Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İstanbul Şehir Üniversitesi olayı: Sustular ve sıra onlara da geldi

Halkbank’a olan kredi borçları bahane edilerek İstanbul Şehir Üniversitesi’nin önüne bir dizi sorun çıkartılıyor. Yöneticilerinin de şikayet ettiği gibi yaşananlar ticariden ziyade siyasi nedenlerden kaynaklanıyor. Zira üniversite Ahmet Davutoğlu’nun da aralarında olduğu bir grup tarafından kuruldu.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bu son yılların Türkiye’sine damga vuran slogan, herhalde “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sloganı olsa gerek. Gerçekten bu kadar isabetli bir slogan olamaz. Çünkü Türkiye’de sırayla insanlar devletin hışmına uğrama kuyruğuna girmiş durumdalar. Gönüllü olarak girmiyorlar. Devlet onları o kuyruğa sokuyor ve sırayla insanları mağdur ediyor. Böyle acayip bir sırayla karşı karşıyayız. Ve sıra, özellikle de susanlara geliyor. Kendilerine dokunulmasını düşünmeyenlere geliyor. Hatta bir dönem iktidarla birlikte başkalarına dokunanlara geliyor. Böyle bir kısır döngü içerisindeyiz. Şimdi “Sustular ve sıra onlara da geldi” başlıklı bir yayında, aklınıza gelebilecek birçok konudan bahsedebiliriz. Belki de izleyiciler “Acaba neden bahsedecek?” diye merak da etmiş ve tahminlerde de bulunmuş olabilirler. Beni bu yayını yapmaya iten neden, İstanbul Şehir Üniversitesi’nin başına gelenler ve geleceğe benzeyenler. İstanbul Şehir Üniversitesi, Halkbank’a yönelik borçları nedeniyle çok ciddi bir şekilde zor durumda. Üzerinde çok büyük bir baskı var ve büyük bir ihtimalle üniversite artık üniversitenin sahipleri, yöneticileri tarafından yönetilemez hale gelebilir ve bunun başına bir kayyum atanabilir. Şu anda Rektör Peyami Çelikcan konuşuyor, yanında da Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Ömer Dinçer var. Ömer Dinçer’i herkes bilir. Kendisi Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Ama daha öncesinde –Erdoğan’ın başbakan olduğu zaman–, ilk Başbakanlık Müsteşarı’ydı. Daha da öncesinde, Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken danışmanlarındandı. Önemli bir isim. Bu hareketin önemli isimlerinden birisi kendi. Yıllarca beraber hareket etmiş, Erdoğan’ın hep yakınında olmuş  ve İslamî camia içerisinde belli bir ağırlığı olan birisi. Ve şu anda kendisi üniversiteye ticarî değil siyasî bir operasyon yapıldığı kanısında. Ve bunu engellemeye çalışıyor. Ama kendisi de herhalde biliyor ki gücü çok fazla yetmeyecek. Çünkü bu konuda esas etkili olabilecek kesimler suskunluğu tercih ediyorlar. Sessizliği tercih ediyorlar. Görmezden geliyorlar. Gören, bu olayı gündeme taşıyan çok az yayın organı var. İlk taşıyanlardan birisi herhalde biziz Medyascope olarak. Çünkü biz Medyascope olarak herkesin yaşadığı sorunları, mağduriyetleri, haber değeri olan her şeyi ele alıyoruz. Derinlemesine, olabildiğince, hak ettiği kadar ele almaya çalışıyoruz. Şehir Üniversitesi konusunda biz ilk haberleri yaptığımız zaman bu cenahta, yani o cenahta diyelim, pek bir haber çıkmıyordu. Şimdi son günlerde Karar gazetesinde yazılar çıkmaya başladı — köşe yazıları, haberler vs. Ama sanki biraz geç kalınmış gibi. Şimdi “Sustular ve sıra onlara da geldi” lafı öylesine edilmiş bir laf değil. Çünkü AKP iktidarının önemli bir döneminde etkili olmuş isimler söz konusu. Mesela Ömer Dinçer. Ama daha da önemlisi, İstanbul Şehir Üniversitesi, Ahmet Davutoğlu’nun da içinde yer aldığı bir grup tarafından hayata geçirilmiş başarılı bir proje. Ahmet Davutoğlu ve bazı arkadaşları yıllar önce Bilim ve Sanat Vakfı adı altında bir yapıya gittiler, vakıfa gittiler ve burada muhafazakâr camianın gençlerine, özellikle sosyal bilimlere ilgi duyan gençlere yönelik birtakım düzenli seminerler düzenlediler. Ve o deneyimin ışığında da daha sonra bu üniversite, İstanbul Şehir Üniversitesi projesi hayata geçti. AKP iktidarıyla beraber de üniversite daha hızlı bir şekilde yol aldı, iyice güçlendi. Ama Şehir Üniversitesi’ne yandaş üniversite olduğu için güçlendi demek bence doğru olmaz. Gerçekten Türkiye’de ortalamanın üzerindeki vakıf üniversitelerinden birisiydi Şehir Üniversitesi — birisi hâlâ, di’li geçmiş kullanmayalım. Umarım kullanmak zorunda da kalmayız. Şehir Üniversitesi gerçekten ülkenin kalburüstü üniversitelerinden birisi oldu. Çünkü bunu yapan kişiler, bu olaya önayak olan kişiler –Ahmet Davutoğlu bunlardan birisi, Mustafa Özel bir başkası, bir aşamada Ülker Grubu’nun da çok ciddi bir desteği olmuştu– bu kişiler olayı bir “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla değil, “bir üniversite de bizim olsun” mantığıyla değil, daha evrensel üniversite kriterlerine göre hareket edebilecek bir yapı oluşturmaya çalıştılar. İstihdamlarında da, özellikle öğretim üyesi istihdamında sadece belli bir kesime, kendileri gibi olan insanlara değil, buna lâyık olan, işinde başarılı, yaptığı işte, alanında başarılı birçok ismi de pekâlâ bünyelerine almayı bilmiş bir üniversitedir Şehir Üniversitesi. Ama şimdi başına işler geliyor. Neden geliyor? Çünkü Ahmet Davutoğlu AKP’den ayrıldı, koptu. Üstelik Ahmet Davutoğlu parti kurmak istiyor, meydan okuyor. AKP’ye ve Erdoğan’a meydan okuyor. Erdoğan da elindeki gücü, her türlü gücü, kamu bankaları, devlet imkânları, belki vergi daireleri vs., gerektiğinde yargı — ki şu anda yargı da işin içerisine girmiş durumda; mahkemenin en son aldığı kararı, gösterdikleri teminata rağmen haklarındaki kararı bozduramadı Şehir Üniversitesi. Yargı da işin içerisinde. Tam anlamıyla kıskaca alınmış durumda olan bir üniversiteden söz ediyoruz. Binlerce öğrencisi olan, çok sayıda mezun vermiş olan, önü açık bir üniversite. Belki de bir şekilde etkisizleştirilecek, gücünden olacak. Türkiye’de kayyumun girdiği her yerde, belediyelerde de bunu gördük, olanlardan bir benzeri pekâlâ yaşanabilir. Ve bu maalesef çok güçlü bir ihtimal. Bunu en iyi bilenler de herhalde bütün bu süreçlerde yer almış olan Şehir Üniversitesi’nin kurucuları, yöneticileri vs. AKP iktidarı Türkiye’de, Erdoğan iktidarı, “Bana yar olmayan…” diye başlayan cümleye göre hareket ediyor ve birçok yeri çölleştiriyor. Medya böyle oldu, üniversiteler böyle oldu. Barış Akademisyenleri’nin başına gelenler ortada. Burada olay ilk patlak verdiğinde Ahmet Davutoğlu’nun da başbakan olduğunu hatırlayalım ve Ahmet Davutoğlu’nun bu konuda hiçbir şey yapmadığını, hatta tam tersine oraya karşı, Barış Akademisyenleri’ne karşı yürütülen, devlet eliyle başlatılan lincin bir şekilde parçası olduğunu da unutmayalım. Bir akademisyen olarak, esas gücünü hocalığından alan biri olarak Davutoğlu orada sustu. Hatta susmanın da ötesinde bir şekilde bunun bir parçası oldu. Şimdi pekâlâ orada bir bildiriye imza attıkları, barış istedikleri için Türkiye’nin çok sayıda seçkin akademisyeninin hayatıyla oynanırken, işlerinden edilirken, pasaportlarına el konulurken sessiz kalanlar, şimdi yıllarca emek verdikleri, ince ince dokudukları, göz nurları üniversitenin de bir şekilde yok oluşuna seyirci durumunda olabilirler. Ve burada tabii aklımıza Alman rahip geliyor, o çok meşhur, ama tekrar okuyalım: Martin Niemöller: “Naziler önce komünistler için geldiler. Bir şey demedim çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler. Bir şey demedim çünkü Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler. Bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler. Bir şey demedim çünkü Katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı.” Şu haliyle çok şükür o noktada değiliz. Henüz o noktada değiliz en azından. Örneğin ben burada kalkıp Şehir Üniversitesi’nin hakkını, hukukunu korumak adına kendimce bir şeyler söylüyorum. Ama şunu da biliyorum ve bunu da vurgulamak boynumuzun borcu: Bu sürecin içerisinde yer alan kişilerin, son dönemde Türkiye’nin değişik dönemlerinde değişik şekillerde yaşanan hak ihlâllerine, hak gasplarına karşı sesleri vardı, çıkarmadılar. Hatta bazıları bir şekilde bunun parçası da oldular. Ama sonra bu bir şekilde parçası oldukları, ya da en azından sessiz izleyicisi oldukları otoriterlik bir gün geldi, şu ya da bu nedenle onları da buldu. Böyle çok öykü var. AKP iktidarının değişik dönemlerinde bu öyküyü yaşamış çok sayıda kişi, kurum biliyoruz. Başkalarına karşı, başkalarının mağduriyetlerine karşı sessiz kalan, hatta bundan memnun olan birçok kişinin daha sonra nasıl mağdur olduklarını görüyoruz. Nasıl bir şey yaşanıyor? Erdoğan’ın iktidarı tekeline almasından itibaren özellikle, insanların başına bir şey gelmemesinin garantisi büyük ölçüde kayıtsız şartsız itaat oluyor. Uzun bir süre birçok kişi –yakın çevresinden uzak çevresinden hiç önemli değil–, birçok kişi Erdoğan’la kurdukları ilişkide inisiyatifi kendi ellerine alabileceklerini düşündüler. Onu bir şekilde idare edebileceklerini düşündüler. İplerin aslında kendi ellerinde olduğunu sandılar. Ama hiç de böyle olmadı. Bunlardan en meşhuru tabii ki Fethullah Gülen’dir. Ama değişik dönemlerde çok sayıda kişinin, zamanla Erdoğan’ın üzerinden güç kazandığını düşünen kişilerin pekâlâ Erdoğan altlarındaki halıyı çekince tepetaklak düştüklerine kendileri de çok ciddi bir şekilde tanık oldular. Erdoğan sürekli müttefikler değiştirdi, ekibini değiştirdi. Hep kendisi iktidarını korudu. Ama bu arada kendisiyle beraber iktidarın parçası olan ya da bir şekilde onun koruması altında olduğunu sanan kişilerin şu ya da bu nedenle, şu ya da bu şekilde nasıl etkisizleştirdiklerini, başlarına işler geldiğini çok iyi biliyoruz. Örneğin Erdoğan’ın uçağına binen gazeteciler olayına bakın. Keşke bir şey olsa da önümüzde, arşiv olsa da, kronolojik bir şekilde uçaktaki gazetecilerin resimlerini görebilsek. Aslında bunları toplayan birileri de vardır ve umarım bir şekilde bir yerde sosyal medya üzerinden yayınlanır. O tarihlerden itibaren, Erdoğan’ın başbakan olduğu tarihten itibaren uçak popülasyonunu az buçuk bilen birisi olarak, o ilk dönemlerde binenlerin ezici bir çoğunluğunun, yani yüzde 90’dan fazlasının artık değil uçağa binmek, gazetecilik bile yapamadığını, hatta bazılarının Türkiye’de yaşayamadığını, bazılarının başlarına hukukî anlamda işler geldiğini biliyorum. Çok daha yakın bir zamana kadar da bu böyleydi. Mesela Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni bir ara Fikret Bila’ydı, uçağa binerdi. Ondan sonra Vahap Munyar’dı, uçağa binerdi. Şimdi Ahmet Hakan oldu, uçağa biniyor. Fikret Bila, Vahap Munyar bir şekilde gazeteciliklerini… Fikret Bila yapıyordu da Vahap Munyar ne yapıyor açıkçası bilmiyorum, ama bir şekilde sürdürmeye çalışıyorlar. Ama orada öyle bir şey oluyor ki, siz o uçağa bindiğiniz andan itibaren ya da Erdoğan’ın kabinesinde yer aldığınız andan itibaren, onun gölgesinde olmayı bir şekilde kabul ediyorsunuz. Ve daha sonraki süreçte oradan uzak durduğunuz zaman –illa size bir şey yapması gerekmiyor Erdoğan’ın; ama ondan uzak durduğunuz zaman bile– artık etkinizin alabildiğine azaldığını görüyorsunuz. Çünkü bir dönem insanlar sizi, “Gücünü Erdoğan’dan alan kişi” olarak görüyor. Ondan sonra onunla yan yana olmadığınız andan itibaren otomatik olarak gücünüzün azaldığını görüyorsunuz. Ve bu sanki bir turnike gibi olmuş durumda. Demin Hürriyet gazetesi örneğinde verdiğim gibi, çok kişi böyle geldi geçti. Bakanlar, başbakanlar –yani Ahmet Davutoğlu örneği–, cumhurbaşkanları –yani Abdullah Gül örneği–, bunların her biri bir şekilde Erdoğan’la beraber çalışabileceklerini, onu idare edebileceklerini düşündüler. Ve bunun böyle olduğunu sandılar. Ama şimdi her birinin etkisizleştiğini görüyoruz. Meşhur bir lâf var, “Devrim önce çocuklarını yer” diye. Bir ara AKP iktidarı geldiği zaman bazı gazeteler “Anadolu ihtilâli” falan gibi başlıklar da atmışlardı; ama bence ortada bir devrim falan söz konusu değildi. Ama devrim olmamasına rağmen iktidarın çok sayıda çocuğunu, evladını ya da bizzat ferdini, aile ferdini yediğini, yemekte olduğunu ve daha da yiyeceğini görüyoruz. Sadece siyasetçiler değil; gazeteciler, akademisyenler vs., uzun bir liste var. Bitmek bilmeyen bir liste var. Ve bu liste her geçen gün uzayabilir. Hatta birçoğunda da, “Ne oldu da bu kişi liste dışına atıldı?”, bunu anlama imkânımızın bile olamadığını görüyoruz. Bu olaya ne kadar benzer bilmiyorum ama, bir anımı anlatmak isterim. Çok sevdiğim bir arkadaşım, Bülent Saka, cezaevi arkadaşımdı, rahmetli oldu. Nur içinde yatsın. Şairdi, çok iyi şairdi. Biz cezaevinde siyasî tutuklular olarak çok politik şiirler karalamaya çalışırken, o bizden, hepimizden farklı şeyler yazardı. Bülent, rahmetlinin bana anlattığı bir olay vardır. Şairlerin toplandığını birtakım barlar varmış. Ve orada şairler toplanıp şiirlerini okurlarmış. Biraz abartırdı olayları, ama hep çok tatlı abartırdı. Şöyle derdi Bülent: Bir grup insan içkiler içiyor vs., toplanmış şairler ve birisi de çıkıp şiirini okuyor; ama o şiirini okurken, aşağıda hiç kimse onu dinlemiyor, çünkü aralarında konuşarak ederek, muhabbet ederek, bayağı bir gürültüyle şairin sesi duyulmuyor. Ama daha sonra masada gürültü yapanlardan birisi, sıra ona geldiği zaman, sahneye çıktığı zaman ilk söylediği şu oluyormuş: “Arkadaşlar lütfen sessiz olalım, şiirimi okuyacağım”. Belki bir yarım dakikalık sessizlik ve sonra tekrar aynı gürültüyle devam ediyor. Türkiye böyle bir ülke maalesef. Herkes kendinden, kendisiyle ilgili olanı öne sürüp başkasına karşı sessiz kalmayı kendine maharet bellemiş. Tabii burada İsmet Özel’in o sözünü anmadan olmaz, ya da mısrasını. “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır”. Evet, böyle bir sağırlar ülkesindeyiz. Sadece ve sadece kendine, her şeyi kendine yontanlar ülkesindeyiz. Ve bu anlamda tekrar söyleyeyim, İstanbul Şehir Üniversitesi’ne yapılmak istenen çok yanlış bir şey. Ama bugüne kadar yapılan birçok şeyde olduğu gibi, kamuoyunun bu konudaki şu ya da bu nedenle ilgisizliği, –korkmak olabilir, hak ettiler denebilir vs., şu bu– bütün bunlarla beraber üniversitenin geleceğinin çok da parlak olmadığını görüyoruz. Bu noktada en son yaşadığımız Ahmet Altan’ın tekrar tutuklanması olayı var. Ahmet Altan tekrar tutuklandı ve bakıyoruz ki çok sayıda sevinen insan var. Sonuçta yarın öbür gün bu sevinen insanların başına şu ya da bu nedenle, haksız yere, Ahmet Altan’da olduğu gibi, bir mağduriyet gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.