Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeni partiler Erdoğan’ı korkutuyor mu?

Muhalefet kesimleri içinde Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun partilerini “danışıklı dövüş” olarak gören epey kişi var. Ayrıca bu partilerin çok yüksek oy alabileceğini düşünen de pek yok. Bütün bunlara rağmen Erdoğan’ın bu partilerden çekinmediği söylenebilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün, bir kere daha, AKP’den kopan ve kopacak olan yeni partileri konuşmak istiyorum — bir tanesi kuruldu: Ahmet Davutoğlu’nun liderliğinde Gelecek Partisi; Ali Babacan’ın partisinin adı belli değil, herhalde Ocak ayı içerisinde kurulacak. Ali Babacan bugün de Şirin Payzın’a konuşmuş, orada parti kuruluşu konusunda yine net olarak biraz geciktiklerini kabul ediyor ama kuracaklarını söylüyor; zaten artık geri dönüşü olacak bir şey değil. Peki bugünkü yayının başlığını neden böyle attım? Bunun bir nedeni şu: Muhalif kesimde bazıları bu partileri gerçek, sahici bulmuyor; hatta içlerinde bunun Erdoğan’ın planı olduğunu düşünenler bile var –bunlar komplocular tabii–; ama birçoğu bu partilerin bir yerden sonra tekrar AKP’yle birleşme ihtimalini çok ciddi görüyor. İşin bir başka boyutu da tabii, bu partilerin ciddi oy alamayacağı konusunda çok sayıda farklı farklı anket şu bu dillendiriliyor, %1-2 gibi rakamlar söyleniyor ve dolayısıyla bu partilerin zaten çok da fazla Erdoğan’ı ürkütmeyeceği söyleniyor. Ben aslında soruyu belki de “Neden korkutuyor?” diye sormalıydım, çünkü korkuttuğuna eminim. Bu soru benim için bir soru değil açıkçası; “Yeni partiler Erdoğan’ı korkutuyor mu?” sorusunu genel olarak kamuoyu açısından soruyorum, ama bence çok ciddi bir şekilde korkutuyor. Zaten Mehmet Ağar’ın ettiği o laf, yani “Yeni kurulacak partileri mutlaka vazgeçirmek lâzım, aksi takdirde çok ağır sonuçları olur” sözü, aslında bir anlamda Erdoğan’ın korkusunun, kaygılarının kendisine çok yakın bir isim tarafından dillendirilmiş olması. Mehmet Ağar, Erdoğan’a gerçekten çok yakın bir isim; aslında bu yakınlık sadece son dönemde olan bir husus değil; Erdoğan’a rejimin ya da sistemin insanlarının, medyanın uzak olduğu, düşman olduğu dönemlerde dahi Mehmet Ağar’la Erdoğan arasında bir hukuk vardı, ilişki vardı, samimiyet vardı. O tarihlerde Mehmet Ağar da Türkiye’de “devlet” denince ilk akla gelen isimlerden biriydi, dolayısıyla çok köklü bir ilişki var ve bu ilişki son dönemde çok daha bariz bir şekilde ağırlığını hissettiriyor. Erdoğan’ın özellikle iyice milliyetçi, devletçi bir çizgiyi benimsemesiyle beraber bu daha görünür bir hale geldi. Dolayısıyla Mehmet Ağar’ın bu sözlerini aslında Erdoğan’ın sözleri olarak görmek çok da yanıltıcı olmayacaktır. Burada ne diyor? “Mutlaka vazgeçirmek lâzım”. Artık bu aşamadan geçildi; vazgeçmiyorlar, birisi kurdu diğeri de kurmak üzere. “Aksi takdirde çok ağır sonuçları olur” diyor Mehmet Ağar. Nasıl sonuçları olabilir? İşte burada Erdoğan’ın korkuları gündeme geliyor: Babacan’a Ağar’ın bu sözleri sorulduğunda, “Ağar’ın sözleri, yaptığımızın ne kadar etkili olacağını gösteriyor” diyor, Babacan da Ağar’ın sözlerini bir anlamda Erdoğan’ın sözleri olarak kabul ediyor benim gibi, anladığım kadarıyla. 

Nasıl etkisi olur, nasıl sonuçları olur? Daha yeni kaba tabirle: “Dakika bir gol bir”. Kanal İstanbul diye bir şey ortaya attı Erdoğan ve Türkiye’nin gündemini Kanal İstanbul’a çevirdi. Burada CHP’yle ve onun lideri Kılıçdaroğlu’yla, ama esas olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’yla bir savaşa girdi. Bence bu savaşı istiyor ve siyaseti buraya taşımak istiyor. Davutoğlu’na sorulduğunda da kendilerinin karşı olduğunu söyledi, bunun aslında bir anlamda suni bir gündem olduğunu söyledi, gerçek sorunların konuşulmasını engelleyen bir husus olduğunu söyledi. Aynı şeyi Ali Babacan da söylemiş, bir kutuplaştırma projesi olarak tanımlıyor Kanal İstanbul’u. Gündemi değiştirmeye ihtiyaç var, çünkü gündemde işsizlik var, bir de karşı çıkmasının önemli bir ayağı olarak da Kanal İstanbul’un Montrö’yle olan ilişkisini hatırlatarak, “Montrö çok önemli, faydasını çok gördük” demiş. Bakıyoruz, Erdoğan’ın şu andaki en önemli kozlarından birisi –ya da kendisi koz olarak görüyor– Kanal İstanbul tartışmasında düne kadar kendisiyle beraber hareket etmiş iki isim, Davutoğlu ve Babacan karşı duruyor, muhalif pozisyondalar. Dolayısıyla CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yakın bir pozisyondalar. Oylarının ne olduğunun hiçbir önemi yok; ama Kanal İstanbul olayında, AKP tabanından Erdoğan’a oy vermiş insanlar içerisinde Kanal İstanbul gibi bir olaya “Ya, aslında ne gerek var?” diye düşünen insanlar olabilir — ki olduğunu duyuyoruz, sayılarının hayli yüksek olduğu söyleniyor. Ama bu kişiler genellikle şu pozisyonu takılırlar: “Ne gereği var ki?” deyip, ama muhalefetin bu olaya karşı çıkmasını görerek, Erdoğan’ın ya da kendi tabirleriyle “Reis”in yanında yer alabiliyorlar. Çünkü bunu siyasî bir kamplaşma olarak görüp, kendi kampları da Erdoğan’ın kampıyla aynı olduğu için istemeseler de kerhen Erdoğan’la birlikte Kanal İstanbul’u savunabiliyorlar. Ama şimdi, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi isimler de Kanal İstanbul’a karşı çıkıyorlarsa –ki çıkıyorlar–, bu sefer iş kolaylaşıyor. Pekâlâ insanlar, “Evet, biz Tayyip Bey’i çok seviyoruz, ama Kanal İstanbul başka bir konu. Bu olayın, bu projenin Türkiye’ye hayrı olmaz; tam tersine Türkiye’ye zararı olur. Dolayısıyla ben Kanal İstanbul konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ayrı düşünüyorum” diyebilir. Yani bu isimler, bu partilerin içerisinde yer alacak olan, düne kadar AK Parti’de değişik kademelerde görev yapmış olan isimler, değişik konularda –toptan olmasa bile– AKP tabanında fire vermenin zeminini yaratıyorlar, şimdiden başlıyor. 

Bu noktada yıllar önceden bir olay aklıma geldi, çok tarihi bir dönemdi, 1 Mart tezkeresi olayını hatırlıyorum. Orada Erdoğan tezkereyi geçirmek istiyordu — bu konuda ABD’yle, dönemin başkanı Bush’la angajmana girmişti, kendisi siyasî yasaklı olmasına rağmen AK Parti Genel Başkanı olarak. Ama o tarihte başbakan olan Abdullah Gül ve hükümetten birçok bakan, görünüşte tezkereye “evet” diyorlardı ama alttan alta parti içerisinde “hayır” ya da tezkereye çekimser kalmanın faaliyetini yürütüyorlardı. O tarihte çok iyi hatırlıyorum AK Parti’nin önde gelen bir milletvekili –artık kendisi ayrıldığı için adını da vermekte hiç sakınca yok– Azmi Ateş –ki Refah Partisi’nden, Fazilet Partisi’nden gelen bir isimdir, İstanbul milletvekili– Meclis kulisinde bana şunu söylemişti, hiç unutmuyorum: “Benim Tayyip Bey ile hukukumu biliyorsun, ama bugün ben masanın bu tarafındayım, o ise o tarafta. Ben bu tezkereye oy vermeyeceğim” demişti ve birçok kişi oy vermemişti. Bu oy vermemede, bunu açıkça söyleyebilmede nasıl bir zemin vardı? Orada birtakım bakanlar, grup başkanvekili, pekâlâ oy vermeme yolunda çalışma yapıyorlardı ve o olay aslında Tayyip Erdoğan’ın mutlak lider olmadığının –o tarih itibariyle tabii– bir işaretiydi. Daha sonra Erdoğan’ın iktidarı tekeline almasında ve diğer isimleri adım adım, kademe kademe tasfiye etmesinde 1 Mart tezkeresinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi Erdoğan’ın ilk liderlik sınavlarından birisiydi ve o sınavdan başarıyla geçememişti. Şimdi bu isimler aynı partide olmasalar da, AK Parti’yle birlikte hareket etmeseler de, bu duruşlarıyla, AKP tabanında insanların değişik konularda, “Ya, bu sefer ben böyle düşünmüyorum, ben tercihimi şuradan yana yapıyorum” demesini mümkün ve meşru kılıyorlar — en büyük korku bu. Zaten AKP’de başlayan bir çözülme var; özellikle ekonominin kötü gitmesiyle beraber başlayan, iyice hızlanan bir çözülme var. Bu partiler kendileri oy almasa bile, kendileri çok az olsalar bile, ciddi bir çözülmenin hızlanmasına katkıda bulunacak olan partiler olacaklar. Bu anlamda AKP iktidarının erimesinin çok ciddi bir şekilde aktörleri olacaklar ve Erdoğan’ın da en büyük çekincesi, kaygısı, korkusu bence bu. Yani bu partilere oy kaybetmekten çok, bu partiler yüzünden oy kaybetmekten endişe ediyor. Bu partiler belki oy almayacaklar –o konu da tabii tartışmalı; alırlar, almazlar–; şu anda gösterilen rakamlar bence çok düşük, ama diyelim ki ikisi de %1’i geçmiş olsun, ama bu AKP’nin oyunu koruduğunu, Erdoğan’ın oyunu koruyacağı anlamına gelmeyecek. Çünkü bunlar bir çözülmeyi hızlandıran hareketler olacaklar — ki aslında oldular. Şu âna kadar Gelecek Partisi kuruldu, başkanlık divanı da oluştu vs. çok fazla bir heyecan yaratmamış olabilir, daha parti binaları da yok anladığım kadarıyla, hâlâ otellerde toplanıp kararlarını alıyorlar. Adının ne olduğunu bilmediğimiz parti henüz daha kendini kurmadı, çok fazla gündemi belirleyemiyor olabilir; ama şunu unutmamak lâzım: Muhalefet cephesinden kimileri, “İyi oluyor, bölünüyorlar” diyor, kimileri “Bunlardan bir şey olmaz” diyor; ama esas olarak AKP tabanında olan, AKP’nin seçmen kitlesi içerisinde olan insanlar ve hatta AKP’nin müttefik olduğu MHP tabanında da, bu partilerin neyi nasıl yapacakları, özellikle Babacan’ın partisinde kimlerin yer alacağı konusunda çok büyük bir merak var. Kimileri endişeyle merak ediyor, kimileri biraz umutla merak ediyor — birazcık “Bekle gör” noktasındalar. Bu partiler ayrıca Erdoğan’ın son yıllarda kurduğu o kutsal ittifakın çatlamasına da neden oluyorlar. O kutsal ittifak nedir? Klasik eski tabirle –genç kuşak bunu bilmez, ANAP döneminde bu çok kullanılırdı– “milliyetçi muhafazakâr” diye bir tabir vardır, Türkiye’de sağın formülasyonudur. Türkiye’de kimi zaman milliyetçi kimi zaman muhafazakâr yön öne çıkar; ama milliyetçilerle muhafazakârların ayrıldığı anlarda Türkiye’de işler birazcık karışır ve değişir. Özellikle AKP’nin ilk dönemlerinde bunu gördük; AKP’nin son döneminde, Erdoğan’ın iktidarı tekeline aldığı dönemde tekrar o milliyetçi-muhafazakâr ittifakın devlet ekseninde kurulmuş olduğunu gördük;  tekrar eski sağ formüle dönülmüş oldu. İşte şimdi bu partiler bunu ciddi bir şekilde tehdit ediyorlar; özellikle Davutoğlu’nun partisi daha muhafazakâr kimliği koruyora benziyor — her ne kadar kendisi buna çok vurgu yapmasa bile dışarıdan böyle görünüyor, hatta hâlâ bir anlamda İslamcılık iddiası olduğunu düşünenler var. Geçen pazartesi günü yayın yaptığımız Mücahit Bilici mesela bu kanıda. Diğer tarafta da Ali Babacan’ın partisine atfedilen bir beklenti var; Özal döneminin merkez sağını andıran, daha liberal, katı ideolojik söylemlerden uzak bir parti olacak. Dolayısıyla gerek Davutoğlu gerek Babacan, ayrı ayrı var olan, şu andaki merkezde aslında bence zorla yapılan, devlet müdahalesiyle yapılan ve Erdoğan’ın var kalma endişesiyle hayata geçirilip yeniden inşa edilen kutsal ittifakı, milliyetçi-muhafazakâr ittifakı tehdit ediyor. “Ağır sonuçlar” derken bence Mehmet Ağar bunu kastediyor; “ağır sonuçlar” derken işte bu ittifakın çözülmesi, bu ittifakın etkisini yitirmesi ihtimalinden bahsediyor — ki gidişat o yönde bana göre. Çünkü tekrardan kurulmuş olan bu kutsal ittifak aslında sun’î bir ittifak, Türkiye’de özellikle 90’lar ve 2000’li yılların başlarında muhafazakâr kesimin yaşadığı dönüşüme aykırı bir ittifak kurulmuş durumda. İşte, gerek Davutoğlu gerekse Babacan, bunu bir şekilde tekrardan normal kanallardan akıtabilir ve var olan ittifak bu anlamda çözülebilir. Bunun endişesini de Ağar’ın sözcülüğünde birçok kişi taşıyor, Erdoğan’ın da bu endişeye sahip olduğu kanısındayım. 

Tekrar toparlayacak olursak: Partilerin ne oy alacağı çok önemli olmayabilir –tabii ki önemli, belirleyici olmayabilir–, ama kuruluyor olmaları bile başlı başına AK Parti’de Erdoğan’ın tek adam yönetiminin karşısında çok büyük bir tehdit. Tabii bu arada şunu da unutmamak lâzım: Her ne kadar birçoğu değişik dönemlerde Erdoğan tarafından marjinalleştirilmiş, hatta tasfiye edilmiş olsa da, bu iki parti de AK Parti’nin değişik dönemlerinde, değişik kademelerde önemli görevler üstlenmiş çok sayıda insanı da bir araya getiriyor. Her iki partide ayrı ayrı birikim de var. Nasıl bir birikim? Daha Refah Partisi yıllarından, Fazilet Partisi’nden ya da en azından Adalet ve Kalkınma Partisi’nde siyaset yapmanın ve hatta belediye ya da ülke yönetmenin getirdiği bir birikim var. Bu kadrolar, tasfiye edilmiş olmaları durumunda Erdoğan’ı çok fazla rahatsız etmiyorlardı; çünkü artık işine yaramadıklarını, kendine engel teşkil etmediklerini düşünüyordu ve birçok önemli ismi tasfiye etti. Ama şimdi o isimler karşısına rakip olarak çıkınca, Erdoğan’ın bundan çok ciddi bir şekilde rahatsız olması kaçınılmaz.

Evet, bu konuyu burada kapatıp dün yaptığım yayınla ilgili bir küçük not düşmek istiyorum: Erdoğan’la İmamoğlu arasındaki Kanal İstanbul savaşı, kavgası, çekişmesi…, her neyse. Böyle bir çekişmeyi dile getirip burada her ihtimalin teorik olarak masada olduğunu söylemek bile, yani: “İmamoğlu kazanır”, “Erdoğan kazanır” –ikisinin birden kazanması ihtimali yok bana göre–, her iki ihtimali dile getirmek bile bazı insanları rahatsız ediyor. Bu dokunulmazlık meselesi; kimse dokunulmaz değil, kimse eleştirilmez değil. Tabii ki eleştiren herkesin ya da bir konuyu dile getiren herkesin –burada ben oluyorum– söyledikleri doğru olmayabilir, kafasından uyduruyor olabilir, vs.. Ama burada baştan dokundurmamaya çalışmak –kim olursa olsun, dün Erdoğan’a bu yapılıyordu, özellikle Reisçi troller yapıyorlardı, şimdi bayağı bir azaldı çok şükür; çünkü artık Erdoğan’ın dokunulmamasını sağlamak gibi bir şey mümkün değil– ama şimdi yeni yeni insanlar yeni yeni şeyler çıkartıyorlar, dokunulmazlıklar çıkartıyorlar, İmamoğlu da bunlardan bir örnek olarak ortaya çıkıyor. Bunun kendisinin istediği bir şey olduğunu sanmıyorum, ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Kimse dokunulmaz değil, kimse eleştirilmez değil, eleştiri herkesin ihtiyacı; özellikle siyasetçilerin ve hele belediye başkanıysa her türlü eleştiriye, her türlü uyarıya ya da başka şeye açık olmak lâzım. Bu, her söyleneni doğru kabul edecekleri anlamına gelmez; ama “Ona laf edilemez” anlayışıyla çok fazla siyaset yapma imkânı yok — bu o kişinin kendisine de kötülük yapmak olur. Bunun örneğini daha önce değişik seferlerde gördük; özellikle Türkiye’de tek adam yönetiminden rahatsız olan insanların, artık kimsenin dokunulmaz olmadığını olabildiğince kabul etmekle işe başlamaları gerekiyor. 

Bu arada bitirirken –bir izleyicimizin hediyesi– yeni çiçeğimize de “merhaba” diyelim, sırada başka çiçekler de var. Artık çiçeklerimizi dönüşümlü olarak kullanıyoruz. Çiçeklerimizle beraber sizlere bizi izlediğiniz için teşekkür ediyoruz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.