Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Tanıdığım Fethullah Gülen

1985 yılında gazeteciliğe başladığım andan itibaren izlemeye başladığım Fethullah Gülen ve onun örgütü hakkında gördüklerim, yaşadıklarım ve düşündüklerim.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün “Tanıdığım Fethullah Gülen” diye bir yayın yapacağım. Bunu aslında bir dizi gibi düşünüyorum. Değişik dönemlerde, değişik zamanlarda –seneye 35. yılım olacak gazetecilikte, bu süre içerisinde– birtakım yaşadıklarımı, gördüklerimi ve düşündüklerimi anlatmak istiyorum. Ve bunu genellikle birtakım portreler üzerinden yapmak istiyorum. 15 Temmuz’un ardına denk geldiği için Fethullah Gülen’le başlamak isabetli olabilir. Aslında buna 2015’te kendi kişisel web sayfamda başlamıştım. Orada Fethullah Gülen’i de yazmıştım, başkalarını da yazmıştım — Erbakan’ı ve birçok kişiyi de. Şimdi tekrardan bunların üzerinden geçmek istiyorum. Bu biraz anı, biraz gözlem gibi olacak; ama esas olarak da gazetecilik üzerine bir yayın, ya da yayınlar olacak.

Tanıdığım Fethullah Gülen diyorum, ama bunu duyunca insanlar çok tanışmış olduğumu düşünebilir. Böyle bir şey yok. Çünkü kendisiyle hayatta en fazla iki cümle konuşabildim. Bir cümle ben kurdum, bir cümle de o kurdu. O da ilk ortaya çıktığı anlardan birisi olan 11 Şubat 1995’te İstanbul Bakırköy’de Polat Rönesans Oteli’nde şatafatlı bir iftar vermişti. Oraya çok sayıda gazeteci davetliydi. Ben davetli olanlardan değildim. Milliyet gazetesindeydim. O sırada merhum Ufuk Güldemir genel yayın yönetmeniydi ve bir ekip halinde gitmiştik. O olayı da en iyi Milliyet vermişti. Çok fotoğraflı, sayfalarca ele almıştık. Ve hatta başlığını da “Hocaefendi süperstar” diye atmıştı o tarihte Ufuk Güldemir. Orada elini sıktım ve “Nihayet tanışabildik” dedim. Onun da bana cevabı “Siz zaten beni tanıyorsunuz” oldu. Ondan başka hayatta tek kelime konuşmuşluğum yok kendisiyle. Bu, bütün bu yaşananlardan sonra iyi bir şey olarak görülebilir. Çünkü eskiden –hani derler ya, “Askere gitmeyene kız vermiyorlar” diye–, eskiden büyük medyada çalışıp Fethullah Gülen’le yemek yememiş, onun sohbetine katılmamış gazeteciler çok itibarsızdı. Hele onu eleştirenlerin şansı hiç yoktu. Kuyruk olurdu. Birtakım, hem kendisinin ziyareti için Pensilvanya’ya, Pensilvanya’ya gitmeden önce İstanbul’da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ya da birtakım dershanelerin mekânlarında ve Bank Asya’nın da birtakım binalarında gazeteciler, genel yayın yönetmenleri, patronlar toplanırdı. Sohbetler edilirdi. Böyle bir ortam vardı. Daha sonra Pensilvanya’ya gidildi. Ve bir de tabii dünyanın dört bir tarafındaki okullarına gazeteci turları, akademisyen turları yapılırdı; gazeteci turları da yapılırdı. Ayrıca bir de Abant Toplantıları vardı. Ama Abant Toplantıları’nda Fethullah Gülen değil, cemaatin birtakım önde gelen isimleri vardı. Bunlar arasında, ben Abant Toplantıları’na katıldım. Orada da her seferinde masraflarımı kendi cebimden, daha doğrusu çalıştığım kurum üzerinden ödedim. Hiçbir zaman onlara kendi paramı ödetmedim. Bunların en önemlisi Washington’da yapmış oldukları Abant Toplantısı idi. Onun da tarihi 2003 yılı. Oraya Türkiye’den gidip de kurumunun parasını ödediği tek kişi bendim diye biliyorum. Özel olarak onu özellikle vurgulamak istiyorum. Bir diğer örnek de Londra’da bir Fethullah Gülen Sempozyumu düzenlediler. Yine davetli değildim; ama gazeteci olarak gidip, kendi imkânlarımla gidip, Londra’daki o toplantıyı da izledim. Çok acayip bir toplantıydı, çok kalabalık bir toplantıydı. Birkaç gün sürmüştü diye hatırlıyorum. 2007 Ekim ayıymış. Onu da orada gazeteci olarak izlemiştim.

Benim Fethullah Gülen hakkında bilgi sahibi olmam gazeteciliğe başladığım andan itibarendir. Yani 1985 Mayıs ayı. Kaç yıl olmuş? 34 yıl olmuş, 34 yılı geçmiş. İslamcılık üzerine çalışmaya başladığım andan itibaren adını duymaya başladım. Ama kendisi ortalıkta gözükmüyordu, yoktu. Video kasetleri dolaşıyordu. Video kasetlerinden çoğaltılmış birtakım görüntüleri vardı. Onun ötesinde pek bir şey yoktu. Benim o tarihte görüştüğüm, doğrudan konuştuğum birtakım İslamcı yazar, çizer ya da değişik cemaatlerden insanlar da Fethullah Gülen’den hep bahseder ve hepsi de olumsuz bahsederdi. Onun hakkında iyi konuşan kimseye rastlamadım. En sert çıkanlar tabii ki İBDA’cılardı. Geçenlerde hayatını kaybeden Salih Mirzabeyoğlu’nun takipçileriydi. Onlar Fethullahçılar ile kanlı bıçaklıydı. Her türden radikal eğilimli İslamcının gözünde Fethullah Gülen Amerikan İslamcılığının, ılımlı İslamcılığın Türkiye’deki şubesi görünümündeydi. İlginç bir şekilde bana onu öyle tanıtanların bir kısmı daha sonra Fethullahçıların yayın organlarında yazdılar. Hatta bazıları 15 Temmuz sonrası hapse de girdi. Ama ilk başta Fethullahçılığı ben onlardan öğrenmiştim. Ardından kendisine ulaşma imkânı olmadığı için ve cemaatine, grubuna ulaşma imkânı olmadığı için, o tarihte piyasada olan Sızıntı dergisini satır satır okudum. Her sayısını okudum. Bir de Abdülfettah Şahin imzası ile çıkan ama onun yazdığı bilinen bazı kitaplar vardı. Birini Asrın Getirdiği Tereddütler diye hatırlıyorum; diğerinin adı şu anda aklıma gelmiyor — ki nitekim bunları daha sonra kendi adıyla bastı. Bunları satır satır okudum. Ve 1990’da çıkan ilk kitabım Âyet ve Slogan’da “Fethullahçılar, Gözyaşı, Sabır, Millet ve Devlet” diye bir bölümle Fethullahçılığa geniş bir yer ayırdım. Medyascope’ta da paylaştık o bölümü. Medyascope’ta var, isteyen okur. Devlete sızma olayının en önemli perspektifleri olduğunu, devleti ele geçirme perspektifine sahip olduğunu yazdım — ki zaten Fethullahçılara yönelik olarak yapılan ilk ciddi askerî lise operasyonlarını da o tarihte çalıştığım Nokta dergisinde, 1986 yılında meslektaşım Can San ile birlikte biz haberleştirmiştik. Daha sonra, birkaç ay sonra Hıdır Göktaş da astsubay okullarındakileri haberleştirmişti. O zamandan beri âşinaydık konuya. Ama çok fazla itibar edilmedi. Çünkü o tarihte yükselişte olan, 90’lı yıllarda yükselişte olan Milli Görüş hareketine karşı Fethullahçılığın bir tür dengeleyici unsur olacağı konusu Türkiye’deki müesses nizam tarafından ve büyük medya tarafından kabul görmüştü. Fethullah Gülen kendisini böyle pazarladı. Onlar da buna teşne oldular ve Erbakan’ın önünü kesmek için –kabaca böyle söyleyebiliriz– Gülen’i kullandılar, kullandıklarını sandılar. Aslında kimin kimi kullandığı daha sonra ortaya çıktı.

Gülen’i hayatta ilk görüşüm 30 Haziran 1994’tür. Yani kitabımın çıkmasından 3 buçuk yıl sonra İstanbul Dedeman Oteli’nde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın –ki kendisi fahri başkanıydı–, onun lansmanı yapıldı, kuruluş toplantısı yapıldı. Orada Cem Karaca gelmişti at kuyruklu saçları ile. Birlikte fotoğrafları çekilmişti. Fethullah Gülen’in galiba medyanın, kamunun karşısına ilk aleni çıkışı odur ve ben de onu orada izledim. Son konuşmayı kendisi yapmıştı. Ve herkesi laik-anti laik çatışmasını yumuşatmaya çağırmıştı. Ardından başta söylediğim o iftar olayı oldu, 11 Şubat 1995. Oraya çok sayıda insan gelmişti, yüzlerce insan diyebiliriz. Şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değişik vesilelerle yanında topladığı, sanatçı olarak tanımlanan kişilerin büyük bir kısmı orada da vardı. O kişiler, birtakım gazeteciler, farklı kesimden gazeteciler, akademisyenler ve orada Fethullah Gülen’in nasıl bir dinler-arası diyalog vs., barış, hoşgörü telkin ettiğini ve bu anlamda radikal İslam’a karşı ne kadar tercihe şâyan olduğunu dile getirdiler. Yanında yer aldılar. Ve bu tiyatro uzun bir süre sürdü. Orada demin de dediğim gibi kendisinin elini sıkıp, işte “Nihayet tanıştık” deme şansına ulaşmıştım. Daha sonra kendisinden defalarca değişik kanallardan randevu talep ettim. Röportaj talep ettim. Bunlara hiçbir zaman olumlu cevap alamadım. Ve benim röportaj yapmamı isteyen yakınındaki bir kişinin daha sonra bana bunu nakledişi şöyledir: Kendisi, Gülen’e, “Efendim bizi çok da yakın tanıyor. Niye Ruşen Çakır’a röportaj vermiyorsunuz?” dediğinde, “O yüzden” cevabını vermiş. Ama şöyle bir olay oldu, hakkını yememek lâzım. Ben röportajlar için ısrar ederken, Milliyet’teyken, 23 Ocak 1995’te Sabah gazetesinde Nuriye Akman’ın röportajı başladı Fethullah Gülen’le. Aynı gün Hürriyet gazetesinde imzasız bir röportaj çıktı, yine günlerce sürecek olan. Daha sonra bu imzasız röportajı yapanın Ertuğrul Özkök olduğu anlaşıldı ve imzasını koymaktan çekindiği anlaşıldı. O tarihte ben Ufuk Güldemir’in bana verdiği bir haber nedeniyle, dosya haber nedeniyle Washington’daydım. Cemaatin içerisinde çalışan, ama kendisi öyle olmayan bir tanıdığım, röportaj talebini iletmiş olduğum bir tanıdığım beni otel odasından aradı. Hiç unutmuyorum, uyandım, saat farkı nedeniyle herhalde olsa gerek. Bana dedi ki: “Röportaja bekliyoruz seni”. Ben “Ne alâka? Ben şu anda burada değilim” falan dedim. Meğer olay şuymuş: Sabah ve Hürriyet‘te çıkan röportajlar üzerine “Ya Milliyet‘e ayıp oldu” demişler. Benim de başvurum olduğu için vermek istemişler. Ama arayan arkadaş, işte o tarihte internet o kadar yaygın değildi, haberim yoktu. İşte “Zaten bir iki gündür Hürriyet‘te ve Sabah‘ta çıkıyor” deyince, ben “Zaten gerek yok artık, ne anlamı var?” dedim. Öyle kaldı. O tarihten sonra da değişik başvurularıma cevap gelmedi. Bir 6 Temmuz 2006’da Vatan gazetesinde “Fethullah Gülen’e Açık Mektup” diye bir yazı kaleme almıştım. O tarihlerde köşe yazarıydım. Artık köşe yazmıyorum biliyorsunuz, buralarda video dolduruyoruz. Eskiden köşe doldururduk. Şemdinli Olayı vardı o tarihte, hatırlayanlar olacaktır. Bir kitapçının basılması olayı, astsubayların gözaltına alınması olayı, astsubayların bastığı bir kitapçı olayı. Onunla ilgili, arkasında Fethullahçıların olduğu söyleniyordu. Ben orada dokuz soru sordum Fethullah Gülen’e ve röportaj talebimi yineledim. Yine öğrendiğime göre tekrardan düşünmüş, ama yine vazgeçmiş. Ve böylece gitti.

Şimdi bütün bunlardan ne çıkabilir? Açıkçası Fethullahçılığı bildiğimi sanıyorum. Çok eskiden beri üzerinde çalışan birisiyim. Değişik yerlerde, değişik şekillerde bu konu üzerinde çalıştım. Çok sayıda kendi içinden ve dışından eleştirel ya da sempatik bakan kişilerle görüştüm. Satır satır okudum. Bir zamanlarki vaazlarını dinledim. Artık çok fazla eskisi kadar heyecanlandırmıyor. Belki benim yaşlandığımdan dolayıdır. Ama bu hareketi bildiğimi düşünüyorum. Ve şöyle söyleyeyim: Başından itibaren, ilk andan itibaren bu harekette, bu grupta beni rahatsız eden –tabii ki birçoklarında vardı ama– çok bariz bir şeyler vardı. Bu da hani şimdi kelimelerin hepsini teker teker… Riyakârlık denebilir, sahtekârlık denebilir aslında. Şöyle söyleyelim: Karşısındaki ne duymak istiyorsa onu söylemeyi çok iyi bilen bir hareket söz konusu ve neredeyse Fethullah Gülen başta olmak üzere birçok insanını böyle yetiştirmiş bir hareket. İslamcılık üzerinde çalıştığım için birçok arkadaşım hep bana takiye konusunu sorarlar, “Bunlar takiye mi yapıyor?” vs., demokrasi konusunda, hoşgörü konusunda. Ben de şöyle cevap verirdim, o cevaba muhatap olanlar hatırlayacaktır: “Ben takiye lafını çok sevmiyorum. İnsanların birbirini anlamasını zorlaştıran bir kavram bu. Ancak eğer, illâki kim yapıyor diye sorarsanız, Fethullahçılar yapıyor derim” demişimdir. Yıllardan beri bunu söylüyorum. Artık bunu herkes söylüyor. “Kandırıldık” lâfını zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi. Ama şunu söylemek lâzım: Bu hareketin ne olduğu baştan beri belliydi. Bilen herkes biliyordu. Erdoğan da çok iyi biliyordu, Abdullah Gül de çok iyi biliyordu, Bülent Arınç da çok iyi biliyordu. Bildikleri için de uzun bir süre bu harekete mesafeli oldular, eleştirel oldular. Ama belli bir tarihten sonra, şu ya da bu nedenle, kendileri farklı farklı hikâyeler anlatabilir ama esas olarak Türkiye’deki var olan kurulu düzenle tek başlarına mücadele edemeyeceklerini düşündükleri için bir ittifak yaptılar. Ve bu ittifakın sonucunda Türkiye’de çok şeyler değişti ve bugünlere gelindi.

Fethullah Gülen ve bunun yarattığı yapıyı anlamak o kadar zor bir şey değil. Şu anda piyasadan toplatılmış olan, kendisi tarafından toplatılmış olan Latif Erdoğan’ın yazdığı Küçük Dünyam diye bir biyografisi vardır. Latif Erdoğan, biliyorsunuz, baş itirafçılardan birisi oldu. O bir ara Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın ilk başkanıydı. Ve kendini ikinci adam olarak göstermeye çok meraklı birisiydi. Ve bildiğim kadarıyla da diğer Fethullahçılar tarafından çok sevilmeyen birisiydi. Şimdi de zaten itirafçı oldu. Eski şeyi de çok kalmadı. Ama onun yazdığı kitapta Fethullah Gülen’in hayatını okuduğunuz zaman –ki o kitabı ilk başta Zaman gazetesinde tefrika olmuştu–, bunu okuduğunuz zaman, zaten nasıl bir hareketle, bir İslâmî hareketten, bir İslâmî cemaatten çok, bir örgütle ve yasadışılığı ya da yeraltını esas almış olan bir örgütle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Bir diğer husus da Fethullah Gülen’i kendisinin çok sıkı bir sağcı olması — komünizm düşmanı, sol düşmanı olması. O iliklerine kadar sinmiş bir şey. Onu ilk gençliğinden itibaren anlıyorsunuz. Bir şekilde Kürt meselesindeki şeyleri…, sonra o konuda kendini düzeltmeye çalışıp bir nevi özeleştiri verir gibi oldu, ama ben çok inanmıyorum. Mesela Said Nursî’yi çok beğenir ve kendisi ilk başta Nurcu olarak bu işlere girmiş birisi olmasına rağmen Said Nursî’yi –o kitapta vardı– sırf Kürt kimliği nedeniyle görme imkânı varken görmediğini anlatmıştı o kitapta — kendisi tarafından toplatılan biyografisinde. O biyografiye baktığınız zaman aslında neyle karşı karşıya olduğunuz anlaşılıyor. Bu bir İslâmî bir cemaatin liderinin ötesinde, dünyanın değişik tarihlerinde, değişik zamanlarda ortaya çıkmış olan karizmatik birtakım dinî yapıların –ki bunlara cult ya da sect diyor Batılılar–, onların lider profilidir. Ve buradan bir demokrasinin, hoşgörünün, dinler-arası diyalog vs.’nin çıkmayacağını anlamak için çok derin istihbaratçı olmak falan da gerekmiyordu. Ancak insanlar, bile bile lades dediler. Ve şimdi Fethullah Gülen eskisi kadar cazip olmayan, hatta hiç cazip olmayan, kapısını bürokratların, valilerin, bakanların, milletvekillerinin aşındırdığı kişi olmaktan uzak bir şekilde, ama aynı yerde kendisine dokunulmadan hayatını sürdürüyor.

Şunu da söyleyeyim: 1985’ten itibaren bana en çok Fethullahçılık ve Fethullah Gülen soruldu. Ve bana en çok sorulan sorulardan biri de şuydu: “Gülen ölürse ne olur?” Açık söyleyeyim, bu soruların milâdı 86, 87, 88. O tarihten bu tarihe kadar Fethullah Gülen hep sanki her an ölebilecek yaşlı birisi olarak tasavvur edildi ve hâlâ yaşıyor. Kimileri onun aslında öldüğünü söyleseler de bu komplo teorilerine itibar etmemek lâzım. Ama şunu da söyleyeyim: O soruları soranların bazıları dünyaya veda etti. Dolayısıyla bu olay sadece Fethullah Gülen’in yaşaması ile ölmesi ile anlaşılabilecek bir olay değil. Tabii ki onun çok önemli, merkezî bir rolü var. Tabii ki onun devre-dışı kalması durumunda bu yapı, bu örgüt çok farklı yerlere savrulabilir. Ancak onun kendisi gibi yetiştirdiği, aynı mantaliteye sahip olan çok sayıda, dünyanın dört bir tarafına dağılmış insanlar var. Dolayısıyla, ben genç bir gazeteciyken ucundan tutmaya başladığım ve çok ilgimi çektiğini itiraf edeyim –gerçekten çok ilginç bir yapıydı, çok esrarengiz bir yapıydı; hakkında her gün yeni şeyler öğrendiğiniz bir yapıydı ve her geçen gün gözle görülür bir şekilde büyüyen, güçlenen bir yapıydı–, bu yapıyla genç bir gazeteci iken tanıştım ve onu hayatım boyunca izledim… Tabii böyle bir hayat iyi bir hayat mıdır? Allah kimseye vermesin diyelim. Ama yine de bunu izleme imkânına sahip oldum. Ve şu anda bu hareketin çok ciddi bir şekilde darbe almış olduğunu görüyorum. Temennim odur ki bu hareket bir daha Türkiye’nin başına bela olmayacak bir şekilde ortadan yok olur. Umarım ölmeden bunu da görürüm. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.