Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İktidarın çevre konusundaki duyarsızlığının nedenleri

Dün Gezi Parkı, HES’ler, bugün Hasankeyf, Kaz Dağları ve diğerleri… Siyasi iktidar, sivil toplumdan gelen itiraz ve talepleri neden görmezden geliyor, zorla bastırmaya çalışıyor? Olayı sadece iktidarın çevre duyarsızlığıyla açıklamak mümkün mü?

Yayına hazırlayanlar: Kürşad Çetinkaya & Ara Altınman

Merhaba, iyi günler. En son Kaz Dağları olayında, altın olayında yaşadığımız, iktidarın çevre konusunda sivil tepkilere karşı kayıtsızlığı ve ilgisizliği olayını biraz deşmek istiyorum. Aslında bu sadece Kaz Dağları ile sınırlı değil. Daha önce en çarpıcı bir şekilde Gezi Parkı olayında yaşandı, Hasankeyf olayında yaşanıyor, HES’lerle ilgili çok sayıda olayda yaşandı. Ülkenin değişik yerlerinde, değişik şekillerde, değişik nedenlerle, kimi zaman maden, kimi zaman yol yapımı vs. yüzünden vatandaşların çevre duyarlılığı ile yönelttikleri birtakım protestolara karşı iktidarın büyük ölçüde kayıtsız kaldığını ve bunları bastırmaya çalıştığını –önce kayıtsız, sonra tepkili ve en sonda da sert şekilde bastırmaya çalıştığını– gördük, görüyoruz. Bunun ilk akla gelen nedeni tabii ki iktidarın çevre konusunda çok fazla hassasiyete sahip olmaması. 

Bu ilk ve en basit açıklama. Aslında onlar da, ülkeyi yönetenler de bunu bir çevre meselesi üzerinden tartışmaya çok razılar. Çünkü, malûm, kesilen ağaç sayısı, dikilen ağaç sayısı gibi birtakım kelime oyunları ile, argümanlarla aslında kendilerinin çevreye ne kadar saygılı olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Burada yapılan, aslında çevreye saygısızlık değil de, belli anlamlarda dikkatli bir şekilde çevre gözetilerek ülkenin kalkınması olarak gösterilmeye çalışılıyor. Şu âna kadar yaşanan olaylarda hep buna tanık olduk. Bu olayın çevresel bir boyutu kesinlikle var. Öncelikle tabii ki vatandaşların tepkisi çevre üzerinden geliyor. Ama iktidarın bu tepkilere cevap vermesinin nedeni çevre meselesi değil. 

Biraz karışık olduğunun farkındayım. Şöyle toplamaya çalışayım: AKP iktidarı, belli bir tarihten itibaren, özellikle Erdoğan’ın iktidarı tam anlamıyla kendi elinde toplaması ile beraber, tek adam yönetimine fiilen geçtiğimiz andan itibaren, her türlü sivil toplum talebini kendisine yönelik bir tehdit olarak algılıyor. Ve ona böyle cevap veriyor. Önce bu talebin yanlış olduğunu, asılsız olduğunu, gerçekleri çarpıttığını iddia etmeye çalışıyor. Bu konuda da tabii elinin altındaki medyaya çok ciddi bir şekilde güveniyor. Gerekirse sosyal medyayı kullanıyor ve trolleri devreye sokuyor. Böylece, çevre ile ilgili iddiaların aslında yalan olduğunu ve nitekim Kaz Dağları meselesinde de son günlerde görüyoruz, “Aslında orası Kaz Dağları değil, aslında orası şöyle değil, aslında olay öyle değil” ya da “Ağaç kesimi çok önceden başlamıştı, şimdi niye ses çıkartılıyor?” gibi kelime oyunları kullanıyor. Birtakım detayları çok büyükmüş gibi gösteriyor. Aslında, olayın kendisinin bütününü göz ardı ettirmeye çalışarak yürüttüğü bir mücadele var. Cevap verme var ve etkisizleştirme var. 

Ama etkisizleştiremediğini anladığı andan itibaren de bu olayı kriminalize etmeye çalışıyor. Bu olayın ardında başka niyetler olduğunu; bu olayların, bu direnişlerin, bu itirazların arkasında başka niyetler olduğunu iddia etmeye götürüyor. Gezi bunun zirvesiydi. Bir yığın dış güç, iç güç, bunların elbirliği ile düzenledikleri ve iktidarı devirmeye yönelik bir faaliyet olarak tanımlandı. İlk dava düştü, şimdi yeniden dava açıldı. İnsanlar yargılanıyor — Osman Kavala başta olmak üzere. Gezi direnişinin, bir çevre direnişi olmaktan öte iktidara yönelik bir komplo olduğu iddiasıyla. Henüz Kaz Dağları’nda ve Hasankeyf’te bu aşamaya gelmiş değiliz. Ama sivil toplum bu direnişlerini pes etmeden sürdürürse, bu direnişler etkili bir şekilde ses getirmeye başlarsa, pekâlâ bunların da devreye gireceğini düşünebiliriz. 

Bu tür olayları kriminalize etme yaklaşımının da iki tane temel nedeni var. Bir, bu olaylara karşı, bu direnişçilere karşı, onu bertaraf edebilecek bir ideolojik ve politik söylem geliştirememek. Bu itirazlara cevap verememek. Bir çaresizlik yani, birincisi bu. İkincisi de, bunları kriminalize ederek, kendi oy tabanını harekete geçirmek. Buralardan yeni komplolar ve düşmanlar üreterek tabanında belli bir konsolidasyonu sağlamaya çalışmak. Gezi zamanında, Erdoğan’ın söylediği “%50’yi evde tutmakta zorlanıyorum” ifadesi bunun açık bir dışavurumuydu. Sivil toplumdan gelen tepkilere karşı, sivil toplumun birtakım taleplerine cevap veremeyen devlet, vermek istemeyen devlet, onu önemsemediği için vermek istemeyen ya da sivil toplumun taleplerine cevap vermesinin kendi politikalarını sekteye uğratacağını düşünen devletin aklına gelen en kestirme yollardan birisi, bunu şiddetle, güvenlik güçleri eliyle, yargı yoluyla bastırmaksa, bir diğeri de o topluma karşı, o toplumsal harekete karşı birtakım başka toplumsal hareketleri çıkartmaya kalkmak. Yani işte “evde zor tutulduğu” söylenen kitleleri, bu kitlelere karşı, toplumun bir diğer kesimine karşı, bilemek ve oradan siyasî bir kazanım elde etmek. 

Aslında, otoriter yönetimlerde çok sıklıkla yaşanan bir olay. Sivil toplumun alanını iyice daraltan, aşağıdan yukarıya hak taleplerinin, beklentilerinin, itirazların dile getirilmesinden hazzetmeyen bir yönetim. Çünkü bu tür taleplerin hepsini, bir ağacın kesilmesini engellemek ya da bir yerde doğanın tahribatını engellemek değil, aslında iktidardan şu ya da bu şekilde belli bir pay alma talebi olarak okuyor. Aslında bu bir bakıma doğru. Ama iktidarı tekelleştiren bir yönetim –Erdoğan yönetimi–, konu ne olursa olsun bu tür taleplere, kendisi dışında ve kendisine rağmen gelişen taleplere olumlu cevap vermeyi kendisine yakıştıramıyor, bunu sindiremiyor. Şöyle söyleyelim: Sivil toplum lâfı yasaklanmış değil. Tam tersine iktidar tarafından sıklıkla kullanılan bir lâf. Ama bu sivil toplumun devlet denetiminde olması kaydıyla. Dönem dönem, değişik vesilelerle biliyorsunuz sivil toplum kuruluşları açıklaması diye iktidara destek açıklamaları verildi. 17-25 Aralık’ta oldu, Fethullahçılar ile kavgada oldu, Gezi zamanında oldu, seçim zamanlarında, referandum zamanlarında oldu. Birtakım kurumlar kendilerini Sivil Toplum Kuruluşu olarak tanımlayarak, iktidarın yanında hizalandılar. Bu kurumlar, tabii ki bunun karşılığında iktidar tarafından da desteklendiler, önleri açıldı, birtakım finansal imkânlar kendilerine sunuldu. 

Dolayısıyla, söz konusu olan sivil toplumun yasaklanması değil, devlete rağmen var olmaya çalışan sivil toplum kuruluşlarının ve sivil toplum inisiyatiflerinin –ister çevreci olsun ister başka bir konu olsun, temel hak ve özgürlükler konusu olsun– bunun önünün kapatılması meselesi. Örnek olarak, olayın sadece çevre olayı olmadığını gösterme anlamında yakın zamanda yaşanmış ama hemen de unutulmuş bir örnek var: İslamî kesimin en önde gelen insan hakları kuruluşlarından olan Mazlum-Der’in başına gelenler. Mazlum-Der yönetimleri, son yönetimleri siyasî iktidara karşı mesafeli ve eleştirel olunca, özellikle Kürt sorunu konusunda da eleştirel olunca, bir baktık bir tür devlet destekli darbeyle Mazlum-Der yönetimi alaşağı edildi, tasfiye edildi. Mazlum-Der hâlâ varlığını sürdürüyor, ama faaliyetlerine baktığımız zaman, Türkiye ile ilgili insan hakları ihlâlleri konusunda nedense çok pasif, sıfır noktasında olmasa bile çok pasif; ama dünyada, özellikle İslam dünyasında yaşanan hak ihlâlleri konusunda alabildiğini aktif bir Mazlum-Der var. Dolayısıyla burada da görüyoruz ki, iktidar kendisini eleştiren Mazlum-Der’den değil, kendisinin yanında duran Mazlum-Der’den razı, buna izin veriyor, bunun önünü açıyor. Onun dışındakilerin önünü kapatıyor. 

Yani siz iktidarın desteği içerisinde, çizdiği alanlar içerisinde pekâlâ Kaz Dağları ile ilgili bir açıklama da yapabilirsiniz, Hasankeyf ile ilgili bir açıklama da yapabilirsiniz. Ama bunu yaparken bunları devlete yönelik bir itiraz değil, devletin uygulamalarına yönelik bir itiraz değil, ancak devletten bir şeyleri rica etmek şekliyle bu mümkün. Biliyorsunuz değişik dönemlerde iktidar, sanatçıları da, kadın hakları savunucusu kadın derneklerini de, değişik kurumları ve sivil toplumun içerisinde belli rolleri olabileceği düşünülen kişileri ve kurumları da ağırlıyor. Nerede ağırlıyor? Beştepe’de ağırlıyor mesela ya da İstanbul’da Dolmabahçe’de ağırlıyor. Burada devletin onayı içerisinde siz kadın sorununu da tartışabiliyorsunuz, kültür-sanat sorunlarını da tartışabiliyorsunuz, hatta insan hakları sorunlarını da tartışabiliyorsunuz. Ama bunun ötesine geçip siz iktidarın bu konulardaki, kadın hakları konusundaki, insan hakları konusundaki, çevre konusundaki birtakım uygulamalarını eleştirdiğiniz zaman ve bu eleştirilerinizin ötesinde birtakım şeyleri talep ettiğiniz zaman ve bu talep ettiğiniz şeyler iktidarın hoşlanmadığı, iktidarın kendi politikalarına engel teşkil edecek şeyler olduğu zaman, hemen dışlanıyorsunuz. Sizin sivil toplum temsilcisi olduğunuz ya da kurumu olduğunuz ya da sivil bir şahıs olduğunuz gerçeğinin üzeri örtülüyor ve sizin birtakım kötü niyetleriniz, art niyetleriniz aranmaya başlanıyor. 

Siyasî iktidar böyle bir kısır döngü içerisinde sürüklenip gidiyor. Ama bu sürüklenip gitme belli bir yerden sonra artık tam bir tıkanıklığa doğru evrilmeye başladı. Gezi döneminde iktidar gerçekten kendi tabanını belli ölçülerde, Gezi karşıtlığı noktasında mobilize etmeyi belli ölçülerde başarabilmişti. Ama belli bir aşamadan sonra, hele bugünlerde artık eskisi gibi çevre konularında ya da insan hakları konularında, sivil toplum faaliyetlerini kriminalize edip, şeytanîleştirip onun karşısına başka toplum kesimlerini çıkartma şanslarının eskisi kadar olduğunu sanmıyorum. Çok daha zor bir süreç var önlerinde, iktidarın önünde zor bir süreç var. Yargının da eskisi kadar yanında olmayabileceğinin işaretleri de verilmeye başlandı, Anayasa Mahkemesi’nin değişik kararları, Yargıtay’ın son dönemde peş peşe gelen değişik kararlarıyla. Dolayısıyla bir çözülmenin olduğunu görüyoruz. 

Diğer tarafta iktidar partisi içerisinde de bir çözülmenin olduğunu görüyoruz. Yeni partilerin kurulma ihtimali güçleniyor ve bu partiler, yani çözülme noktasında olan kişiler ve onların sözcüleri özellikle sivil toplum konularında tekrar daha savunmacı, sivil toplumu savunmacı, devlete karşı toplumun tezlerine daha yakın pozisyonlar almaya başlıyorlar. Dolayısıyla artık Gezi dönemindeki kadar iktidarın güçlü olduğu kanısında değilim. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buradaki talepleri dinleyip onların kaygılarını giderecek birtakım adımlar atmaya kolay kolay yanaşacağı kanısında da değilim. Yani bu bayağı uzun bir süreç olacağa benziyor.

Ve tabii ki bu olayı CHP ile özdeşleştirmeye çalışacaklar — CHP’nin aktif katılımının görünür olması nedeniyle. Ama gördüğümüz kadarıyla CHP –Adalet Yürüyüşü’nden beri yaşanan bir strateji, gündemde olan bir strateji–, CHP bu tür konularda toplumun tüm kesimlerini katmak amacıyla parti kimliğini öne çıkarmamaya bayağı bir gayret sarf ediyor. Ve Adalet Yürüyüşü’nde bu büyük ölçüde başarılı da dolmuştu. Son seçimlerde, yerel seçimlerdeki başarısında da, CHP’nin büyükşehirlerdeki başarısında da bu politikanın çok ciddi bir şekilde etkili olduğunu görüyoruz. Referandumda da böyle bir çizgi izlenmişti ve orada da bayağı bir başarılı olmuştu. Ama iktidar da bunu tamamen “Cehape zihniyetinin bir komplosu” olarak göstermeye çalışacaktır. Ama dediğim gibi eskisi kadar bunu bertaraf edebilecek bir siyasî güce sahip değil, aynı zamanda toplumsal desteğe de sahip değil. Hatırlayın, Soma’da yaşananlar, Soma’da yaşananların ardından Soma’daki mağdur insanların, ailelerin başına gelenler, onlara reva görülen muamele, fotoğraflar, her şey aklımızda. Bütün bunlar bize devletin en insanî durumlarda bile kibrinden vazgeçemediğini göstermişti. Devlet kendisine bir dokunulmazlık atfediyor. Devlet kendisinden bir şey istenen değil, kendisine bir şey dayatılan hiç değil, kendisinden en fazla rica minnet bir şeyler talep edilen, rica edilen bir kurum olarak görmek istiyor kendisini. 

Burada bir not düşeyim: Ben ne zaman AKP iktidarından bahsederken devlet diye bahsetsem, özellikle ulusalcı olarak adlandırabileceğimiz çevreler “Devlet değil hükümet” ya da “Devlet değil, iktidar” demeyi tercih ediyorlar ve beni bu nedenle eleştiriyorlar. Bu aslında başlı başına ayrı bir yayın konusu, hep aklımda, ama şimdilik bir not olarak düşeyim. Onların kafasındaki gibi bir devlet, kutsal bir devlet yok. Yani hiçbir zaman bozulmayacak bir devlet tasavvurları var ve Erdoğan’ın bu devleti kontrol etmesinin mümkün olmadığı yolunda bir beklentileri var. Bu konuda çok büyük bir yanılgı içerisindeler. Uzun zamandan beri Türkiye’de devlet eşittir Erdoğan. Bu gerçeği de artık kabullenmeleri gerekiyor. Bu konuda ayrı bir yayın sözünü vererek burada noktayı koymak istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.