Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Barış Pınarı Harekâtı bitti ve Erdoğan’ın hedefi yine ve yeniden Kılıçdaroğlu

Kısa sürede biten Barış Pınarı Harekâtı Erdoğan’ın krizini çözebilecek mi? Erdoğan’ın dün TRT yayınında yine CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklenmesi çok değişiklik olmadığının işareti olarak görülebilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Barış Pınarı Harekâtı sona erdi ve yavaş yavaş tekrardan Türkiye’nin içine, siyasete dönmek durumundayız. Tabii ki orada yine gelişmeler olacak; gözler yine Suriye’de ve Suriye’nin özellikle kuzeybatısında olacak. Bakacağız, izleyeceğiz, ama esas Türkiye’ye döneceğiz: Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan TRT’ye çıkarak açılışı yaptı. Uzun uzun tabii ki harekâttan bahsetti, ama konuyu yine ana muhalefete ve ana muhalefetin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na getirdi, harekât sırasında ara vermişti ve kaldığı yerden hiçbir şey olmamış gibi “Bay Kemal”lere veyahut da “ana muhalefetin başındaki zat” söylemine geri döndü. Şimdi söylediklerini ele alacağım, ama öncesinde bir hatırlayalım: Harekât kararı alınır alınmaz muhalefet –HDP dışında hepsi– tartışmasız bir şekilde ve kayıtsız şartsız bir şekilde harekâta, tezkereye destek verdiler. Bunu tutumun yanlış olduğunu düşündüm ve söyledim. Bu konuda tabii ki benim gibi düşünenlerin sayısının çok fazla olmadığını biliyorum, azınlıkta kaldık. Büyük bir çoğunluk o furyaya kendini şu ya da bu şekilde kaptırdı. Harekâtın kendisine karşı çıkmanın dışında, muhalefet tarafından verilen desteğin kayıtsız şartsız olması ayrı bir sorundu. Yani şöyle söylenebilir: Tamam, muhalefet partileri şu ya da bu nedenle buna destek veriyor olabilir; ama burada iktidarla aralarında belli bir eleştirel mesafeyi korumalarında yarar vardı; bunu yapmadılar, korktular, çekindiler. Erdoğan’ın oluşturduğu bu milliyetçi dalganın altında kalmaktan çekindiler — özellikle CHP için bu söz konusuydu. 31 Mart ve 23 Haziran’da büyükşehirlerde desteğini almış oldukları HDP’nin kendisinde ve tabanında tabii ki hayal kırıklığına yol açtılar. Mesele tek başına Kürtler’de yaratılan hayal kırıklığı değil, başka bir mesele vardı, o da şuydu: 31 Mart ve 23 Haziran “yepyeni bir Türkiye” imkânını açmıştı, Erdoğan’ın krizi iyice belirginleşmişti, kendi tabanından çok ciddi bir kopuş söz konusuydu. 31 Mart kampanyasını tamamen milliyetçi dile oturtmasına, beka sorununa oturtmasına ve kendisinin karşısındaki herkesi terörler işbirliğiyle suçlamasına rağmen başarılı olamamıştı. Dolayısıyla Türkiye’de artık milliyetçi söylemin seçim kazanmanın garantisi olmadığı net bir şekilde ortaya çıkmıştı. 

Böyle bir âna denk geldi Barış Pınarı Harekâtı. Ve Erdoğan, bu harekâtı yaparken tabii ki iç politikayı ve içeride yaşadığı krizi çok fazla önceledi, bana göre esas temel neden buydu –bazıları buna katılmıyor, ama bana göre buydu– ve harekât sayesinde bu krizini en azından ertelemek, bir ölçüde dindirmek istedi ve tabii ki milliyetçilik silahıyla da muhalefeti bir anlamda felç etti. Muhalefet buna direnemedi. HDP’nin nasıl bir çizgi izlediği ayrı bir tartışma konusu; ama HDP dışındaki partiler, özellikle CHP bu konuda hiçbir şey söylemedi. CHP’nin yeni seçilen belediye başkanları –başta Ekrem İmamoğlu olmak üzere– kendilerinden beklenebilecek farklı birtakım duruşları sergilemediler, sergileyemediler. Ve harekât bitti, erken bitti. Bu bir nevi zamanında yapılan Güneş Harekâtı’nı andırıyor –ilk başladığında da ona gönderme yapmıştım–, o harekâtta şöyle bir fark vardı; o harekât, hükümetin istemediği bir harekâttı. İçeriden gelen baskılarla, gerek ordudan gerek kamuoyundan gelen baskılarla –çünkü PKK saldırılarını çok yoğunlaştırmıştı– Irak’a bu harekât yapıldı; ama belli bir tarihten sonra ABD’nin uyarısıyla kısa bir süre içerisinde harekât sonlandırılmıştı. Bu sefer iktidarın ve koalisyon ortağı ya da müttefiki olan MHP’nin istemesiyle olan harekâttı, ama yine ABD’nin ve bu sefer daha belirleyici bir faktör olarak Rusya’nın müdahalesiyle Güneş Harekâtı gibi erken bitti. Güneş Harekâtı’nın erken bitmesi siyasî iktidarın da –o sırada Erdoğan başbakandı– işine gelen bir şeydi; ama bu, çok tercih ettikleri bir şey değildi bana göre. Çünkü bu harekâtın uzaması ve uzadıkça da Türkiye’deki diğer meselelerin iyice geri planda kalması –öncelikle tabii ki ekonomi– arzulanıyordu. Harekât bir şekilde kısa zamanda bitince, bu düşünce, bu plan bir ölçüde yarım kaldı, akamete uğradı. Şimdi tekrar siyasete döndük; Erdoğan yine eski Erdoğan olarak çıktı ve “Bay Kemal”, “tabii ki her şeyi onu anlatacak halimiz yok” cümlesi… Kendisine kayıtsız şartsız destek vermiş, bir nevi Türkiye İttifakı’nın oluşmasına katkıda bulunmuş ana muhalefet liderine harekât bittikten sonra uygun görülen üslûp bu. Tabii en çok kızdıran, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Trump mektubu konusunda söyledikleri. Ona cevaben şunları söylüyor; “Zaman zaman ana muhalefetin başındaki zâtın çirkin açıklamaları oluyor. Putin’le görüşürken garip garip şeyler konuşuyor. Ben savunma bakanımı bunlara gönderiyorum. Giderek bilgilendirdiler. Kalkıp içeriden bize vuruyorsun” diye hitap ediyor. Erdoğan’ın zaten “savunma bakanım”, “valim”, “müsteşarım” diye konuşarak, herkesi kendisinin olarak gösteriyor; burada tabii Erdoğan, “Benim ana muhalefet liderim” demek isterdi, ama buna imkân bulamadı, burada da kilit olay mektup olayı oldu. Aslında mektup olayı Kılıçdaroğlu’nun işini kolaylaştırdı. Çünkü harekâta verdiği kayıtsız şartsız desteğin kendi tabanında ya da etki alanında yarattığı birtakım rahatsızlıkları gidermede mektup iyi bir koz oldu. Onu bence aslında çok da fazla vurgulamadı, çok daha fazla vurgulayabilirdi ya da tersini söyleyelim: O iktidarda olup o mektubu almış olsaydı ve muhalefette Erdoğan olsaydı, herhalde çok çok sert ve çok daha uzun bir şekilde bunları ele alırdı. Tabii Erdoğan mektubu yazan Trump’a söyleyemediklerinin daha fazlasını Kılıçdaroğlu’na söyleyebiliyor. 

Burada TRT’deki yayında Erdoğan’ın iki ilginç taktiği var. Birincisi şu: İYİ Parti’yi ayırıyor, “İYİ Parti şu anda sürece olumlu bir destek veriyor, herhangi bir olumsuz destek duymadım” diyor — ki bunu daha önceden de biliyoruz. İYİ Parti’yi Millet İttifakı’ndan ayırmak istiyor. Millet İttifakı’nın dağılması gerektiğini zaten harekâtın başladığı tarihte de dile getirmişti. Böyle bir ittifakın olmasından çok rahatsız. Sağcı bir partinin sol diye bilinen CHP’yle yan yana durması onu rahatsız ediyor ve bunun sonuç alıcı bir ittifak olduğunu da son yerel seçimlerde gördü. Bunu bozmak istiyor ve bunu bozmak isterken de İYİ Parti’yi ayrı bir yerde tutup ona lâf etmiyor, birincisi bu. İkincisi de CHP tabanıyla Kılıçdaroğlu arasında bir ayrım yaratmaya çalışıyor; şöyle dedi: “CHP’nin başındaki zâtın tabanda karşılığı olduğuna inanmıyorum. Çünkü CHP’nin altı okunda milliyetçilik var”. “Yani Kılıçdaroğlu yeterince milliyetçi değil, CHP tabanı aslında milliyetçi, Kılıçdaroğlu onlara lâyık bir başkan değil”e kadar götürdü. Bu pek tutacak bir politika değil; ama bunu önümüzdeki günlerde tekrarlayacağa benziyor ve bunu tekrarlayabilmesi için kendi milliyetçiliğini sürekli gündemde sıcak tutması gerekiyor. Harekât da bittiği için bunu nasıl yapacak? Açıkçası çok emin değilim. Çünkü bir taraftan en kolay eleştirebileceği ABD ve Rusya’ya –örneğin YPG’yle kurdukları ilişki nedeniyle– çok fazla bir şey diyemiyor. Bir nevi kum torbası gibi Avrupa’yı görüyor; Avrupalı liderleri ve Avrupalı kurumları her vesileyle sert bir şekilde eleştiriyor. Ama esas burada oyun kurucu oldukları ortaya çıkmış olan devletlere –başta Rusya, ardından ABD olmak üzere–, bunlara çok fazla bir şey yapamıyor. Yani bir tarafta CHP ve özellikle Kılıçdaroğlu, bir tarafta da Avrupa, bu arada tabii ki HDP. Bunu yapan Erdoğan –bunu yapmayı sürdürecek, bunu görüyoruz–, aslında kendi bindiği dalı çok ciddi bir şekilde kesiyor. Bunu daha önce defalarca değişik vesilelerle dile getirdik; zamanında Erdoğan’ın liderliğindeki AKP’nin başarılı olmasının, uzun süre iktidarda kalmasının ve seçimlerde genellikle başarılı olmasının bence önde gelen nedenlerinden birisi milliyetçilikle arasına belli bir mesafeyi koyabilmesiydi. Kürt sorunu konusunda ülkeyi daha önceki yöneten partilere nazaran daha cesur çıkışlar yapabilmesiydi. Milliyetçileştikçe oy kaybediyor ya da oy kaybettikçe milliyetçileşiyor — böyle diyebiliriz. Bir de tabii Erdoğan, kendisi milliyetçi bir dili kullanıp partisine de bunu hâkim kıldığı ölçüde, kendi parti tabanından MHP’ye çok ciddi kayışlar olduğunu da daha önceki seçimlerde gördük. Önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın daha fazla milliyetçileşeceğini söylemek herhalde kâhinlik olmayacaktır; ama buradan bir çıkışın olmadığını görmüyor olamaz benim tahminimce. Fakat bir çaresizlik hali içerisinde milliyetçilik ve tabii ki burada Kılıçdaroğlu’yla vs. tekrar bir kutuplaşma yaratmaya ve Millet İttifakı’nı bölmeye ve İYİ Parti’yi yanına çekmeye çalışacak. Pek başarılı olabilecek stratejiler değil bunlar; çünkü ekonomi hâlâ çok ciddi bir şekilde sorunlu. En son gelen vergiler…, artan fiyatlara müdahale edemiyor, edemediği ölçüde de ciddi bir şekilde kan kaybediyor. Şimdi burada, önümüzdeki dönemde tekrar muhalefete ve muhalefetin farklı aktörlerine bakmak gerekecek. Muhalefet Barış Pınarı Harekâtı’nda yaptığı yanlışı tekrarlarsa, Erdoğan’ın işi çok zor olmayabilir. Ama tekrardan 31 Mart’ın, 23 Haziran’ın çizgisine gelirlerse, yani Erdoğan’la siyaset tartışma yerine politikalar geliştirirlerse –özellikle CHP’nin kazandığı belediyelerde etkili birtakım faaliyetler yaşanırsa– ve bu arada tabii ki demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler konusunda tavizsiz duruşlar sergileyebilirlerse, işin rengi bence değişecektir. Bu noktada şunu özellikle vurgulamak lâzım: HDP’li belediye başkanlıklarına kayyumlar atanmaya devam ediyor, tutuklamalar devam ediyor. Diyarbakır’ın yüzde 60’ın üzerinde oyla seçilmiş Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı sudan bahanelerle tutuklandı. Bu konuda bir dönem, 31 Mart’la beraber 23 Haziran’ın sonunda da devam eden bir tür yakınlaşmanın, buluşmanın bu son dönemde nedense askıya alınmış olduğunu da özellikle vurgulamak lâzım. 

Şu anda artık tekrar siyasetin içine dönmekteyiz. Tabii ki Suriye’yi konuşmaya devam edeceğiz. Ama Suriye’de önümüzdeki dönemde en dikkat çekici olay herhalde Erdoğan’ın ABD ziyareti olacak. Lâkin Erdoğan’ın ABD ziyaretinin öncesinde ya da sonrasında Amerikan yönetimi, Suriye Kürtlerinin birtakım temsilcilerini pekâlâ Washington’a çağırabilirler — bir tür denge politikası izlemeye çalışıyor Trump. Erdoğan da bunu çok fazla önemsememeye, öne çıkarmamaya çalışıyor; ama bu bir yerden sonra sürdürülebilir bir politika olamayacak. Ya Türkiye YPG/PYD’ye bir şekilde sahip çıkan güçlerle çatışmaya girmek durumda kalacak; ya da tersine Erdoğan’ın kendisinin PYD/YPG politikasını değiştirmesi gerekecek. Bu, şu aşamada olabiliyor, ama orta vadede sürdürülebilir bir politika olarak gözükmüyor bana. O zaman işler iyice karışacak ve zaten şu anda harekâtla birlikte elde edildiği ileri sürülen başarının ne derece sahici bir başarı olduğu da o zaman gözükecek. Bir soru sormuştum bir yayında: “Harekât Erdoğan’ın krizine çare olabilir mi?” diye. “Bence olamaz” demiştim ve şu anda gördüğüm kadarıyla olamadığı ortaya çıkıyor. Bu günler, çok net bir şekilde bu tabloyu göstermiyor olabilir; ama çok zaman geçmeden bunu göreceğimizi düşünüyorum ve harekâtın aslında çok da fazla kullanabileceği bir koz olmadığını çok geçmeden göreceğiz. Eğer birkaç ay daha sürseydi işin rengi belki değişebilirdi. Ama şu haliyle Erdoğan’ın krizine derman olmuş bir harekât gibi gelmiyor bana. Muhalefetin buradan gerekli sonuçları çıkarıp ona göre politikalar geliştirmesi halinde Erdoğan’ın ve iktidarının kan kaybının devam edeceği kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.