Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Cemaatlere yasal statü verilirse ne olur?

Geçtiğimiz hafta medyascope’ta Edgar Şar yönetiminde İsmail Saymaz ve Ali Aktaş, “Devlet ile dini grupların ilişkisi nasıl? Nasıl olmalı?” başlığı altında cemaatlerin durumunu özel olarak tartıştılar. Ruşen Çakır da aynı tartışmaya, cemaatlere yasal statü verilmesi önerine destek vererek dahil oldu.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün Türkiye’deki dinî cemaatlerin statüsü konusunu değerlendirmek istiyorum. Buna ilham veren, burada geçen hafta Edgar Şar’ın yönettiği bir tartışma oldu. İsmail Saymaz ve Ali Aktaş katıldılar ve çok verimli bir tartışma yaptılar. Onun izini sürmek istiyorum. Evet, şu anda görüyorsunuz. Aslında orada dile getirilen görüşlere çok yakın görüşlerin sahibiyim. Onu ben kendi açımdan biraz anlatmak istiyorum. Yalnız bu arada bir not düşeyim, konuyla alâkası yok. Orada İsmail Saymaz’ı gördük. Bugün biraz önce çok kötü bir gelişme oldu. Dün biliyorsunuz İsmail’in de içinde olduğu üç gazeteci, İsmail Saymaz, Akif Beki ve moderatör olarak da Yavuz Oğhan, üç meslektaşımız eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ile üç saati aşkın bir yayın yaptılar. Açıkçası biz Medyascope olarak imrendik. Biz de yapmak istiyorduk, ama onlar bizden önce davrandılar. O anlamda Yavuz’u tebrik etmek lâzım. Lâkin bugün Yavuz’un uzun süredir çalıştığı –orada Akif Beki’yle ve İsmail Saymaz’la düzenli program da yapıyor ama onun dışında sürekli günlük yayınlar yapıyor uzun süredir– yerde işine son verdiler Ahmet Davutoğlu yayını nedeniyle. Burada gösteriyor ki devletler eliyle –Sputnik biliyoruz ki Rus Devleti’nin–, devletler eliyle özgür, bağımsız gazetecilik yapmanın da bir sınırı var maalesef. Yavuz bunu uzun zamandır bayağı bir zorlamıştı, iyi de zorlamıştı. Ama şunu da hatırlatmakta yarar var: SETA’nın geçen açıkladığı “Yabancı medyanın Türkiye uzantıları” gibi garip isimli raporunda Sputnik’e ve Yavuz’a da bayağı bir yer verilmişti. Onun da payını unutmamak lazım. Yani SETA raporu ilk “başarı”sını da elde etmiş oldu. Sadece Yavuz değil, aynı zamanda orada dışarıdan da olsa düzenli program yapan İsmail Saymaz ve Akif Beki de artık orada program yapamayacak. Prof. Yalçın Karatepe, o da yapıyordu. Galiba, Yavuz olmadığına göre herhalde onun da durumu devam edemeyecek. Yine medya ile ilgili böyle acı bir hâdise. Yani sadece bizim devletimiz eliyle değil, başka devletler eliyle de Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda çok ciddi engellemeler yaşanıyor. Bir kere daha geçmiş olsun diyeyim arkadaşlarımıza. Tabii burada ilginç olan bir husus, Ahmet Davutoğlu’nun nasıl cendereye alınmak istendiği de burada gözüküyor. Onunla yayın yaptığı için insanlar başka bir ülkenin yayın organındaki işlerinden de edilebiliyorlar. Böyle abes bir durumla, kötü bir durumla karşı karşıyayız.

Evet, konumuza gelecek olursak, bu cemaatlerin durumu meselesi özellikle 80 sonrasında çok ciddi bir şekilde gündeme gelmişti. O tarihleri hatırlayanlar bilirler, farklı görüşlerden insanlar paneller yapardı. Özellikle İstanbul’da; ama Ankara’da, İzmir’de de olurdu. Burada sağdan, soldan, İslâmî kesimden birtakım insanlar çok ciddi bir şekilde birçok konuyu tartışırdı. 12 Eylül’den çıkmakta olan Türkiye’nin, demokratikleşme rotasına yeniden girmiş olan Türkiye’nin önemli tartışma konularından birisiydi bu. Çünkü 80’li yıllarda Türkiye’de İslâmî hareketin yükselişine de tanık olmaya başlamıştık. Değişik değişik isimler, entelektüeller bu konuyu tartışırdı. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü tartışılırdı, cemaatlerin ne olduğu, ne olması gerektiği tartışılırdı. Ve burada birtakım özgürlükçü görüşler dile getirilirdi. En uç örneği tabii ki Diyanet’in tamamen lağvedilmesi ve bütün din işlerinin cemaatlere bırakılması. Ama cemaat sadece bu Nakşibendilik, Nurculuk gibi bildiğimiz cemaatler değil, cami cemaatlerini de kastederek söylenirdi. Yani bir mahallenin camisi o mahalleden camiyi kullananlar tarafından yönetilsin şeklinde perspektifler olurdu. Ve bu arada Türkiye’de yıllardan beri varlıkları bilinen ama kanunen yasak olan cemaatlerin –Nurculuk gibi, Nakşibendilik gibi, Süleymancılık gibi cemaatlerin– durumu konusunda da birtakım tezler ileri sürülürdü — ki bu tezlerden bence en doğrusu bu cemaatlerin legalize edilmesi, yasallaştırılması, bunlara yasal bir statü verilmesi. Bu tabii ki Türkiye’de özellikle laikliği savunduğunu iddia eden kesimler tarafından reddedildi, karşı çıkıldı. Ama aslında bu karşı çıkış hiç de gerçekçi bir karşı çıkış değildi. Çünkü Türkiye’de belli bir tarihten itibaren yeraltında olan, özellikle tek-parti döneminde yeraltında olan cemaatlerin yer üstüne çıktığını, yasadışı olmakla beraber meşru olduklarını ve faaliyetlerini büyük ölçüde rahat bir şekilde sürdürdüklerini biliyoruz. Kimi zaman Kur’an kursları, kimi zaman öğrenci yurtları, kimi zaman özel okullar, şirketler, yayın organları şeklinde, farklı farklı alanlarda cemaatlerin varlıklarını sürdürdüğü biliniyordu. Ve bunu da büyük ölçüde ya şirketler üzerinden ya da dernekler ve vakıflar, daha çok da vakıflar üzerinden yürütüyorlardı. Gazeteci olarak bu konuları çalışmaya başladığım andan itibaren…, hatta hiç unutmuyorum, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir Vakıflar kataloğu vardı. Orada tek tek, Türkiye’de var olan bütün vakıfların isimleri, adresleri ve kuruluş amaçları yazılırdı. Oradan İslâmî vakıfları çıkartıp daha sonra haber kaynaklarından hangi vakfın hangi cemaate ait olduğunu öğrenirdik. Ve hayli sayıda –yüzlerce diyeyim– vakıf; irili ufaklı, kimisi Anadolu’da ama büyük kısmı büyükşehirlerdeki vakıflarda bu cemaatlerin varlıklarını sürdürdükleri bilinirdi. Öte yandan, mesela Nurculuğun gazeteleri vardı, dergileri vardı. Daha sonra 80’li yılların ortalarından itibaren bazı Nakşibendi grupları, cemaatleri kendi dergilerini çıkartmaya başladılar vs.. Ve böyle gitti. Şirketler kuruldu, holdingleşildi. Mesela Nakşibendiler’in içerisinden çok sayıda holding çıktı. Bunlar sadece eğitim alanında değil, turizm gibi, tekstil gibi farklı alanlarda da faaliyet yürüttüler. Ve böyle bir realite vardı. Ve bu realite ama hiçbir zaman… Şu anda gördüğünüz Mahmut Hoca, İsmailağa Cemaati’nin şeyhi Mahmut Hoca da Fatih Çarşamba’daki İsmail Ağa Camii’ni yıllardır yürütür. Yani adı oradan gelen bir cemaati yürütür. Ve kendisi 12 Eylül 1980 sonrasında kısa bir gözaltı dışında gayet rahat bir şekilde faaliyetlerini yürütüyor. Ve Türkiye’nin en güçlü cemaatlerinden birisi olarak bilinir. Şu anda gördüğümüz de Menzil Cemaati’nin şeyhi. Bunların hepsi varlıklarını sürdürürler. Zaman zaman önlerine birtakım engeller çıkartılır. Ama büyük ölçüde faaliyetlerini yürütürler.

Burada tabii şöyle bir husus var: Niye legalize edilsinler? Bir kere olayın adını koymak lâzım. Artık bu ikili oyunu sürdürmenin çok fazla bir anlamı yok. Çünkü cemaatler zaten varlar. Devlet istese de engelleyemez. Zaten devletin engelleme diye bir politikası da yok — ki engellenmek istenmesi doğru da değil. Cemaatlerin meşruiyetinin üzerine bir de yasallık katılırsa, işte burada kamu, kamu adına da devlet, kimi durumlarda bu yapıları pekâlâ denetleyebilirler, denetlemeliler. Burada şöyle bir sorun var: Yasadışı olan ama meşru her türlü faaliyeti yapan cemaatler tamamen kapalı yapılar. Hiçbir şekilde şeffaflığa yanaşmıyorlar. Sorduğunuz zaman da yasal engelleri gösteriyorlar. Ve aslında bu ikili durum cemaatlerin büyük bir çoğunluğunun işine geliyor. Çünkü bir taraftan yasadışılık var. Yasadışılık nedeniyle, yasal olmamak nedeniyle kapalı devre çalışıyorlar. Ama öte yandan da meşrular, kimse kendilerine dokunmuyor. Ama yasal olmaları durumunda, bir statü kazanmaları durumunda birtakım kurallarına uymaları pekâlâ gerekecek, özellikle para hareketlerinin kontrolü anlamında. Ve bu da, Batı’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de hem cemaatlerin sivil topluma katılmasını teşvik edecek, hem de cemaatlerin belli sınırlar içerisinde kalıp, o sınırların dışında faaliyetlerine kamunun müdahale etmesinin imkânını sağlayacak. Buna tabii ki itirazlar hâlâ var. İlk itirazlar tabii ki laikliği savunma iddiasındaki çevrelerden. Çünkü “Atatürk bunları yasakladı, bunlar tekrar serbest bırakılamaz” yaklaşımıyla bir pozisyon alınıyor. Ama artık dediğim gibi bunun gerçekliğe hiçbir şekilde uyar bir tarafı yok. Diğer itiraz da tabii ki cemaatlerin kendisinden geliyor. Çünkü bu alışmadıkları, bilmedikleri bir durum. Legal olma durumunda ve kanun çerçevesi içerisine girmeleri durumunda birtakım düzenlemelere gitmeleri gerekecek. Ve bu düzenlemeler onların hem bilmediği, hem de çok da fazla istemedikleri düzenlemeler olacak. Ve tabii ki bu ikili durumun kalkması ile beraber birçok cemaatin cazibesi de ortadan kalkacak. Yani meşru ama yasal olmayan yapıların bir cazibesi var. İnsanlar bir şeyleri gizli kapaklı yapıyormuş gibi, ama başlarına da bir şey gelmeyeceğini bilerek bu yapıların içerisinde yer alıyorlar. Bunların alenileşmesi halinde işte bu cazibe de pekâlâ ortadan kalkacak. Bu oyunu daha fazla sürdürmenin anlamı olmadığı kanısındayım. Ve bunun çok ciddi bir şekilde tartışılması ve tüm tarafları ile tartışılması kanısındayım. Yalnız bugünün iktidarı ile, AKP iktidarı döneminde bunun yapılabilmesinin çok mümkün olmadığını, çok da isabetli olmayacağını düşünüyorum. Çünkü şu anda Türkiye’deki Sünni cemaatlerin ezici bir çoğunluğu bir şekilde siyasî iktidara göbeğinden bağımlı durumda. Ve dolayısıyla bu göbeğinden bağımlılık, bu yapıların yasal olmamasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla AKP iktidarının, Erdoğan’ın böyle bir şeyi tercih edeceğini sanmıyorum. Birincisi bu. İkincisi, onların yürüteceği bir tartışmanın yeterince çoğulcu ve demokratik olacağını da düşünmüyorum. Eğer benim ilk dile getirdiğim, 31 Mart sonrasında ve 23 Haziran sonrasında dile getirdiğim “Yepyeni Türkiye” diye bir şey olacaksa, bunun önemli gündem maddelerinden biri de artık bu olayı tüm Türkiye’nin hayrına bir şekilde gündeme getirmek ve bu ikili oyunu, bu aldatmacayı bir şekilde sonlandırmak olmalı.

Böyle bir durumda ne olacak? Birtakım dinî yapılar buna ayak uyduracak. Ayak uydurabilenler bayağı bir güçlenebilir. Ama çok sayıda yapının da bu yeni duruma, yasal statü kazanma durumuna ayak uyduramayacağını ve bir şekilde ayıklanmaya, kendi kendilerinin tasfiyesine gidecekleri kanısındayım. İlk başta bahsettiğim İsmail Saymaz ve Ali Aktaş’ın katıldığı tartışmada İsmail ve Ali, ikisi de farklı çevrelerden olmalarına rağmen bu benim söylediklerime benzer görüşleri dile getirmişlerdi. Bu görüşler aslında bir dönem çok ciddi bir şekilde rağbet görüyordu. Ama ondan sonra Türkiye’de çok sert şeyler yaşandı. Fethullahçılık ve AKP iktidarının ittifakı döneminde cemaat olayını tek başına Fethullahçılar tekellerini aldıkları için ve asla ve asla şeffaflık istemedikleri için bu tartışmalar bıçak gibi kesildi. Ve ardından da cemaat denince akla Fethullahçılar geldiği için hep böyle bir olumsuzluk görülür oldu bundan. Ve dolayısıyla cemaat dendiği zaman herkes bir tiksinti ve nefret, öfke beyan ediyor. Yavaş yavaş bunların da normalleşeceğini düşünüyorum. Ve Fethullahçılığı ayrı bir kategori olarak görüp Türkiye’de şu ya da bu şekilde, kimisi tarihten gelen, kimisi Cumhuriyet’le beraber ortaya çıkan, farklı farklı, kimisi birbiriyle çok yakın ilişkide, kimisi birbiriyle çok ciddi kavgalı olan bu yapıların durumunu netleştirmek ve bir düzene, bir statüye kavuşturmak Türkiye’nin ve Türkiye’deki dindarların da hayrına olacaktır diye düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.