Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Libya’da ne işimiz var?

Ruşen Çakır, Libya’ya asker gönderme fikrini neden yanlış bulduğunu anlattı.

Yayında sözü edilen İlhan Uzgel’in yazısını okumak için tıklayınız

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün ikinci yayını yapıyorum. Daha önce sözünü vermiş olduğum Libya tezkeresi ile ilgili görüşlerimi aktarmak istiyorum. Başlıkta da görüldüğü gibi bu tezkereye olumlu bakan birisi değilim. Bunu birazcık anlatmaya çalışacağım. Bu konuda geçmişten birtakım örnekleri de aktararak bir şeyler anlatmak istiyorum. Onun dışında bugün Medyascope’da –sadece bugün değil birkaç gündür, bugün çok yoğun bir şekilde oldu, yarın da olacak–, bu olayın özellikle diplomatik, askerî, stratejik boyutlarını, ekonomik boyutlarını birinci derede uzman arkadaşlarımız konuştu, konuşmaya da devam ediyorlar. Meclis’te görüşmeler sürüyor. Ve hükümet –hükümet demeyelim, iktidar; çünkü hükümet diye bir şey yok artık–, iktidar, Erdoğan yönetimi bu tezkereyi geçirmek istiyor. Tezkere geçtikten sonra hemen asker gönderilecek diye bir kayıt yok. Bu yetki tamamen cumhurbaşkanına veriliyor. Ve cumhurbaşkanına bu yetki sadece Libya için verilmiyor aslında. Her türlü yabancı ülkeye asker yollanması konusunda bir yetki bu tezkere ile veriliyor. Libya vesilesiyle oluyor, ama Libya’nın dışında da bu yıl içerisinde, başka yerlere de Cumhurbaşkanı isterse –tabii eğer tezkere geçerse– asker yollayabilecek bu tezkereye göre. 

Şimdi Libya deyince hep aklıma 6 Ekim 1996 geliyor. İzleyenlerin bazıları belki o tarihte doğmamıştı. O tarihte ben serbest gazeteciydim. Ve o tarihin, Ali Kırca’nın Haber Dairesi Başkanı olduğu ATV’nin yanında yorumcu olarak dönemin başbakanı, Refahyol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ın Afrika gezisini izlemeye gitmiştim, ATV’ye yorum yapmak için. Mısır’la başladı. Libya ve en son Nijerya ile bitmişti o gezi. Çok ilginç bir geziydi. Birçok açıdan çok çarpıcıydı. Ama galiba Libya’da yaşananı en olağanüstü ve sıradışı olanıydı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanan en büyük diplomatik skandallardan birisi Libya’nın çölünde yaşandı. Ve biz de ona bazı siyasetçiler, iş insanlarıyla beraber gazeteci olarak tanıklık etmiştik. Erbakan o dönemin Libya lideri Kaddafi ile bir çadırda, çöldeki bir çadırda yaptığı görüşmenin öncesinde Kaddafi’nin çok sert sözlerine muhatap olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, birçok aşaması çok ilginçti, ama çok uzatmaya gerek yok. Gittiğimizde çadırda Erbakan’la Kaddafi görüşmeye geçmeden önce haber geldi biz gazetecilere. Ve dediler ki önce bir liderler medyaya, gazetecilere konuşacak. Erbakan’ın çok yakınındaki isimlerden Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan şunu demişti: “Libya lideri jest yapıyor. Normalde basın toplantısı, basına açıklama, toplantıdan sonra, görüşmeden sonra yapılır. Ama Erbakan’ı ve Türkiye’yi ne kadar sevdiğini göstermek için önden, daha görüşme olmadan önce konuşacak” demişti. Erbakan’ın oraya gitmesinin esas nedeni Türk müteahhitlerinin birikmiş alacaklarıydı ve Kaddafi’yi bu alacakların bir an önce ödenmesine ikna etmek gibi somut bir hedefi vardı. Ve o görüşmeye de hepimiz o açıdan bakıyorduk, “Bakalım müteahhitlerin alacakları konusunda olumlu ilerleme olacak mı?” diye. Kaddafi’nin daha baş başa görüşmeden önce basına konuşacak olması, “Demek ki Türkiye’nin bu talebini yerine getirecek” şeklinde yorumlanmıştı. Ama Kaddafi bunu yapmadı. Çok sert sözler söyledi. Örneğin dedi ki “Bu gökyüzünün altında ne zaman bir Kürt devleti olacak?” anlamına gelecek sözler etti. Ortalık bayağı bir karıştı. Yani karıştı dediğim, kimse bağırıp çağırmadı ama büyük bir sessizlik oldu. Çeviriler yapılıyor, o Arapça konuşuyor, ardından çevriliyor. Birçok insan inanmadı buna, bu söylenenlere. Kayıt edilmişti tabii, teyplere alınmıştı. Ondan sonra Arapça bilen birileri ile tekrar üzerinden geçildi — ki çevirmenin söylediklerinin birebir aynı olduğu anlaşıldı. Çok acayip bir olaydı. 

Orada şunu gördük: Sizin niyetiniz ne olursa olsun, uluslararası ilişkilerde tek başınıza değilsiniz. Siz ne kadar güçlü, haklı, ne olursanız olun, diğer aktörler, muhataplarınız da bir rol sahibi. Ve onların oynadıkları rolü bazı durumlarda engelleyemiyorsunuz ve bunun size bedeli ağır olabiliyor. Libya deyince aklıma bu olay geliyor, bu skandal geliyor. Ve hemen aklıma Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın en son söylediği, Anadolu Ajansı’na yanılmıyorsam söylediği bir Kurtlar Vadisi repliği geliyor — tam olarak neydi? “Geleceğe bakarak kahraman olunmaz” şeklinde, tam cümle böyle değil herhalde; ama “Kahraman olmak istiyorsanız ileride başınıza gelecekleri çok da fazla dert etmemeniz gerekir” mealinde bir cümle. Ama biliyoruz ki diplomasi, bu tür hikâyeler, iç savaşın yaşandığı bir ülkeden diyoruz. Dolayısıyla kahraman olmak, kahraman olmayı aramanın pek bir anlamı yok. Ve de hesaplar, evdeki hesaplar çarşıya pekâlâ uymayabilir. 

Libya Kaddafi döneminde de böyleydi, şimdi çok daha beter böyle. Öngörülmesi mümkün olmayan bir yer. Tam olarak devlet olamamış bir yer. Batık devlet ya da nasıl, iflas etmiş devlet. “Failed state” diyor İngilizce’de araştırmacılar buna. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi. Kaddafi döneminde otoriter, hatta diktatörlük yönetiminde iyi kötü bir şekilde ayakta duruyor gözüküyordu. Ama ondan sonra, Arap Baharı’nda yaşananlardan sonra her aşamasında gördük ki Libya kolay kolay ayakları üzerinde durabilecek gibi gözükmüyor. Böyle bir ülkeye Türkiye’nin şu ya da bu nedenle müdahil olmasının akılcı bir şey olduğu kanısında değilim. Bunun bir hayrı olacağı kanısında değilim. İki tane temel husus var tabii burada. Birisi özellikle Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yalnız kalması ve yalnız kaldığı Doğu Akdeniz’de Libya’yı kendine bir ortak olarak görmesi. Nitekim 27 Kasım’da Libya’da, Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin başı Fayiz es Sarraç’la bir anlaşma yapıldı, iki anlaşma birden yapıldı. Birisi denizlerle ilgili, bir diğeri askerî hususla ilgili. Ve bu anlaşmanın gereği olarak da şimdi tezkere oylanıyor. Bu anlaşma ile beraber Türkiye, Libya’nın desteği ile beraber Doğu Akdeniz’de yalnızlığını bir ölçüde kırdı, kırmak istiyor. Ama şunu unutmamak lâzım: Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de adım adım yalnızlaşmasını –ki bu konuda Gazete Duvar‘da İlhan Uzgel’in çok kapsamlı, çok bilgi dolu bir yazısı var; onu özellikle tavsiye ederim okumayanlara–, adım adım kendini yalnızlaştırdığını görüyoruz. 

“Transatlantik”te Gönül Tol Doğu Akdeniz krizi ilk başladığı andan itibaren hep şunu söylemişti, ilk andan itibaren: “Türkiye haklı olduğu bir yerde kendini haksız bir duruma sürükledi”. Bu da tamamen diplomatik anlamda atılan yanlış adımlarla alâkalı bir husus. Sonuçta Türkiye bir süreç boyunca peş peşe attığı yanlış adımların sonucunda gelmiş olduğu yalnızlığı aşmak için, bir ölçüde neredeyse kendisi gibi yalnız olan bir partneri Libya’da buluyor. Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni sanki tanıyan çok varmış gibi bir hava var, ama burada o hükümete karşı mücadele eden Libya Ulusal Ordusu’nun başında General Hafter var ve onun destekçileri daha fazla ve daha etkili. Libya’daki işin bir boyutu da tabii ki siyasî ve ideolojik. Çünkü Hafter, tırnak içerisine alalım, “laik”, ama öte yandan Türkiye’nin kendine müttefik olarak seçtiği Sarrac ise daha İslamcı olarak kabul ediliyor. Ve İslamcılar’dan hazzetmeyen bölgesel güçler –ki Mısır bu anlamda çok önemli bir yer tutuyor, aynı zamanda Libya’nın doğusundaki komşusu–, onlar bu anlamda olayı İslamcılık’la –ki kendileri bunu İslamcılık diye söylemiyor tabii–, terörizmle mücadele olarak tanımlayıp tercihlerini Hafter’den yana yapıyorlar. Libya aslında Arap Baharı’nın en dramatik ve trajik öykülerinden birisi — Suriye’den sonra tabii ki. 

Ve tabii ki yine Libya söz konusu olduğu zaman en çok sorulan, ortaya atılan mesele, soru: Acaba Libya yeni bir Suriye olacak mı? İç savaşın unsurları var. Farklı farklı güçler tarafından, büyük güçler tarafından destekleniyorlar. Ve Suriye’de olduğu gibi Libya ile alâkası olmayan, Libyalı olmayan birtakım savaşçıların her iki tarafa da destek vermek için bu ülkeye doğru gittiği, orada oldukları yolunda da çok güçlü iddialar var. Tam bir kaotik ortam. Ve Türkiye buraya Doğu Akdeniz doğal kaynakları, doğalgaz anlamında müdahil olmak istiyor ve Doğu Akdeniz’deki yalnızlığını kırmak istiyor. Bu ne derece başarılı? İşin içerisine askerî boyut tabii ki, asker yollama işi doğrudan giriyor. Asker yollanacak mı? Yoksa Türkiye bu tezkereyi çıkartıp uluslararası alanda Ankara asker yollamayı elinde bir tür kart ve tehdit olarak mı kullanacak? Askerler giderse ne olacak? Savaşa girecekler mi? Girerlerse ne olacak? Sonu kötü bitebilecek bir yığın süreç söz konusu. Bu anlamda çok riskli bir adım atıyor Erdoğan yönetimi. Ve işin bir başka boyutu da tabii ki: Bu konuda kamuoyu çok fazla bir şey bilmiyor; aslında kamuoyu çok fazla haberdar da değil. Şöyle bir mantık var: “Erdoğan istiyorsa iyidir” diyenler ve “Erdoğan istiyorsa kötüdür” diyenler olarak, birçok konuda olduğumuz gibi bölünmüş durumdayız. Bunun ötesi çok fazla merak edilmiyor. Çünkü Libya uzak bir yer, yabancı bir yer. Hakkında çok fazla bir şey bilinmeyen, çok da fazla önemsenmeyen bir yer. Osmanlı geçmişi vs. şu bu, bunlar bir şekilde köpürtülmeye çalışılıyor; ama buradan da bir heyecan yaşanmıyor, yaratılmıyor. Sonuçta Libya olayı mesela bir Barış Pınarı Harekâtı gibi insanların bir şekilde ilgisini çekecek bir olay değil. Çünkü Barış Pınarı hemen yanıbaşındaki bir ülkede, Ankara’nın iddiası terör tehdidi, doğrudan Türkiye’ye yönelik PKK’nın uzantısı olan güçlerin Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyinden tehdit edeceği önermesi ile yapılmış bir şeydi. Ve buna sahiden inanan ve bunu sahiden önemseyen geniş bir kamuoyu vardı. Nitekim bu kamuoyu baskısı nedeniyle de HDP dışında muhalefet partileri destek vermişlerdi operasyona. Ama şimdiki olay böyle bir olay değil. 

“Libya’nın Türkiye’nin bekası ile ne alâkası olabilir?” sorusunun cevabı çok kolay değil. Tabii ki bir şeyler söylüyor siyasî iktidar. Ama bunların kamuoyuna yansıması, kamuoyuna mal edilmesi ve buradan bir kamuoyu desteği çıkartmak çok mümkün değil. Burada olay eninde sonunda demin de söylediğim gibi “Erdoğan ne diyor?”a gelmiş durumda. Peki Erdoğan’ın dediği her zaman iyi midir? Değildir, çok örneğini gördük. Ama ilk örneği, tekrar geçmişe gidersek: 1 Mart 2003 tezkeresi, Meclis’in geçirmediği tezkere. Onu da Erdoğan canla başla savunmuştu. Kendisi siyasî yasaklıydı. AK Parti genel başkanıydı ama başbakan değildi. Çok ciddi bir şekilde savunmuştu geçmesi için. Ve o tezkere tabii farklı bir durumdu. Türkiye’nin yabancı bir ülkeye asker göndermesi değil, yabancı ülkenin Türkiye’ye asker konuşlandırmasıyla, ABD’nin asker konuşlandırılmasıyla ilgiliydi. Ve burada tabii ki kamuoyunun kafası çok karıştı: Kendi toprağında Amerikan askeri. Ve bu Amerikan askeri Türkiye toprağından hareket ederek Irak’ı işgal edecek. Ve AKP’nin içerisinden çok ciddi bir direnç çıkmış ve tezkere geçmemişti. O tarihte NTV‘de yorum yapan bir gazeteciydim ve Vatan gazetesinde de yazıyordum. O tarihte tezkereye karşı çıkan az sayıdaki gazetecilerden birisiydim. Çok sert tartışmalar oluyordu ve karşımızda çok güçlü isimler vardı. Ellerinde çok büyük iddialar vardı. Bu tezkerenin neden önemli olduğu, Türk ekonomisi açısından neden önemli olduğu, Türkiye’nin stratejik konumu açısından, stratejik hedefleri açısından neden önemli olduğu ve tezkerenin geçmemesi halinde Türkiye’nin nasıl batıp biteceği, mahvolacağı yolunda iddialarla bunu çok ciddi bir şekilde pazarladılar. Ama olmadı. Ve iyi ki de olmadı, geçmedi. O olayı yaşamış bir gazeteci olarak, çok zordu, çok hakaretlere maruz kalıyorduk. Tehdit demeyeyim, tehdit de olduğu oldu ama daha çok hakaretler, aşağılamalar, saflıkla suçlamalar, ucuz hümanizm, savaş karşıtlığı ile suçlamalar vs.. Şimdi de tabii o günden bugüne Türkiye’de kamusal alan, tartışma imkânı iyice daralmış durumda. Eskisi gibi böyle büyük medya kuruluşlarında bu olayların tartışıldığı falan yok, ya da tartışma iddiasındaki kişilerin bu konuda çok fazla bir bilgisi ve iddiası da yok. Çünkü o tartışmadan çıkıp daha sonra ekonomik krizi, ondan sonra da herhangi bir sağlık sorununu vs.’yi de tartışan, her şeyden anlayan insanlar üzerinden giden bir televizyon kültürü yerleşmiş durumda ya da yerleştirilmiş durumda. Ama o tarihte bu mümkündü. O tarihte büyük bir dalgaya rağmen, büyük güçlere rağmen Türkiye’de tezkereye karşı bir muhalefet olmuştu ve muhalif olanlar kazanmıştı. Bu sefer kazanacak mı çok emin değilim. 

Sanki bu tezkere geçecek gibi gözüküyor. Ama buradan Türkiye’nin hayrına bir şey çıkacağına asla inanmıyorum. Birçok nedenle inanmıyorum. Onun bir kısmını tekrarladım, söyledim. Ama bir diğeri de çok daha önemli olan bence, en önemli olan husus şu: AKP hükümetinin, AKP iktidarının dış politikası tam bir fecaat. Üst üste yapılan hatalar ve zaten Libya’ya asker gönderme tezkeresi çıkarılması ihtiyacı da bu hatalar nedeniyle doğdu. Çok büyük iddialarla ortaya çıkıp bölgesel güç, oyun kurucu vs. deyip, ama sonra Putin ve Trump’ın gönlünü hoş tutarak ilerlemeye çalışan bir dış politikası var Türkiye’nin, Ankara’nın. Ve bu güçsüzlüğü ile bu kadar çok aktörün olduğu ve bu kadar sert şeylerin yaşandığı Libya’ya girmek çok riskli. Bu riski neden aldıklarını tahmin edebiliyorum, ama çok açıkçası, nasıl söyleyeyim, anlamıyorum. Tahmin ediyorum ama anlamıyorum bu riskleri. Buradan doğabilecek sonuçları, olumsuz sonuçları herhalde görüyor olmaları lâzım. Ama bir şekilde Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın dediği gibi kahraman olmak ya da burada bir şeyler yapmak arzusu, doğabilecek sonuçlar üzerinde düşünmeyi çok ciddi bir şekilde Ankara’ya erteletmişe benziyor. Her şey bir yana, buradan başarılı olsa da, istenene ulaşılsa da, elde edilecek olan nedir? Bu da çok şüpheli. Yani kimse kalkıp Türkiye’ye Libya’nın petrolünü vs.’sini verecek değil. Bunu düşünenler herhalde vardır, ama böyle bir dünya kesinlikle yok. Türkiye burada çok riskli bir şeye giriyor. Umarım çok fazla fatura ödemeyi gerektirecek durumlar olmaz. Öncelikle umarım tezkere geçmez. Geçse de Türkiye asker yollamak zorunda kalmaz. Yollamak zorunda kalırsa da bir an önce askerlerin geri dönmesine zemin hazırlanmış olur diye temenni ediyorum. Ama temennilerimle bu işin olamayacağını bilecek kadar da tecrübeli olduğum da açık. Sonuçta bu iş iyi bir yere doğru seyretmiyor. Bunu izleyip de “yine naiflik yapıyor”, “yine işte hümanizm yapıyor”, yeni tabirle “hümanizm kasıyor” falan diyecekler vardır, desinler. Savaşa karşı olmak, her türlü askerî müdahaleye, militarist adımlara karşı olmak utanılacak bir şey değil. Tam tersine savaşla, hamasetle, silahla bir şeyleri yapma iddiasının utanılacak bir şey olduğu kanısındayım. Yeni bir macera, ama bu macera Türkiye’nin çok hayrına sonuçlanmama ihtimali çok yüksek bir macera. Umarım yanılıyorumdur. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.