ABD Temsilciler Meclisi’nin Ermeni Soykırım kararı ardından tereddüde düşen Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünkü telefon görüşmesiyle Trump’ın Beyaz Saray davetini reddetmekten caydı. Bu da bize Türk sağının klasik pramatizminin sıkı bir takipçisi olduğunu gösteriyor.
Yayına hazırlayan: Gamze Elvan
Merhaba, iyi günler. “Vatan, millet, Sakarya” lafı çok söylenir, dillere alaycı bir söz olarak yerleşmiştir. Bunun yerine “vatan, millet, pragmatizm” lafını tercih ettim. Aslında yeni yaptığım bir tercih değil; meslektaşım ve dostum Hıdır Göktaş’la birlikte 1991 yılında genel seçimler öncesi bir kitap çalışması yapmıştık. Aslında iki kitaptı o; birisi seçime giden “Türk Sağında İdeoloji ve Politika” diye röportaj kitabı yapmıştık, onun adı “Vatan, Millet, Pragmatizm”di çünkü Türk sağını çok iyi özetlediğini düşündüğümüz kavramları yan yana getirmiştik. Vatan söylemi, millet söylemi tabii milliyetçilik, ama Türk sağının en büyük özelliği pragmatizm idi, o tarihteki saptamamız buydu, söyleşiler de zaten bunu gösteriyordu. Hiç unutmam, Hıdır’ın Süleyman Demirel ile yaptığı söyleşide –Süleyman Demirel o kitap çıktıktan kısa bir süre, 91 seçiminde tekrar başbakan seçilmişti–, Demirel’in şu sözünü başlığa çıkarmıştık: “Artık demokrasilerin tezi kalmadı”. Sosyal-Demokratlarla ilgili yaptığımız kitabın adı da, “Resmî Tarih Sivil Arayış”tı, onlar hâlâ aramayı sürdürüyorlar diyelim, sağcılar da pragmatizmlerini tabii ki vatan, millet söyleminin yanına katarak yol alıyorlar. Bu yayını yapmama vesile olan husus da tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haftaya Washington’da Beyaz Saray’da Trump’la yapacağı görüşmenin kesinleşmesi. Dün telefonla görüştüler ve Cumhurbaşkanlığı’ndan kısa bir açıklama yapıldı, görüşmenin teyit edildiği vurgulandı, Trump da yine o garip tweet’lerinden atıp, telefon görüşmesinde Türkiye’nin nasıl El Bağdadi’nin aile fertlerini yakaladığını, Erdoğan’ın kendisine bunları anlattığını ve haftaya Erdoğan’ı ağırlayacağını söyledi. Aslında Erdoğan’ın Trump tarafından haftaya çarşamba günü davetinin üzerine birçok nedenle gölge düşmüştü; ama en önemli neden, tabii ki Temsilciler Meclisi’nin aldığı Ermeni soykırımını tanıma kararı. Normal şartlarda Türkiye’yi tek başına yöneten birisinin bu olaydan kısa bir süre sonrasında ABD’ye gitmesinin siyasî yönü, her şeyi bir yana ama sembolik anlamıyla çok ciddi bir soru işaretiydi. Zaten kısa bir süre de olsa bunu tartıştık. Dün mesela biz Transatlantik’te Ömer Taşpınar ile bu soruyu ele aldık; ama soruyu ele almamız çok uzun sürmedi, çünkü Ömer çok net bir şekilde –daha kesinleşmeden– bu ziyaretin olacağını söyledi, ben de bu ziyaretin büyük bir ihtimalle olacağını düşündüğümü söylemiştim. Ömer, sadece analitik anlamda değil bir bilgi olarak da söylemişti; çünkü Washington’da görüştüğü birtakım kaynaklar ona bu ziyaretin olacağını belirtmişler ve nitekim birkaç saat sonra olay netleşti.
Neden olacaktı? Çünkü şöyle ilginç bir durum var: Benim Türk-Amerikan ilişkilerini gazetecilikte takip ettiğim dönem esas olarak AKP dönemi. Bunun iki buçuk yılını Washington’da Vatan gazetesinin muhabiri olarak yaptım. Orada şunu gördüm: AKP iktidarı için en tepesinden en altına kadar Washington, ABD çok önemli; herkes için önemli tabii ki, ama onlar için çok çok daha önemli. Özellikle de Beyaz Saray’a kabul edilmek çok önemli. Ülkenin bir numaralı ismi olan Recep Tayyip Erdoğan için başkan kim olursa olsun, ilişkiler ne düzeyde olursa olsun –sorunlar hiç önemli değil–, Beyaz Saray’da olmak önemli. Tabii bunun bir sonraki başka aşaması ise ne kadar sürdüğü, bir başka aşaması resmî açıklamada nelere vurgu yapıldığı falan. Ama biliyorum, Washington’da bizim gazetelerde hep ne kadar sürdü, ne kadar sürecek, öğle yemek yenilecek mi vs. gibi detaylar üzerinde bayağı bir spekülasyon yapılırdı, çok önemliydi — bu önemi tabii ki esas olarak Ankara atfeder. Yani Amerikan başkanları dünyanın dört bir tarafından değişik düzeydeki temsilcileri Beyaz Saray’da ağırlar. Bir yerden sonra tabii ki her birinin ayrı bir önemi vs. vardır ama esas olarak orada davet edilenler için önemli oluyor. Erdoğan’ın ve diğer AKP yetkililerinin –döneminde Abdullah Gül de buna dahil– Beyaz Saray’da olmak, başkan tarafından kabul edilmek önemli. Amerikan başkanlarıyla uluslararası birtakım zirvelerde vs. karşılaşmanın, buluşmanın ve konuşmanın da önemi var tabii ki; ama esas olarak Beyaz Saray’da ağırlanmak çok önemliydi. Ben de gazeteci olarak bir kere Erdoğan’ın başbakanlığı zamanında Beyaz Saray’a Bush zamanında girmişliğim var. Gazetecilere çok kısa bir fotoğraf alımı ve birer-ikişer soru sorma hakkı verilirdi, bu sefer ne olacağını bilmiyorum. Oradaki atmosferi iyi hatırlıyorum, özellikle Türk heyetinde gözle görülür bir heyecanı vardı, bu böyle sürüp gidiyor. Şimdi ise bambaşka bir durum var; zaten Amerikan başkanlarıyla her halükârda görüşme isteği çok güçlü, şimdi Türk-Amerikan ilişkileri esas olarak başkanlar arasında yürütülüyor. Yani diğer kurumlar, dışişleri, savunma bakanlıkları gibi kurumlar büyük ölçüde silikleşmiş durumda — hem Türkiye açısından hem ABD açısından. Her iki ülkenin de lideri kendi kurumlarını gerilerine aldılar, çok da fazla önem atfetmiyorlar onlara. Bu noktadan bakıldığı zaman Erdoğan’ın ABD’yle ilişkilerini esas olarak ve hatta bazı durumda sadece Trump’la sürdürdüğü için bu görüşmede ısrar edeceği kesindi. Peki, o zaman şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Nasıl oluyor da oluyor? Yani o “vatan, millet” söyleminin yanında nasıl oluyor da daha yeni Temsilciler Meclisi soykırım kararı çıkarmış, ABD’nin değişik temsilcileri –ki Trump da dahil– hâlâ Suriye’deki Kürt güçleriyle ilişkilerini saklamıyorlar, hatta tam tersine ön plana çıkarıyorlar. Özellikle ortada General Mazlum diye YPG’li bir komutan var ve Trump’ın da gözdelerinden birisi, hatta onun ABD’ye gideceği konusunda rivayetler de var ki dün Ömer bunun olmayacağını, üçüncü bir ülkede buluşma ihtimalinin daha güçlü olduğunu söyledi, olabilir, böyle bir ortamda Cumhurbaşkanı Erdoğan gidiyor. Bu da bize Türk sağının o geleneğinin aynen sürdüğünü gösteriyor. Bir yanda “vatan, millet” denirken bir yanda pragmatizm ağır basıyor. Bu anlamda Erdoğan Türkiye’de “sağ politikacılar” çizgisini aynen sürdürüyor.
Tabii burada birçok garip durum var: Erdoğan’ın destekçileri, belki de Erdoğan’ın sözcüleri hâlâ sizi, muhalifleri “Amerikancı” olmakla, “Batı hayranı” olmakla vs. suçlayabiliyorlar. Bir şekilde dış politikasını, özellikle Suriye politikasını eleştirdiğinizde çok kolaylıkla “hain” yaftası yapıştırılabiliyor; tam bir klasik “ya sev ya terk et” dayatmasıyla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Ama bir bakıyorsunuz ki millî olmak iddiasındaki, milliyetçi olma iddiasındaki bir lider, milliyetçi birisinin göstermesi gereken refleksleri kolaylıkla reel politika adına geri plana itebiliyor. Ermeni soykırımı kararının öncesinde bir de mektup olayı var. Bu mektup olayı medyanın büyük ölçüde iktidar tarafından kontrol edilmesiyle hak ettiği bir şekilde ele alınamadı, onu da biliyoruz, mektuba bir cevap verilebilmiş değil. Mektuba cevabın yüz yüze görüşmede verileceği söyleniyor, artı Ermeni soykırımı kararı konusunda “yok hükmünde” dendi; ama var olduğunu biliyoruz, buna da bir cevap verilmiş değil. Bu anlamında baktığımız zaman reel politiğin âlâsını yapıyorlar. Buradaki tartışma konusu niye mektuba cevap vermediniz, niye Temsilciler Meclisi kararına cevap vermediniz meselesi değil; niye bizlere yaptığınız, biz ülke içerisindeki vatandaşlara yönelik yaptığınız o milliyetçi çıkışları, Türklük vurgusunu, millî gurur konusunu, haysiyet, onur konusunu vs. dışarıda, tam da zamanı geldiğinde dile getirmiyorsunuz? Burada tabii pragmatizm belki hafif kaçabiliyor, bir anlamda bir oportünizm söz konusu; ama dediğim gibi Türkiye’de sağ hep böyledir, hep iki yüzü vardır. İçeride alabildiğine sert, milliyetçi bir tutum; ama dışarıda alabildiğine yumuşak, gerektiğinde realist bir tutum. Tabii burada bir de başka bir husus var: Batı noktasında, dış dünya noktasında ayrımcılık yapılıyor — bunu daha önceki bazı yayınlarda da vurgulamıştım, tekrar söylemekte yarar var. Mesela bir Avrupa ülkesinin parlamentosundan soykırım kararı çıktığı zaman çok daha sert çıkışlar görüyoruz, yani orada artık her şey serbest oluyor, her türlü hakaret vs. serbest oluyor, yaptırım iddiaları ya da önemli büyükelçi geri çağırmalar vs. söz konusu olabiliyor. Ama ABD olduğu zaman olayın rengi pekâlâ değişebiliyor. Trump’ın mektubunda yazdıklarının onda biri sertlikteki birtakım açıklamaların –mesela Fransa Cumhurbaşkanı Macron için söz konusu olmuştu ya da başkaları için– bunlara verilen “Ey!”li cevapları biliyoruz; ama işin rengi, ABD söz konusu olduğunda, çok ciddi bir şekilde değişebiliyor.
Peki buradan nasıl bir sonuç çıkarılabilir? Bir kere Türkiye’nin her türlü meydan okuyuşuna rağmen, Rusya’yla ilişkileri alabildiğine geliştirmesine rağmen, hâlâ ABD’yle ilişkilere alabildiğine çok ciddi bir şekilde ihtiyacı var. Özellikle dün Ömer Taşpınar’ın vurguladığı gibi ekonomik krizin böyle sürdüğü bir dönemde, yaptırımlar –Halk Bankası Davası gibi olaylar– nedeniyle Erdoğan’ın Trump’la sürekli iyi bir ilişki içerisinde olması lâzım. Ama burada birkaç tane soru var: Birincisi, Trump dengesiz biri; bir gün söylediğiyle ertesi gün söylediği birbirini tutmuyor, Türkiye’yle olan ilişkilerinde de bunu çok sık yaptı. İkincisi, Trump’ın önünde bir azil süreci var; azil gerçekleşmeyebilir, ama bunun çok ciddi bir şekilde Trump’ı yıprattığı biliniyor ve bir yıl içerisinde yeni bir seçim olacak. Şu anda, en son Virginia’da ve Kentucky’de yapılan –ki genellikle Cumhuriyetçilerin Trump’ın güçlü olduğu yerler– Demokratlar zaferler elde etti; bu da önümüzdeki dönemde Trump’ın seçilememe ihtimalinin çok ciddi bir şekilde tekrar gündeme gelmesine yol açıyor. Sonuçta şu haliyle Trump’a ihtiyaç duyan bir Erdoğan var, ama Trump’ın Erdoğan’a o kadar muhtaç olduğu söylenemez. İlginç olan, son telefon görüşmesinin ardından Trump’ın tweet’lerine baktığınız zaman, sanki yapılacak olan buluşmada tereddütlü taraf kendisiymiş gibi tweet’ler atmış. Yani şimdi ilân edilmiş bir görüşme var, ardından bir telefon görüşmesi yapılıyor. Ankara, yani İbrahim Kalın bunun tereddütlerin giderilmesi için olduğunu söyledi, Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu söyledi, “Gidip gitmemeye henüz karar vermedik, telefon görüşmesinin ardından karar vereceğiz” demişti. Yani kafası karışık olan, gitmemeyi düşünen Erdoğan; ama Trump’ın açıklamasına baktığımızda sanki Trump bundan vazgeçmeyi düşünüyordu, ama Erdoğan’la görüşmesinden sonra, özellikle Bağdadi’nin yakın çevresinden yapılan tutuklamalar haberinden sonra görüşmenin tekrar yapılmasına ikna olmuş gibi bir hali var. Bu aslında çok da gerekçesiz bir şey değil, çünkü ABD’de Erdoğan aleyhtarı çok güçlü bir hava var ve bu güçlü hava Amerikan Kongresi’ndeki Trump yanlılarını da bir şekilde kuşatmış durumda. Özellikle senatörlerde –ki Trump’ın onlara çok ihtiyacı var şu günlerde– Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ağırlanacak olmasından rahatsız olacak çok sayıda Amerikalı siyasetçi ve bunu çok ciddi bir şekilde eleştirmesi muhtemelen etkili medya kuruluşu var. Dolayısıyla Trump’ın da işi o kadar kolay değildi. Sonuçta iki lider de bütün kurumları bir kenara atıp, birbirleriyle bu işi yürütmeye öne aldıkları için bu buluşmayı yapacaklar. Bu buluşmadan bir şey çıkacak mı? Tabii ki orada somut olarak son dönemdeki Erdoğan-Trump görüşmelerinin hepsinin kaderi var, konuşulacak çok madde var, özellikle Türkiye açısından; ama Trump’ın öncelikleri çok daha farklı oluyor ve genellikle de gündemi o dayatıyor. Onun ardından çok da fazla derinlikli görüşmeler olamadığı anlaşılıyor, şu âna kadar yaşananlar bunu bize gösterdi. Ama birlikte fotoğraf vermeler ve gazeteciler karşısında edecekleri birkaç cümle çok önemli olacak ve burada da görüyoruz ki Erdoğan’ın siyasî anlamda kendine güç sağlamak için ilk aklına gelen yerlerden birisi Beyaz Saray. Tabii bu Türkiye’de yıllardır yaşanan bir olay, birçok siyasetçi için yaşanan bir olay, iktidara geldiğinden beri Erdoğan’ın yaşadığı bir olay — ki AKP iktidara geldiğinde, Erdoğan daha yasaklıyken dahi Beyaz Saray’da ağırlanmış bir siyasetçi; ancak orada verdiği tezkere sözünü tutamamıştı, Meclis tezkereyi reddetmişti ve Erdoğan’ı Bush karşısında ve Amerikan yönetimi karşısında zor durumda bırakmıştı, böyle bir olayı da not etmek gerekiyor.
Evet, “vatan millet edebiyatı”nı biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları; pragmatizmi ise başta ABD olmak üzere dünyanın önemli güç odakları tadıyor. Burada “vatan millet edebiyatı”nı, söylemini sorgulamaya çalışanlar, milliyetçiliği eleştirdiği düşünülen insanlara da çok kolaylıkla vatan haini, şu bu yaftası, hatta Amerikancı yaftası da takılabiliyor, böyle garip bir ülkedeyiz. Ne diyelim? Vatan sağ olsun! Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.