Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Siyasi doğruculuk nedir? Neden iyi bir şeydir?

Türkiye’deki Suriyelilere yönelik tepkilerin hızlı bir şekilde ayrımcılığa, hatta ırkçılığa dönüşmesi çok da şaşırtıcı değil. Bu eğilimlere karşı mücadelenin ilk alanı dil olsa gerek.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün biraz “siyasî doğruculuk”tan söz etmek istiyorum. Bu kavram aslında son günlerde yaşadığımız ve önümüzdeki günlerde daha fazla yaşayacağımızı düşündüğüm tartışmalarda çok kilit bir role sahip. Bu kavramla benim şahsen tanışmam yaklaşık 30 yıl önce oldu ve Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk gittiğimde karşıma çıktı. Onunla beraber bir başka kavram da, o da Türkçe’de daha fazla kullanılıyor belki, “pozitif ayrımcılık” kavramı. İkisini birlikte öğrenmiştim. Ve o günden bugüne sürekli olarak aklımın bir köşesinde ve hayatta bunların nasıl uyarlanabileceği, uyarlanması gerektiği benim için hep bir dert olmuştur. Özellikle gazeteci olduğum için, gazeteciliğin birtakım sorumlulukları var ve bu sorumlulukları gözetirken, bu sorumlulukları yerine getirmeye çalışırken, bu kavramların tabii başka birçok kavramla beraber benim için yeni olan bu kavramların da bir nevi kılavuz olmasını istedim. Ne derece başardım bilmiyorum. Ama “siyasi doğruculuk” ya da “siyaseten doğru” olarak kullanılıyor, İngilizce’de daha çok kullanılan bir kavram. Bu aslında esas olarak toplumlarda sayıca az olanların, güçsüz olanların haklarının sivil toplum tarafından, vatandaşlar tarafından dil alanında korunmasını hedefliyor. Yani birçok şey dilde başlıyor. Siyasî algılar dilde başlıyor. Siyasî tartışmalar dilde başlıyor. Buna bağlı olarak toplumsal konumlanışta da dilin çok önemli bir rolü var. Ve insan ilişkilerinde, özellikle de egemenlik ilişkilerinde dil çok belirleyici oluyor. Ve bu anlamda da baktığımız zaman dilde bir mücadelenin verilmesi de şart oluyor — eğer eşit bir toplum, çoğulcu bir toplum istiyorsak, böyle bir derdimiz varsa. Böyle bir derdi olmayanlar için tabii ki siyasî doğruculuk diye bir şey söz konusu değil; onların gözünde güçlü olan zayıf olanı ezer, ezmeye hakkı vardır. Zayıf olan, güçlünün kendisine tanıdığı alanlar içerisinde ancak var olabilir. Ama buna karşılık daha eşitlikçi bir toplum isteyen, daha cumhuriyetçi bir perspektife sahip olan kişiler için kendileri grup olarak… ait oldukları grup çoğunlukta olabilir; mesela diyelim ki Beyazların çoğunlukta olduğu bir ülkede bir Beyaz olabilir, Güney Afrika’da bunun örneklerini çok gördük, ama Siyahlara yönelik ırkçılığa Siyahlarla beraber mücadele eder ve özellikle de bunu öncelikle kendi dilinde yapar, kendi davranışlarına yansıtır. Burada nereden geldiğinizin çok fazla bir önemi yok. Ama neden yana olduğunuzun, neye taraf olduğunuzun, ne istediğinizin önemi var. Yani bir ülkenin çoğunluğunda olabilirsiniz, sayıca çok olan da olabilirsiniz ve bu çok olanlar az olanlara karşı bir tahakküm uyguluyorlardır, eziyorlardır, baskı uyguluyorlardır. Ama siz burada pekâlâ bu ait olduğunuz çoğunluğun avantajlarını, ayrıcalıklarını göz ardı ederek, bunlardan feragat ederek, pekâlâ az olan insanların yanında olabilirsiniz — ki olmalısınız. Bana göre böyle bir şey. 

Şimdi siyasî doğruculuk konusunda dünyada en çok örneklerini gördüğümüz Amerika Birleşik Devletleri’nin, özellikle ırk meselesinde Afrika-Amerikalı diye tabir edilen, bizde daha çok Siyahlar olarak tanımlanan kesime yönelik birtakım nefret sözcükleri var. Bizde bu nefret sözcükleri çok sıradanlaşmış bir şekilde hâlâ kullanılıyor, en başta da “Zenci”tanımlaması. Bunların dilden ayıklanmasının ırklar arasında eşitlik için çok önemli bir adım, aşama olduğunu savunuyor insanlar — ki bence doğru yapıyorlar. Kadın-erkek meselesinde de özellikle siyasî doğruculuk çok önemli — kadınlara hitap ederken, kadınlardan söz ederken. Kadınların dışında cinsel yönelim konusunda, eşcinseller, travestiler, transseksüeller ve diğerlerine yönelik yaklaşımlarda, onlara karşı kullanılan dillerde. Onun dışında engelliler; değişik fiziksel ya da zihinsel sorun yaşayan kişilerle ilgili konularda da dil çok önemli. Ve biliyoruz ki Türkiye dahil olmak üzere birçok toplumda dile yerleşmiş olan ayrımcı kavramlar, klişeler, atasözleri, ibareler çok fazla. Şu anda Suriyeliler’i görüyorsunuz, Suriyeliler’in hepsi Arap değil; ama önemli bir kısmı Arap. Dilimizde Araplar’a yönelik olarak kullanılan çok sayıda olumsuz kavram var; en basiti arapsaçı kavramı. Ama onun dışında Arap üzerinden yapılan, Arap üzerine kurulan cümlelerde hep bir küçük görme, önemsiz görme, tam olarak olmasa bile bir anlamda nefret etme gibi perspektif var. Kimileri bunları Osmanlı’nın yıkılması ile falan anlatmaya çalışıyor. Bunun çok da inandırıcı olduğunu sanmıyorum. Bu çok ciddi bir şekilde ayrımcılık. 

Şimdi siyasî doğruculuk meselesini geçen hafta yaptığım iki yayında ele aldığım Türkiye’deki Suriyeliler meselesine taşımakta yarar var. Burada Suriyeliler’e yönelik olarak yapılan birtakım yaklaşımların, değerlendirmelerin, onların doğrudan hedef alınmasının ayrımcılık ve hatta yer yer ırkçılık olduğunu söylediğimde çok sayıda tepki aldım, almaya devam ediyorum. Kimileri uzun uzun e-postalar yolluyorlar, kimileri gayet sakin bir şekilde, kısa bir şekilde tepkilerini dile getiriyorlar, vs.. Burada önemli olan tabii ki dil ve en çok rahatsızlık duyulanda, Suriyeliler konusunda, benim ve benim gibi düşünenlerin yabancılar konusunda yanlış birtakım tutumlara giren kişileri ayrımcılık ve ve hatta yer yer ırkçılıkla suçlaması. Demek ki dil önemli, birileri kendilerine ayrımcı ve ırkçı denmesinden hoşlanmıyorlar. Bu aslında iyi bir başlangıç noktası olabilir ve buradan hareketle birtakım şeyleri kamusal alanda tartışabiliriz. Demek ki bazı kavramların uluorta kullanılmaması lâzım, çok güzel. Ama şunu da biliyoruz ki kendilerine ırkçı, ayrımcı vs. benzetmelerini, tanımlamalarını benimsemeyen insanlar karşılarındakilere, ötekine yönelik olarak çok hızlı bir şekilde bazı tanımlamalara müracaat ediyorlar. Şöyle bir olay var: Siz bir topluluktan –diyelim ki eşcinseller, diyelim ki Suriyeliler, diyelim ki kadınlar, diyelim ki Kürtler–, bahsederken bir genelleme yapıp onlara bir olumsuzluk atfederseniz, bu olumsuzluğun dozunun ne olduğunun çok fazla bir önemi yok, ama bunu yaptığınız andan itibaren ayrımcılık yapıyor olursunuz. Hiçbir zaman hiçbir topluluk toplu halde aynı şey olamaz. Toplu halde hırsız olamaz, toplu halde kötü olamaz, toplu halde sömürücü olamaz vs.. Her toplumun içinde kötüler vardır, her topluluğun içerisinde iyiler vardır. Önemli olan bunları birtakım kriterlerle, ölçütlerle, özellikle de olabildiğince evrensel ölçütlerle bu değerlendirmeleri yapmak ve kötülere karşı iyilerin yanında durmaktır. Dolayısıyla Türkiye gibi bir ülkede bir sorun varsa –ki var; çok sayıda, milyonlarca insan Türkiye’ye geldi son yıllarda–, bu insanların Türkiye topraklarında yaşıyor olması ve daha uzun bir süre yaşayacağa benzemesi, ekonomik, kültürel, sosyolojik bir yığın sorunu beraberinde getirdi, getiriyor ve getirecek. Bu da doğru. Ama bu sorunu çözmek için ne yapmamız gerektiği sorusunu önümüze ciddi olarak alıyorsak, öncelikle dilimize dikkat etmemiz gerekiyor. Burada bir kere sorumlunun, bu noktaya gelişimizdeki sorumlunun kim ya da kimler olduğunda anlaşmamız gerekiyor. Türkiye’ye gelen, Suriye’den gelenlerin hemen hemen hepsi –çok azı herhalde, çok çok azı öyle değildir–, hemen hemen hepsi devletin rızasıyla, onayıyla, bilgisi dahilinde geldi. Çok az insan buraya kaçak ya da yasadışı yollarla geldi. Onun dışında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bu devleti yönetenler bu kişileri çağırdılar ve onlara yer açtılar. Onlara imkânlar –öncelikle yaşama imkânı– sundular ve teşvik ettiler. Orada bir hesap vardı, siyasî bir hesap vardı. Bu hesap baştan itibaren yanlıştı. Bunun baştan itibaren yanlış olduğunu söyleyen çok az sayıda insan vardı. Ama şimdi çok ilginç bir şekilde, dün bu politikaların yanlış olduğunu söyleyenlerin önemli bir kısmı, bugün bu politikaların getirdiği sonuçlarla yüzleşirken, burada hedefin Suriyeliler olarak alınmasından ciddi bir şekilde rahatsız oluyorlar. Dün yapılan yanlıştı, bugün yapılmak istenen de aynı şekilde yanlış. 

Bu insanların buraya gelmesinin nedeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir ve o devletin yöneticileridir ve o devlete destek verenlerdir. Bilmem kaç saat içerisinde Suriye’nin bir yerinden girip diğer yerinden çıkacaklarına ciddi bir şekilde inananlardır ve camilerde namaz kılacaklarına, cuma kılacaklarına inananlardır. Bu yolla da Suriyeliler’e meydan okuyanlar ve bu meydan okuyuşta yanlarına çektikleri insanları da sonra sahaya süren, ondan sonra da kendi topraklarına alanlardır. Dolayısıyla baştan bir şeyi yanlış yapıyoruz. Yanlış yapılıyor. O da bu olayın öznesi olmayan insanların şu anda yaşanan olayların sorumlusu olarak gösterilmesi. Dolayısıyla öncelikle dile dikkat etmek gerekiyor. Bu insanları, Suriyeliler’i, –konumuz da Suriyeliler ama Türkiye’de sadece Suriye’den gelenler yok, ama en çok dikkat çeken husus o– ele alırken olabildiğince dikkatli davranmamız gerekiyor. Bu insanları karşımıza alan, küçümseyen, hor gören davranışlar içerisinde olmamak gerekiyor. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ama sevmemesini bir nefret olarak, bir siyasî nefret olarak ifade etmeye kalktığı zaman da, birileri onlara pekâlâ cevap verebilirler. O cevapların sonrasında da rahatsız olmamaları gerekiyor. 

“Şimdi savaş bitti, çok az yerde kaldı, hâlâ Türkiye’de ne arıyorlar?” diye bir soru var. Başta çok samimi ve realist bir soru gibi gözüküyor, ama hiç de öyle değil. Savaş tam anlamıyla bitmedi. Az da olsa bir yerlerde sürüyor; ama en önemlisi şu: Bizim ülkemizi yönetenler hâlâ Suriye’yi yönetenlerle resmî herhangi bir temas içerisinde değiller açık olarak. Türkiye ile Suriye arasında, Ankara ile Şam arasında herhangi bir diplomatik ilişki yok. Bu diplomatik ilişkinin bir an önce tesis edilmesini savunmadan yapılacak olan “Gitsinler artık ülkelerine” şeklindeki yaklaşımlar, tamamen bu insanları orada Suriye’yi yönetenlerin ve Suriye’de değişik şekillerde var olan grupların, ülkelerin –Rusya’sı, İran’ı, onların milis güçleri vs.–onların insafına terk etmek olacaktır. Bir kere bunu öncelikle görmek lâzım. Suriye’de savaş bitmiş değil. Türkiye’nin Suriye’ye bakışı hâlâ Suriye’de barışın tesis edilip insanların orada rahat, özgür ve huzur içerisinde yaşamasını sağlamak değil. Türkiye’nin hâlâ orada en önemli meselesi: Fırat’ın doğusunda ne olacak? Orada Kürtler, PYD-YPG, bağımsız ya da özerk bir yapılanmaya gidecek mi? Bu nasıl engellenebilir? Bununla meşgul olan bir Türkiye var, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler var. Ama insanlar yaşadıkları sorunların sorumlusu olmayan insanları hedef göstererek o insanların bir an önce geri gitmelerini istiyorlar. Geri gittikten sonra başlarına ne geldiklerini çok da fazla önemsedikleri söylenemez. 

Burada, işte tekrar politik doğruculuğa gelebiliriz. Dilimize, kullandığımız kelimelere dikkat etmemizde her zaman için yarar var. Bu tür toptancı yaklaşımlar, “Hepsi gitsin! Bunlar asalak!” ya da “İçlerinde sadece yetişmiş olanlar, belli bir, nasıl denir, yeteneğe sahip olanlar iyi eğitimliler kalsın, diğerleri gitsin” deniyor. Ama şu süreç, şu âna kadar, Türkiye’de biliyoruz ki yoksul olanlar –Suriyeliler’in hepsi yoksul değil–, yoksul olanlar iliğine kadar sömürüldü değişik kesimler tarafından, değişik kişiler tarafından. Çok sayıda genç kadın, kuma olarak Anadolu’nun değişik yerlerinde alındı. Bunlara hiç güçlü itirazlar görmedik. İnsanlar sömürüldü, ucuz işgücü olarak kullanıldı vs.. Bunlara çok ciddi karşı duruşlar görmedik. Şimdi Türkiye’deki ekonomik sorunların baş sorumlusu gibi gösteriliyorlar. Bunların yanlış yaklaşımlar, ayrımcı yaklaşımlar ve hatta dozuna bağlı olarak ırkçı yaklaşımlar olduğunu söylemek boynumuzun borcu olsun — en azından ben kendi şahsıma bunu yapmaya çalışıyorum. 

Şöyle bir husus var: İnsanların tabii ki ait oldukları yerler var; ait oldukları etnik gruplar, milliyetler, dinî gruplar, mezhepler, siyasî gruplar, arkadaş çevresi var; cinsel yönelimine göre beraber, benzer eğilimlerde olduğu, yönelimlerde olduğu kişiler var. Bunların hepsi güzel ve bunların bulunduğu yerlerin daha iyi, daha mutlu olmasını istemeleri de çok doğal. Ama bunu yaparken kendisi gibi olmayanların, bunun bedelini, kendi mutluluğunun bedelini, kendi iyiliğinin bedelini başkalarına ödetmeye çalışarak bu işler olmuyor. Ya da, oluyor tabii ki, dünya yıllardır böyle yürüyor. Ama buna itiraz etmek gerekiyor. Burada kendimizden olmayanları, bizim gibi olmayanları anlamaya çalışmak, empati yapmak ve mümkünse sempatik yaklaşmak, onlara sempati ile yaklaşmak bence doğru olan. Tabii ki burada şöyle söyleyenler var: “Bunlar sadece iyi niyetle olmaz, sadece iyilikle olmaz, realist olmak lazım”. Realist olmak tabii ki lâzım. Realist olmanın da ilk başında demin söylediğim gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenleri eleştirmemiz lâzım. Bu faturayı esas olarak onlara kesmemiz gerekiyor realistsek. Ama bir diğer husus da şu: Realist olmak demek, gaddar olmak anlamına gelmiyor. Yani o Türk filmleri repliklerinde vardır, yabancı başka filmlerde de olabilir, “Acı, ama yapmak zorundayım; kötü, ama yapmak zorundayım”, böyle bir şey yok. Mümkün olduğu kadar kötüden sakınmamız gerekiyor. İyiliği övmemiz gerekiyor. İyinin yanında olmamız gerekiyor. 

Son bir not, tabii bu Âl-i İmran Sûresi’ne bir gönderme oldu. Son dönemde birtakım İslamcı grupların da Suriyeliler’in yanında duruş sergiledikleri görüyoruz. Bu fena bir şey değil. Ama bu İslamcı grupların da Suriye’de yaşanan acıların birinci derecede sorumlularından olduğunu, Suriye’de çok hızlı bir şekilde İslamî bir rejime geçilmekte olduğu düşüncesiyle hareket ettiklerini ve bu anlamda da AKP iktidarını sonuna kadar kayıtsız şartsız desteklemiş olduklarını görüyoruz. Onların Suriyelilerin yanında olmasıyla benim gibi insanların yanında olması arasında herhalde çok ciddi farklar var. Ama şunu da görüyorum ki, şu son dönemdeki tartışmalarda Suriyeliler konusundaki birtakım ayrımcı, ırkçı yaklaşımlara karşı bir şeyler söylemek istedikleri zaman –benden çok olmasa da, çünkü beni pek sevmediklerini biliyorum–, ama mesela bana benzer meslektaşlarımdan, benzer şeyler söyleyen meslektaşlarımdan bol bol alıntı yaptıklarını görüyoruz. Bunların çok samimi olduğu kanısında değilim. Burada siyasî kaygıları vs’yi bir yana bırakarak, öncelikle ve öncelikle, insanî bir duruş sergilemek gerekiyor. İnsanî bir duruşu söyleyen, savunan insanların reel politikadan anlamadıkları, anlamak istemedikleri gibi değerlendirmeler çok inandırıcı değil. Reel politikayı belki de gördüğümüz için ya da ben kendi şahsıma söyleyeyim, nasıl bir şey olduğunu bildiğimiz için diyorum ki: Tutunacak en önemli yer insanlık. Bu naiflik, saflık, enayilik falan değil. Bu tamamen iyi olmakla ilgili bir şey. İyi olmaya çalışmakla ilgili diyelim, çok iddialı olmasın. İyi olmaya çalışmak için de öncelikle dilimizden başlamakta yarar var. Herkese tavsiye ederim. En azından vicdanınız, içiniz rahat oluyor. Yaşanan bütün kötülüklerin içerisinde, en azından kendinizi bir vicdanî rahatlık içerisinde hissedebiliyorsunuz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.