Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Trump-Erdoğan: -mış gibiler zirvesi

Erdoğan, Beyaz Saray’a gitmiş olduğuna hiç de pişman olmadı. Ancak birçok konuda krizleri ertelemek, yani zaman kazanmak dışında somut neler kazanmış olduğu belirli değil.

Yayına hazırlayan: İrem Poyrazlı

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanı olmadan önce, hatta AKP Genel Başkanı iken yasaklı olmasına rağmen Beyaz Saray’a gitmişti. Daha sonra başbakan olarak defalarca gitti — değişik başkanlar zamanında. Cumhurbaşkanı olduktan sonra da sürekli olarak ilk fırsatta, değişik vesilelerle Amerikan başkanlarıyla görüşüyor ve özel olarak da Beyaz Saray’da görüşmeyi tercih ediyor. Bu son görüşmeyi de çok istediğini biliyorduk. Ertelemesi söz konusu oldu, kısa bir süre bunun spekülasyonu yapıldıktan sonra, ertelenmedi ve yapıldı. Sonuçta baktığımız zaman, Erdoğan için aslında gitmesi hayırlı olmuşa benziyor; çünkü Erdoğan’ı zor durumda bırakacak herhangi bir görüntü ortaya çıkmadı. Ama Erdoğan’ın önünün tam olarak açıldığını söylemek de aslında çok fazla mümkün değil. Bu nedenle buna bir “-mış gibiler zirvesi” diyorum. Çağımız zaten -mış gibi görünme çağı, vitrinde birtakım şeyler oluyor; ama özünde baktığımız zaman, dışarıya yansıyan özünde aynen devam etmiyor. Burada her şeyden önce Erdoğan için Beyaz Saray’a gitmek, Amerikan Başkanı’yla beraber fotoğraf vermek, onunla beraber basın toplantısı yapmak önemliydi —bunları yaptı, bunları yaparken de çok ciddi bir sorun yaşamadı. Başkan Trump’ın aslında söylediği bazı şeyler –özellikle Suriye Kürtleri hakkında söyledikleri– Erdoğan’ı rahatsız edebilecek şeylerdi, ama Erdoğan bunları çokta fazla umursamışa benzemiyor. Aslında Erdoğan’ın fazla umursamadığı şeyler çok. Öncelikle mektup meselesi var. Mektup meselesinde, Türkiye’deki diplomatik teamüllere göre bakacak olursak, mektup meselesinde ülkeyi yönetenlerin çok sert tepki vermesi beklenirdi, ancak burada böyle bir şey olmadı. En sonunda da “takdim edildiği” söylendi, bunun ne anlama geldiği belli değil, kamuoyunun karşısında bu konuya dikkat çekilmemiş olduğu da ayrı bir husus. Yani mektup iade edilmiş gibi yapıldı, böyle bir şeyin Trump’ın –haberi varsa bile– umurunda olmadığını da anladık. Tabii burada bir de gazeteciymiş gibi olanlar da var, o da çok acı bir durum tabii ki. Trump’ın bir soru üzerine soruyu soran kişiye “Siz gazeteci misiniz yoksa devlet için mi çalışıyorsunuz?” deyip soruya cevap vermediğini gördük. Çünkü soru aslında zor bir soruydu, Mazlum Abdi sorusuydu. Ama sorunun soruluş şekli bunu bir gazeteci merakı değil de Türkiye Cumhuriyeti devleti adına Başkan’a bir şey söyletmek amaçlı olduğu düşüncesiyle Trump orada bu cevabı verdi ve Mazlum Abdi’ye sahip çıktığını da gördük. Dolayısıyla Kürt meselesinde anlaşmış gibi yaptılar; ama bir anlaşmanın olmadığı anlaşılıyor. Türkiye’nin CIA belgelerine dayanarak Mazlum Abdi’yi Öcalan’ın manevi evladı olarak takdim etmesine rağmen, terörist olarak takdim etmesine rağmen bunun karşılığı alınmadı. Ama Kürt sorununda anlaşmış gibi yaptılar. Trump Türkiye’de Kürtlerin mutlu olduğunu söyledi, Erdoğan da kendisinin 50 Kürt milletvekili olduğunu söyledi. Bu aslında Erdoğan için yeni bir şey değil; bizzat Washington’da izlediğim, Erdoğan’ın katıldığı faaliyetlerden çoğunda –zamanında başbakanken özellikle– bunu yine vurgulardı, Kürt meselesiyle ilgili soru sorulduğu zaman. O zaman hatta şöyle derdi: “Benim partimde daha çok Kürt milletvekili var” derdi, bu sefer “daha çok” demiyor ama 50 milletvekili olduğunu söyledi; böylelikle Türkiye’de Kürt sorunu yokmuş gibi yapıldı. En önemli hususun S-400’ler olduğu anlaşılıyor ve yapılan açıklamalarda bu konuda herhangi bir şeyin çözülmediği de gözüküyor. Bundan sonra atılacak adımlarda S-400 meselesinin bir şekilde çözülmesi gerektiği –ki burada tabii ki top Türkiye’ye atılmış durumda– çözülmesi gerektiğine vurgu yapılıyor. Yani S-400 meselesi de çözülmüş gibi yapıldı, ama ortada bir çözüm yok. Tabii ki bu, Ankara’nın olayı sürekli erteleme, geciktirme, S-400’lerden dolayı gelebilecek yaptırımların önüne geçme stratejisine çok da aykırı bir şey değil. Dolayısıyla S-400’leri Amerikan yönetiminin hiçbir zaman kabul etmeyeceğini anlıyoruz; ama S-400’lerin varlığı nedeniyle de Türkiye’yle ilişkileri kopartmak istemeyeceğini de görüyoruz. 

Ortada anlaşılmış gibi duran tek mesele güvenli bölgeye ve Türkiye’nin kontrolündeki diğer yerlere sığınmacıların geri yollanması meselesi. Burada da bir anlaşma varmış gibi duruyor. Trump buna onay verdi ama topu Avrupa’ya attı — topu derken, tabii ki olayın finansmanı konusunu Avrupa’ya attı. Avrupa’nın böyle bir şeye yanaşıp yanaşmayacağı şüpheli, ne kadar yanaşacağı şüpheli, bu olayın ne derece gerçekleştirilebilir olduğu da şüpheli. Ama şu anda görüldüğü kadarıyla anlaşılmış gibi duran, iki liderin anlaşmış gibi durduğu belki de tek husus güvenli bölge diye tarif edilen yerlere sığınmacıların geri yollanması meselesi — ki bu çok ciddi bir tartışma. Türkiye’de şu âna kadar yapılan açıklamalardan ya da Suriyelilerle yapılan söyleşilerden, oralara geri dönmeye niyetli çok da fazla insanın olmadığı görülüyor. 

IŞİD meselesinin bir şekilde gündeme geldiğini biliyoruz, ama açıklamalarda çok fazla öne çıkmadı. Ankara, Erdoğan yönetimi, özellikle IŞİD’le mücadele konusunda Türkiye’nin herkesten çok çaba sarfetmiş olduğu iddiasında. Özellikle Amerikan kamuoyuna bu türden birtakım açıklamalar yapma ihtiyacı hissediyorlar, lobi faaliyetleri bu yönde. Tabii burada Bağdadi’nin öldürülmesi operasyonunda Suriye’deki YPG güçlerinin dahli olması, buna karşılık Bağdadi’nin Türkiye’ye çok yakın bir bölgede öldürülmüş olması gibi hususlar var. Bunun yarattığı birtakım imaj kırılmaları var; daha doğrusu kırılan bir imaj yok, aslında imaj yok. Erdoğan’ın zaten en önemli sorunu artık Amerika’da Trump dışında hemen hemen kimse tarafından kendisine önem atfedilmemesi, birlikte çalışılabilecek bir siyasetçi olarak görülmemesi. Amerikan medyasının ezici bir çoğunluğunun –ki Amerika’da medya çok ciddi bir şekilde etkili–, burada Senatör Graham’ın bir gazeteciye söylediği husus da tabii çok iç yaralayıcı bir husus. Orada biliyorsunuz Trump, “Soru soracak kişi dostâne bir gazeteci olsun” diyor, Graham da yanındaki Amerikalı gazeteciye “Zaten onun dışında kimse kalmadı Türkiye’de” diyor. Bir anlamda Türkiye’deki basın özgürlüğünün yokluğu, özgür ve bağımsız medyanın çok zayıf kalması, devlet eliyle zayıflaştırılması, artık Amerika’nın yönetici sınıfının dilinde bir eğlence konusu olmuş durumda; bu bile başlı başına durumun ne kadar acı olduğunu bize gösteriyor. Erdoğan’ın artık Amerikan kamuoyunda, Amerika’nın kurumları nezdinde itibarını yeniden kazanması gibi bir olay çok kolay mümkün olmayacağı benziyor. Zaten bu görüşmeyi de onun için yapmış değil. Esas olarak Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde sorunları var –içeride, dışarıda–, ekonomik anlamda çok ciddi sıkıntıları var ve Washington’dan, Amerikan yönetiminden gelecek yeni darbelere karşı durabilecek fazla bir gücü yok. Bunları ertelemesi ya da engellemesi; engellemesi ya da olmuyorsa ertelemesi gerekiyor, sürekli ertelenen birtakım hususlar var, özellikle yaptırımlar konusunda. Bu anlamda bir şey elde edilmiş gibi gözüküyor, yine “-miş gibi” dedim dikkat ederseniz, her an her şey olabilir. Çünkü Trump bir yandan liderlerle bu tür ikili ilişkileri sürdürmekle beraber Amerikan yönetimin diğer kurumlarının birtakım faaliyetlerini de çok da fazla engellemiyor ya da bazı durumlarda engelliyor, bazı durumlarda engellemiyor. Şu anda senatörleri çağırarak yaptığı Türkiye’nin lehine bir durum gibi gözüküyor; özellikle birtakım tasarıların –Ermeni soykırım tasarısı gibi, yaptırım gibi– Senato’ya geçmesinin önünü almışa benziyor şu haliyle. Bu tabii ki Erdoğan için bir kazanım. 

Peki Erdoğan buna karşılık ABD’ye, Trump’a ne verdi? Bu tam bir belirsizlik içerisinde. Zaten Trump karşıtları bir süredir, Trump’ın Erdoğan’la ilişkisinde hep bunu sorgulamaya başladılar. En son Obama’nın yardımcısı, başkan yardımcısı ve şu anda Demokratlar’ın önümüzdeki başkanlık seçiminde en güçlü aday adayı Joe Biden, mesela Trump’ın Erdoğan’la kurduğu ilişkinin karşılıklı kişisel çıkara, özellikle ABD’nin çıkarlarından öte Trump’ın kişisel mali çıkarlarıyla alâkalı olduğu yolunda sözler sarf etti. Bu tür yorumların giderek arttığını görüyoruz. Gerçekten Amerika’da Trump’ın Erdoğan’a çok da fazla kol kanat germemesi yolunda farklı farklı kesimlerden –ki kimisi yönetim içinden, kimisi Cumhuriyetçi Parti içerisinden, medyadan, tabii ki muhalefet partilerinden– çok ciddi baskılar geldi. Ama Trump bunlara rağmen Erdoğan’a sahip çıktı, Erdoğan’la olumlu fotoğraf verdi. Ama bu olumlu fotoğraf Erdoğan’ı uluslararası ve Amerikan kamuoyundaki imajını güçlendirmeye yetmeyebilir; ama özellikle içeriye dönük olarak bakıldığı zaman içeride işe yarayacağı kesin. Yani ne diyecek? “Biz her şeye rağmen, Rusya’yla bütün ilişkilerimize rağmen, Suriye’de kendi bildiğimizi yapmamıza rağmen, hâlâ Amerika’yı yanımızda tutabiliyoruz.” Bunu söylemeye başladı. Ve ardından tabii ki en çok beklenen husus olan ekonomik yaptırımlar konusunda çok da fazla bir gelişmenin –en azından şu aşamada– olmamasını da iç politikada ciddi bir şekilde değerlendirecektir. Bu arada tabii ki Fethullah Gülen ya da Mazlum Abdi gibi konularda herhangi bir şey elde etmiş değil; ama bunları da dile getirmiş olduğunu vurgulayarak “Ben yapacağımı yaptım, bundan sonrası bizi değil onları ilgilendiriyor” deme noktasında. Baktığımız zaman, sonuçta Türkiye’nin beklentilerinin tam olarak karşılanmadığı; ama Türkiye’nin korktuğunun da başına gelmediği bir zirve çıkıyor. Trump’la ilişkilerinin her şeye rağmen, bütün baskılara rağmen –özellikle Trump üzerindeki baskılara rağmen– sürüyor olmasını gösterdi Erdoğan. Ama tabii ki bu bir yerden sonra sürdürülebilir bir politik olmaktan çıkabilir. Hele şu ya da bu nedenle Trump’ın bir şekilde kafası atıp –ki daha önce olmuştu biliyorsunuz, Rahip Brunson olayında olmuştu, Suriye’ye operasyonunda olmuştu– o mektup –dönüp dolaşıp aynı şeye geliyoruz– dost bir devlet başkanının bir başka dost devlet başkanına yollayacağı bir mektup kesinlikle değildi. Ama Türkiye’yi yönetenler bunu bir şekilde sineye çektiler ve o zirvede de sıklıkla vurgulandığı gibi Türkiye’de özgür ve bağımsız medya konusunda çok ciddi sorunlar olduğu için, bu meseleler lâyıkıyla tartışılamadığı için bazı şeyler yapanın yanında kâr kalabildi ya da yapmadıklarının yanına kâr kaldı diyebilirim. 

Sonuçta Erdoğan’ın gittiğine pişman olmadığı –dünkü yayında her iki taraf da bundan pişman olabilir demiştim– her iki tarafın da pişman olmadığı bir durum. Kısa vadede Erdoğan’ın pişmanlığını gerektirecek bir durum yok; ama Trump’ın Erdoğan’ı bu şekilde himaye etmesinden dolayı Trump’a birtakım ek sorunlar çıkabilir. Fakat tabii şunu da unutmamak lâzım: Erdoğan’ın geldiği gün Trump’ın azil sürecinde çok önemli bir aşama başlamıştı, halka açık bir şekilde ifadeler yayınlanmaya başlandı, tam o güne denk geldi. Dolayısıyla Amerikan kamuoyunun ve medyasının ağırlık noktası Beyaz Saray’daki Trump-Erdoğan görüşmesinden ziyade öteki olaydı, onunla ilgilendiler. O olay olmasaydı belki çok daha fazla ilgi çekebilecekti. Sonuçta baktığımız zaman Türkiye’nin çok bir şey vermeden Trump’tan en azından zaman kazanmış olduğunu görüyoruz. “Türkiye çok bir şey vermeden” diyorum ama, vermek istese de verebileceği çok fazla bir şey olduğunu da açıkçası sanmıyorum; ama düğümün yine S-400’ler olduğu anlaşılıyor. Şu haliyle S-400 hikâyesi sorununun bizdeki o meşhur deyimle bir kere daha “komisyona havale” edilmiş olduğunu gördük. Eğer Türkiye bir gün yakın bir zamanda S-400’leri fiilen kullanmaya başlarsa, o zaman belki ABD ve Trump’tan ciddi bir adım gelebilir. Ama şu haliyle S-400’ler var ama yoklar, yani S-400’ler varmış gibi oluyor; ama henüz fiiliyatta kullanıma geçmediği için S-400 krizinin sonucunun şu anda Erdoğan’a ve Türkiye’ye bir fatura olarak dönmesi benim gördüğüm kadarıyla çok mümkün değil. 

Evet -mış gibilerin çok olduğu ve bize orada yaşananları ve Erdoğan’ın ağzından anlattıklarını oraya giden –ki bazıları Trump tarafından gazeteciliği sorgulanan– kişiler aktaracak; ama sonuçta Erdoğan gitmekle pişman olmadı ve önümüzdeki günlerde herhalde bugünden itibaren –uçakta başlayacaktır– bunun bir zafer olarak sunulduğunu göreceğiz. O zaman ne diyeceğiz? Zafermiş gibi yapacak ama bu bir zafer değil. Türkiye Cumhuriyeti Başkanı birçok soruna rağmen, çok ciddi bir şekilde kendisinin iç politikada kullandığı milliyetçi söyleme sadık kalsaydı, çok ciddi bir şekilde masaya getirmesi gereken hususları getirmeyerek ya da bunlara o kadar büyük ciddiyet atfetmeyerek, en azından şu anda zaman kazanmış oldu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.