanlar burada çok kötü durumlarda kaldılar. Bazıları kendi imkânlarıyla kaçmaya çalıştı, kaçanlar oldu, ama bazılarının da Ege’de ve Meriç Nehri’nde boğularak hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz — aileler, kadınlar, çocuklar hayatlarını kaybettiler, böyle çok acı olaylara da tanık olduk… Böyle bir bilançoyu da örgütün hanesine yazmak lâzım. 

Bir diğer bilanço da, devlet, Maarif Vakfı eliyle örgütün yurtdışındaki okullarını devralmaya çalıştı, bazı ülkeleri ikna edebildi, bazılarını ikna edemedi. Ama şunu biliyoruz ki yurtdışındaki Fethullahçılık yapılanmasına karşı Türkiye çok ciddi bir faaliyet yürütüyor. Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da devletler ikna edilmeye çalışılıyor, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda çok yoğun faaliyet yürütüyor. Bazı yerlerde de yerel güvenlik güçleriyle bir şekilde anlaşılıp bazı Fethullahçıların istihbarat operasyonlarıyla yakalanıp Türkiye’ye getirildiklerini de biliyoruz, burada işbirliği olmadan bunun olması mümkün değil. Bir son not, özellikle Ankara’da son dönemde çok sayıda kayıp iddiasının da Fethullahçılık bahsinde gündeme geldiğini ve en son, Cumartesi Anneleri’nin bir önceki buluşmasında kayıp ailelerinin orada beraber kayıplarını anlattıklarını da biliyoruz. Bu da Fethullahçılıkla ilgili husus, ama bir diğer husus tabii ki ülkeyi Fethullahçılık bahanesiyle tam bir açık hava hapishanesine dönüştürmeye çalışan bir iktidara tanık olduk. Çok sayıda kişi işinden oldu, ekmeğinden oldu, çok sayıda yayın organı kapatıldı. Bunların bir kısmı Fethullahçıydı; ama önemli bir kısmı Fethullahçılıkla hiçbir alâkası olmayan, özellikle Kürt medyasının yayın organları kapatıldı; solcular, Kürt hareketine yakın duran isimler işlerinden oldu, bazıları özgürlüklerinden oldu ve üzerlerinde çok büyük bir baskı kuruldu, var olan baskılar daha da artırıldı ve burada da gerekçe “Fethullahçılıkla mücadele” oldu… Ama gördük ki Fethullahçılıkla mücadele adı altında muhalif olan herkese 15 Temmuz darbe girişiminin hazırladığı zeminde devlet açıkça çok sert bir şekilde baskı politikaları uyguladı ve işin tabii ki acı yanı yurtdışında Fethullahçılar yaptıkları propaganda çalışmalarında kendi taraftarlarının ya da kendi üyelerinin ya da yakınlarının başlarına gelenden ziyade kendilerinden olmayanlara yapılan uygulamaları öne çıkardılar. Bu anlamda tabii ki en çarpıcı olay Barış Akademisyenleri’dir. Barış Akademisyenleri de yine 15 Temmuz sonrasında oluşturulan otoriter atmosferde, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve devletin hışmına uğradı ve çok büyük bir hesaplaşmayı burada büyük bir kısmı siyasî iktidara muhalif ve barış yanlısı bilinen kişilere karşı bir intikam operasyonuna vesile yapıldı. 

Sonuçta baktığımız zaman Türkiye’nin gerçekten ömründen çalındı, çok büyük bir fırsat kaçırıldı, tabii ki kötü bir olaydı, ama bu tür kötülüklerden iyi dersler çıkarılırsa Türkiye, çok daha iyi bir ülke olabilirdi. Ancak bu olmadı; tam tersine, var olan kötülüğün üzerine Türkiye’ye yeni kötülükler, yeni sorunlar, yeni geri adımlar eklendi. Tabii ki darbe başarılı olsaydı çok daha beter bir ülkeyle karşı karşı kalacaktık; ama bu varsayımdan hareketle ülkede yaşanan hak ihlâllerini, demokrasiden sapmaları meşrulaştırmak asla söz konusu olamaz. Ve dönüp dolaşıp üç yıl sonraya geldiğimiz zaman, en son 31 Mart ve daha sonra 23 Haziran seçimlerinde gördük ki siyasî iktidarın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın FETÖ karşıtlığı üzerinden kitleleri hareket etme kapasitesi artık son noktasına gelmiş. Bugün göreceğiz, yine büyük törenler olacak, Atatürk Havalimanı’nda buluşulacak vs. Zaten televizyonlar, yayın organları sürekli bu konuyu ele alıyor olacak; ama bunun eski heyecanı yaratmadığı, yaratamayacağı da ortada. Şu anda Yenikapı Mitingi’ni görüyorsunuz. O mitinge HDP’nin çağrılmaması baştan aşağı yanlıştı ve zaten oradaki meselenin tam anlamıyla Türkiye’yi darbecilere karşı demokrasi safında bir araya getirmek olmadığı, o haliyle, davetlilerin eksik olmasıyla belli olmuştu; ama yine de Kemal Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir mitingti Yenikapı’daki miting. Fakat kısa bir süre sonra aynı Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidar tarafından şeytanîleştirildiğini ve Kılıçdaroğlu’nun da 15 Temmuz konusunda daha eleştirel birtakım tutumlar takındığını gördük. Türkiye’de 15 Temmuz bütün ülkenin birleştirileceği bir zemin olmak yerine siyasî iktidarın kendi iktidarını korumak için, kendi bekası için başvurduğu temel strateji olan kutuplaşmayı tırmandırma stratejinin bir enstrümanı haline getirildi maalesef ve bu nedenle siyasî iktidarın 15 Temmuz’u Türkiye’de demokrasi, 15 Temmuz karşıtlığını demokrasi savunuculuğu yerine baskının temellerini güçlendirme argümanı olarak ya da enstrümanı olarak kullanıyor olması da toplumun diğer kesimlerinde 15 Temmuz konusunda açıkçası en azından bir kayıtsızlık ya da sorgulamayı da beraberinde getirdi. Burada gerçekten üç yılda yaşananlar nedeniyle insanların ilk anda 15 Temmuz’a karşı duyduğu nefret ve öfkede bir azalma olduğunu müşahede etmek mümkün. Bu acı bir gerçek, ama böyle; çünkü 15 Temmuz ve FETÖ meselesi uluorta her vesileyle, beğenilmeyen, hoşlanılmayan kişilere karşı kullanılır oldu. Yani Fethullahçı olduğu defalarca kanıtlanmış kişiler, iktidara sırtlarını dayayarak, hoşlanmadıkları insanları Fethullahçı olarak tanımlayabildiler; ya da iktidar hoşlanmadığı siyasetçiler hakkında yargıya talimatlar vererek FETÖ’den soruşturmalar, araştırmalar, incelemeler başlatabildi; ama bu arada Fethullahçılığın siyasî ayağına yönelik olarak ciddi hiçbir adım atılmadı, bu konuda Meclis’e getirilen önergeler, iktidar ve ortakları tarafından düzenli bir şekilde reddedildi. Eğer sivil toplumda uygulanan KHK’lar konusunda uygulanan ölçütler siyasetçilere uygulanmış olsaydı –yani iltisak ya da işte Zaman gazetesine abone olmak, Bank Asya’da hesabı olmak gibi hususlar–, bunun çok daha fazlalarını –mesela Pensilvanya’ya gidip Fethullah Gülen’le fotoğraf çektirmek ya da başka yerlerde Fethullah Gülen’le ve Fethullah Gülen’in önde gelen isimleriyle fotoğraf çektirmek ya da Fethullah Gülen’e durup dururken, olur olmaz yerlerde övgüler düzmek gibi hususlar– pekâlâ insanların etkisizleştirilmesinde ellerindeki imkânların alınmasına gerekçe olabilirdi. Böyle bir şey olması durumunda Türkiye’de iktidar partisi başta olmak üzere aktif siyasette yer alan milletvekili, parti yöneticisi insanların büyük bir kısmının tasfiye olması gerekirdi. Benim bir formülüm var, birçok olayda bunun çok geçerli olduğunu gördüm: Kim ki Fethullahçılık konusunda kırmızı görmüş boğa gibi ortalığı yıkıyorsa, onun geçmişinde illâki Fethullahçılıkla ve hatta Fethullah Gülen’in kendisiyle çok yakın bir ilişki vardır. Bunun örneklerini saymakla bitmez ve hâlâ geçerli olan bir formül bu. Bakıyorsunuz, bugün Fethullahçılık üzerinden ve 15 Temmuz üzerinden önüne gelene kılıç sallayanların büyük bir kısmının gerçekten aile fotoğrafları, dizi dizi fotoğrafları, silinmesi unutulmuş tweet’leri ya da silinmiş ama kayda geçmiş tweet’leri çıkıyor vs. Kendi yaşadığım bir yığın örnek var; sadece bir tanesini vermek istiyorum: Dershane krizi başladığı zaman, o sırada Vatan gazetesinde yazıyordum ve bunun Gülen-Erdoğan savaşının başlaması olarak –muharebesi demiştim hatta o tarihte– ilan etmiştim ve o yönde analizler yapıyordum. Her iki taraf birden beni fitnecilikle suçlamıştı, aralarına nifak tohumu sokmakla suçlanmışlardı. İsimler gözümün önüne geliyor, kerli ferli siyasetçiler vs. ama sonra aynı kişilerden bazıları bana Fethullahçılıkla yeterince mücadele etmediğim gibi iddialarla saldırdılar — hatta beni FETÖ’cülükle suçlamaya vardıranlar bile olmuştu. Bunlar komik hususlar; ama maalesef bunu yapan kişiler hâlâ Türkiye’de Fethullahçılarla mücadele iddiasıyla ya da kendi deyimleriyle “FETÖ’yle mücadele” iddiasıyla iktidarda yer alabiliyorlar. Dolayısıyla hesaplaşma tamamlanmış değil ve hesaplaşmanın gerçek anlamda olabilmesi için Türkiye’nin demokratik bir ülke olması gerekiyor. Ama yakın bir zamanda hem Türkiye’nin demokratikleşmesinin olumlu anlamda güçleneceğini ve buna bağlı olarak da 15 Temmuz’la, Fethullahçılıkla, Fethullah Gülen’in kendisiyle ve buna her yönden destek verenlerle hesaplaşmanın gerçek anlamda yapılabileceğini tahmin ediyorum, ümit ediyorum; ama aynı zamanda bunu bir anlamda öngörüyorum diyebilirim. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.