Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile söyleşi: Yerel seçimlerden bu yana değişenler ve değişmeyenler

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

RUŞEN ÇAKIR: Merhaba, iyi günler. Bekir Ağırdır ile ne zamandır yapmadığımız sohbetlerimizden birisini daha yapıyoruz. 31 Mart ve 23 Haziran’dan bu yana, Türkiye’de neler değişti, neler değişmedi, neler değişemedi, bunları konuşacağız. Hoş geldin Bekir.

BEKİR AĞIRDIR: Merhaba,iyi akşamlar.

23 Haziran –tabii aslında 31 Mart, ama 23 Haziran da onun bir sonucu oldu– gerçekten Türkiye’nin çok büyük bir değişimin eşiğinde olduğunu, hatta o değişimin başladığını göstermemiş miydi?

Bir ölçüde evet. İktidar blokunda seçmenin rahatsızlığının yükselmekte olduğu, ama henüz öyle büyük bloklar halinde ayrışmadığı… Çünkü hatırlarsan, belediye başkanlıkları oyları ayrı, ama belediye meclis oylarından bakarsak yine AK Parti-MHP bloku %51’di. Ama belediye başkanlıkları oylarına geldiğinde, 2-3 puana yakın –özellikle İstanbul’da– daha fazla geriye düşmüştü. Bu ne demek? Meclis oyunda, AK Parti ve MHP’ye oy vermiş insanlar, bir yandan da rahatsızlıklarını belli etmek için, belediye başkanlığı oylarında o yeni adaylara fırsat verdiler. Ama o minik değişikliğin –minik derken, Ankara, İstanbul gibi çok sembolik şehirleri kaybetmiş oldu iktidar– o minik gibi görünen ama büyük değişiklik îmâ eden şeyin en önemli sonucu, bence sayılarda değil. Bence en önemli sonucu, muhalif bloktaki insanların ilk kez seçim yoluyla AK Parti’yi yenebilecekleri, geriletebileceklerine dair olan moral üstünlüğünün bu tarafa geçmiş olmasıydı. Dolayısıyla 1 Nisan ya da 24 Haziran sabahı o moral üstünlük o kadar coşkuyla başladı ki, beklenti de doğal olarak yüksekti. Halbuki pratik hayat o beklenti yüksekliği hızında çalışmayabiliyor. Nitekim seçilen adaylar ya da o değişimin siyasete yansımaları, pratik gündelik hayata yansıması olumlu anlamda o beklenen büyüklükte olmadı. Şimdi “Acaba yine mi olmadı?” tedirginliği ya da o büyük coşkunun bir miktar sönümlenmesi meselesi var. Ama bir yandan da, Kanal İstanbul gibi meseleler sayesinde, bu tarafta da hâlâ bir konsolidasyon çalışıyor.

Dolayısıyla bugünden baktığımızda toplumsal psikoloji ya da seçmen psikolojisi açısından şunu söyleyebilirim: Seçmen nezdinde, muhalefet blokundaki o konsolidasyon ve iktidar blokuna karşı davranma, bir arada durma psikolojisi, bu ruh hâlâ sürüyor. Seçmenden söz ediyorum, aktörlerden değil. Aktörleri, partileri biraz sonra konuşuruz. İktidar blokunun seçmeninde de, “Bizimkilerle bu iş olmuyor, ama yeniler de bir şey yapacaklar mı acaba? Bir bakalım, bekleyelim” sakinliği diyelim… Bekleyiş sürüyor.

“Yeni” demişken, iktidar blokunun seçmeninin daha fazla ilgi göstereceğini varsaydığımız bu yeni partilere geleceğim. Kimileri, “AK Parti tabanından çok, muhalefet tabanı bu partilere ilgi gösteriyor” diyor. Davutoğlu partisini kurdu. Babacan hâlâ kurmadı, kuramadı. Sizin birtakım değişik vesilelerle yaptığınız araştırmalarda, bu iki parti ne kadar popüler görünüyor?

Partilerin popülaritesi üzerinden bakarsan –kamuoyunda bazı sayılar görüyorum, öyle değil– son derece düşük. Ama bu da doğaldır zaten. Yani daha adı konmamış, ortaya çıkmamış, tabelası asılmamış partinin böyle 7, 8, 15 olması, üstelik Türkiye medyasının önünde…, iki sene önce, bir İYİ Parti-Meral Akşener deneyimi var. Yani o hikâye öyle çalışmıyor. Bir kere, seçmen öyle değil. Seçmen ya da toplum psikolojisi öyle çalışmıyor. Onun için henüz sayısal olarak, bu iki girişime de talep, ya da “Oy veririm” deme hali son derece düşük.

Ama merak etme var mı?

Tabii ki merak var. Asıl önemlisi şu: Mesele onları merak etmekte değil; asıl problem, 100 seçmen varsa bunun 37’si, “Şu anda bu partilerle gitmez. Bu partiler Türkiye’nin sorunlarını çözemez” diyor. Bu, benim en azından yöneticiliğini yaptığım 15 yıllık tarihte ve 150’den fazla araştırmada gördüğümüz en yüksek sayıdır. Ama bu 37 kişi Babacan’ı ya da Davutoğlu’nu bekliyor, ya da Ruşen Çakır’ı bekliyor değil. O başka bir mesele. Ama şu anda 37.

İkinci mesele, iktidar bloku çözülüyor, evet. Ama bu iktidar blokundan çözülenler işte bu 37 kişinin içine yığılıyor. Henüz öbür tarafa yer değiştiren son derece düşük. Bu tabii ki kâğıt üzerinde yeni bir parti için avantaj. Yani karşınızda “Partim yok” diyen ya da var olan partilerden hoşnutsuz olan bir 37 kişi var bu 100 kişi içinde. Bu başlangıç noktası için bir fırsat, doğru. Ama bunlar illa “Hemen Davutoğlu’nun partisine gidecek” demek, bugünden onu söylemek mümkün değil. Araştırmalarda da öyle bir sayı çıkmaz zaten.

Peki, yıllardır bunu yapan birisi olarak size şunu sorsam: “Bu partilerle olmuyor” diyenler, yeni bir şey arzulayanlar, yeniyi, yepyeni bir şey olarak mı arzuluyor? Çünkü önümüzdeki seçeneklerin çoğu öyle. Ya da, var olanların kendini yenilemesini mi arzuluyor?

Bir dönem, yeni parti meselesi daha yüksek çıkardı. Biz bu tespiti şöyle bir yerden yapıyoruz: “Hangi parti kazanır? Sen kime oy vereceksin?” gibi bir sürü şey soruyorsunuz. Bir de onun dışında, “Türkiye’nin şu andaki en önemli sorunlarını bunlardan hangisi çözer?” diye soruyorsunuz. Bütün var olan partiler tabii ki seçenek, ama iki seçenek daha var: “Bunların hiçbirisi çözemez, bunlar çözülmez zaten, sürer gider” diyenler, veya “Hayır, bu sorunları çözmek için yeni bir aktör lâzım” diyenler. Bu genellikle yarı yarıya olurdu. Yani 20 kişi “Bu partilerle olmaz” diyorsa, 20 kişi de “Yeni parti lâzım” derdi gibi. Ama ilk kez bu 37 kişinin içinde “Yeni parti lâzım” diyenler de çok düşük. “Olmaz” diyen, yani ülkenin sorunlarının çözülemeyeceğine dair umutsuzluk hali sorunlu. O yüzden, asıl tehlikeli olan, hangi partiye gittiklerinden daha çok, siyasetle olan bir ilişkinin sorgulanması. Keşke gitseler. O yine de bir umut ifade ediyor. Özellikle 24 yaş altı, 18-24, –hatta vaktinde yapılırsa, önümüzdeki 2023 seçimlerinde, bugün 15 yaşındakiler de oy verecek– 15-18, 18-24 diye bakarak sana bir sayı söyleyeyim. 15-18 yaş arasında, yani henüz seçmen olmamış ama 3 sene sonra olacak gençlerin %70’i “Bu siyasetle olmaz” diyor. 18-24’e geldiğinizde, bu %60’a düşüyor. Ama 30 yaş altı, genel olarak ülkenin 18-30 yaş arasındaki 20 milyonluk kitlesinin yarısı, “Bu siyasetle olmaz” diyor. Bu neyi üretir? Sadece bir siyasî bulgu değil, bu aynı zamanda ülkenin ortak geleceğine inancın düşmesi. Ortak kadere inancın düşmesi. Dolayısıyla bu uğurda emek harcamak veya sokaktaki hukukun üstünlüğüne inanmak ya da ortak hayata uymak konusunda da bütün duyguyu etkiler. Bütün toplumu Recep İvedik’leştirir. Umut kaybolunca insanlar öfkeye gark olur. Bu sayıların anlamı, Davutoğlu, Babacan ya da yeni bir parti için ne kadar umut taşıyıp taşımadığından daha çok, ülkenin genç enerjisinin yarısının, ülkenin geleceğinden umudunu kesmesi anlamına gelir — ki bence toplumsal psikoloji açısından vahim olanı budur. Siyasetçilerin üzerinde kafa yorması gereken asıl mesele budur.

31 Mart ve 23 Haziran’ın en önemli profili Ekrem İmamoğlu’ydu. Çünkü Ekrem İmamoğlu, demin bu saydığımız isimlerin hepsine göre yeni bir siyasetçi. Siyasette eskiden beri var; ama Beylikdüzü gibi çok öne çıkmayan bir yerde siyaset yaptı. Bir Meral Akşener, bir Ali Babacan, Davutoğlu ya da Demirtaş da değil. Bir şekilde insanlar adını yeni öğrendi. O zamandan bu zamana da, üst üste iki seçim başarısı ve ona atfedilen çok şey var. Onun kendine atfettikleri de var herhalde. Ve bir performansı var. Altı ayı aştı. İmamoğlu, Türkiye’de 31 Mart ve 23 Haziran’da yakalamış olduğu fırsatı değerlendirebilen ya da değerlendirmeye aday bir siyasetçi görüntüsü verdi mi? Ne dersin?

Aday sayılabilir. Yine bulgular üzerinden ve popülarite üzerinden bakarsan, ülkede hâlâ en yüksek popülaritesi olan Tayyip Erdoğan.  Sonra, Ekrem Bey, en azından ikinci sıradan da olsa o listeye girmiş durumda.  İstanbul seçmeni dışında, Türkiye seçmeni gözünde bu pozisyonda olması, Ekrem Bey açısından önemli bir şey. Ama burada kritik olan, senin sorunun altında yatan ve sorgulamaya çalıştığımız şey şu: Siyasetten umudunu kesen insanlara umut vaat eden bir bağlantı, bir şey var mı? Seçmen nasıl düşünüyor ya da nasıl davranıyor meselesi. “Seçmen geçmişe mi, geleceğe mi oy verir?” Efendim, “Seçmen sağdan mı oy veriyor, dindarlıktan mı veriyor?” gibi bu konuda binlerce teori var.  Bütün bunların her birinin açıklayıcılığı var, doğru. Ve her dönemde de farklı bir tanesi öne geçiyor. Ya da farklı kümeler için bir tanesi daha baskın oluyor. 

Ama bugün, 2020 Ocak ayı itibariyle, Türkiye seçmeni açısından benim gördüğüm ve bütün araştırmalarımızda gördüğüm şey şudur: Ülkenin geleceği için insanlar bir umut arıyor.  Başta AK Parti olmak üzere herkes, geçmişin bütün kredilerini tüketti.  Dolayısıyla, insanlar bugün meseleye gelecek üzerinden bakıyor. Bu kriterden bakınca, Ekrem Bey’in geleceğe dair rehberlik edecek bir kapasitesi var mı yok mu, yaptıkları onu ima ediyor mu etmiyor mu? Sadece, İstanbul’da metronun düzgün çalışmaya devam etmesi, çöplerin gününde toplanıyor olması geleceğe dair bir kriter yaratmaya henüz yetmiyor. “Gelecek için o kervanın rehberi, lideri benim. Peşime düşün!” denmesi için, o insanların sizin rehberliğinize, vizyonunuza, samimiyetinize, sahiciliğinize, bilginize, maharetinize, bir sürü başka şeye ihtiyaç var.  Sadece kimlik ya da sadece “Ben solcuyum, sağcıyım” ya da “Ben kimlikler dışı davranıyorum” demek gibi, medyanın veya popülist siyasetin ihtiyacı olan kavramlar onu açıklamaya yetmiyor. Buradan bakarsan, henüz Ekrem Bey ile ilgili böyle bir bilinirlik, tanınırlık, sempati ya da “Onu izleyelim” ilgisi ve merakı var. Ama “Onu rehber olarak kabul ettiler, büyük kitleler arkasına düşer’’ demek mümkün değil. Henüz bunu zaten sorgulamak da doğru değil.

Tabii bir de Mansur Yavaş var. Orada ilginç bir olay oluyor. İmamoğlu’nu ilk andan itibaren cumhurbaşkanlığı –ya da başkanlık diyelim, değil mi? Daha doğru– potansiyeli atfedildi. Mansur Yavaş hiç öyle telaffuz edilmedi. O da kendisini hiçbir zaman o şekilde telaffuz etmiyor. Israrla “Ben Ankara’nın belediye başkanıyım, herkesin belediye başkanıyım” diye ifade ediyor. Ama benim gözlediğim şöyle bir şey var: Ben yaptığım yorumlardan sonra gelen tepkilerden biliyorum. O bunu yaptıkça, sanki Mansur Yavaş’ın daha iyi bir cumhurbaşkanı adayı olabileceği  konusunda da fikirler ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu aldatıcı mı?  

Şu nedenle çok aldatıcı. Bir kere bu tartışma için çok erken. Ama bunu tartışmaya açan da sadece medya ve vatandaş değil.  Sevgili başkanlar da, veya partinin yöneticileri de, veya partinin yakın çevresi de, veya o adayların profesyonel danışmanları da, bunu gündeme taşıdı. Halbuki bana sorarsan bu hata. Ekrem Bey seçileli daha 7 ay olmuş; İstanbul’un belediyesine, bürokrasisine, problemlerine hâkim olup olmadığı için bile zamanı ihtiyacı varken, üstelik kendi ekibi tarafından, “Ülkenin Cumhurbaşkanı adayı” diye lanse edilmesi hiç şık değil, doğru da değil.  Bence tartışmayı bugünden yapmak bu açıdan yanlış.

Kaldı ki, bugün “Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunları kim çözer?” sorusu etrafından tartışmak da doğru değil.  Bu sorunları hangi ilkeleri esas alarak ve hangi hedefi gözümüze kestirerek çözeceğimizi konuşursak, doğru kadroları buluruz. Ama ortada bir realite var. Evet, bu tartışma var. Bu tartışma içinden bakarsak, Mansur Bey konusunda ben de sana katılıyorum; benim izlenimim, belki kendisine konduramadığımız kadar 4 yılda hazırlanmış. Hangi konuya el atıyorsa ya da hamle yapıyorsa, ya da hangi konunun iletişimine kalkışıyorsa, hiçbiri rastgele gibi değil. Son derece hazırlıklı gidiyor. O anlamıyla, en azından kentin problemlerine ve bürokrasisine hâkim olduğu izlenimini veriyor bir kere.  Ve kentin problemleri konusunda daha samimi, sahici olması, hazırlıkları nedeniyle imaj konusunda da öne geçmiş durumda.

Ekrem Bey ise, bir yandan hükümetin zorlaması, bir yandan da kendi tercihiyle, Kanal İstanbul gibi konularda hükümetle doğrudan itişmek gibi bir pozisyonda. 

Peki, bu doğru muydu?

İlk yıl için doğru değildi. İktidar zaten yeterince hata yapıyor.  Örneğin Kanal İstanbul gibi bir mesele — tıpkı 31 Mart’tan önce iktidarın beka meselesini açması gibi. Dolayısıyla, Ekrem Bey bir şey yapmasa dahi, muhalif blok konsolide oluyor ve orada bir muhalefet enerjisi ürüyor. Onun için sadece hayatın akışının içerisinde bile o muhalefet enerjisine önderlik etmek yeterli. Ama onu bütünüyle kendi hesabına dönük kullanmaya kalkışmak… Gerçi, Ekrem Bey’in öyle bir niyeti var mı? O da tartışılır elbette. Sonuç olarak, Ekrem Bey ülkenin, medyanın ve hepimizin, tartışmanın gündemine hep hükümetle olan meseleler üzerinden giriyor. Henüz İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne dair yaptıkları –ki mutlaka bir şeyler yapıyorlar; yolsuzluk, israfla ilgili geçmişe dönük başka şeyler de mutlaka yapıyorlar, yaşıyorlar, gözlüyorlar, ele geçiriyorlar ya da öğreniyorlar– ama henüz o konularla ilgili çok gündeme gelmiyor. Gündem Tayyip Erdoğan ve Ankara’yla itişmesi üzerinden. Böyle erken pozisyon almak Ekrem Bey’i yıpratır — bu bir. İstanbullu kaybeder; çünkü bir yandan da İstanbul’un devasa sorunları var, sadece Kanal İstanbul’dan da ibaret değil. Hükümetin İstanbul’u ya da bütün yerel yönetimleri kısıtlama çabaları da meydanda. O yüzden bence, partinin ya da CHP’nin, büyükşehir belediye başkanlarının, hükümetin politikalarına karşı daha ortak bir tavır almaları lâzım. Daha doğrusu CHP’nin ortak bir tavır ve politika geliştirmesi lâzım. Dolayısıyla bunu sadece kişilere bıraktığın zaman, Mansur Bey için de, Ekrem Bey için de, diğer belediye başkanları için de bu giderek sorunlu bir hale dönüşür. Çünkü insanlar önce sadece kentin hizmetleri üzerinden onlara not verecek değil, doğru. Yerel seçimlerde de yalnızca kentin çöpünün toplanması için oy vermedi kimse. Türkiye’nin gidişatı için oy verdi. Bu da doğru. Ama bu arkadaşların her birinin seçmendeki kredisi için, önce ayaklarını basacakları bir sağlam başarı hikâyesine ihtiyaç var. O başarı bir kere hizmetten geçiyor. Önce seçildikleri görevdeki başarılarından geçiyor. O başarı yetmez ama gerek, şart. O başarıyı üretmeden, sadece dille, yüksek siyaset, ulusal siyaset aktörü olmayı hedefliyorlarsa, bence yanlış yapıyorlar.

“CHP’nin siyaset üretmesi” dedin. Ben birkaç yayında da vurguladım; Kılıçdaroğlu bir şey deniyor ve başarılı oluyor gibi geldi bana. Hatta muhalif cenahta “Kılıçdaroğlu’ndan bir şey olmaz” diyen de çok var. Ama 31 Mart ve 23 Haziran sonuçları ve hatta ilk referandumdaki o kıl payı meselelerinde, son dönemde özellikle vurguladığı ilginç bir ittifak stratejisi izliyor. Buna İYİ Parti’yi, Saadet Partisi’ni katıyor; son seçimde HDP’yi kattı. Ama ilginç; HDP ile İYİ Parti’yi yan yana getirmeden ikisinin de oyunu kendi adaylarına alabildi. Bu çok büyük bir maharetti. Hatta iktidar da buradan vurup, oyunu bozmaya çalıştı; ama olmadı. Şimdi de “Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu yan yana gelmese bile, biz onları bir ittifakta yan yana durmadan, yan yana getirebiliriz” gibi bir iddiaları da var. Kendisinin iktidarı yerine, bir blokun, ittifakın iktidarı üzerine kurguladığı bu strateji, sence başarılı olabilir mi?

Olabilir. Bugünkü reel politika açısından bakınca, kendileri açısından da doğrusu o. Ama ideali bu mu? Değil. Yani şunu demeye çalışıyorum: Kemal Bey başarılı mı? Deniz Baykal zamanında CHP %20-22 bandına kilitlenmişti; sekiz seneden sonra şimdi de Kemal Bey döneminde CHP %24-27 bandına kilitlendi. Bu %51’lik bir oy ihtiyacının gerektirdiği bir sistem içinde %30’u bile aşamamış ve %30’u bile aşamayacak olduğunun seçmeni tarafından da, örgütü tarafından da kabullenilme hali, bana sorarsan başarısızlık. Ama bir yandan da, onlar ya da Kemal Bey şöyle bakıyor herhalde: “Madem ki 2018 Haziran seçimlerinden beri durum bu ve ötesine de maharetimiz yetmiyorsa, o zaman sayısal olarak nasıl bir ittifak düzeni içinde bunu sağlarız?” Bu da reel politika açısından gerçekçi bir yöntem. Oyları itibariyle, muhalefet blokunun bir arada durmasının ve muhalefet blokunun doğru stratejiler üretmesinin önderinin CHP olması beklenir. Çünkü İYİ Parti, HDP’in de dahil olup olmayacağı –daha doğrusu HDP arzulu ve kabulleniyor, ama İYİ Parti’nin blokajını aşamıyor–, Saadet Partisi’nin oy oranı belli.  Davutoğlu ve Babacan’ın partilerinin ne olup olmayacağı belli değil. Dolayısıyla %51-49 iktidar lehine olan o kilitlenme halinin, muhalefet lehine döndürülmesinin yolu böyle bir geniş ittifaktan geçiyor. Ama o geniş ittifakın, topluma bunu ne adına ve niçin yapıyor olduklarını nasıl anlatacakları meselesi çok kritik.

Ve “Nasıl?”ı da var. Ortak aday filan bunların hepsi çok önemli.

Tabii aday meselesi önemli. Ama asıl ne için bir araya geldiğini topluma anlatmak. 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ittifak vardı. İttifak için yaptıkları 4 maddelik protokol vardı. Ama hiçbiri, ne Muharrem İnce, ne Meral Akşener, ne Kemal Kılıçdaroğlu, ne Temel Bey –gerçi bir tek Temel Bey biraz sahip çıktı– o dört maddeyi topluma anlatmadılar bile. Bu ittifakı sadece Tayyip Erdoğan seçilsin/seçilmesin ekseninde kurarlarsa başka bir sonuç çıkar. Sadece AK Parti’nin arzuladığı gibi, “yerli ve milli olanlar/ olmayanlar” diye bir eksenin içine yerleşirse başka bir sonuç çıkar. Bu ittifak, “Parlamenter sisteme olduğu gibi geri dönelim”le “Başkanlık sistemini sürdürelim” eksenine oturursa, seçmenin tepkisine göre, sayısal olarak başka bir sonuç çıkar. Ya da “Yepyeni bir hayatı bir arada inşa edelim” diyenlerle, “Hayır. Böyle merkeziyetçi bir devlet düzenini sürdürelim” diyenler de bir eksene oturursa, başka bir sonuç çıkar. CHP ve ittifakın diğer aktörleri, bunu hangi eksene oturtacakları ve niçin bir araya gelecekleri konusunda, hem kendi kafalarını, hem de o işbirliğinin biçimini ve sonra da bunu topluma nasıl anlatacakları meselesini netleştirmeleri lâzım.

Ama sonuç olarak görünen şudur: Bugün, iktidar bloku ciddi biçimde oy kaybediyor. Bunun bir sürü sebebi var; dış politikadaki gelişmeler de var tabii. Ama asıl, sürmekte olan ekonomik sarsıntı, işsizlik, enflasyon… Reel hayatla, siyaset arasında müthiş bir yarılma var. Halbuki AK Parti 2002’de iktidara gelirken en büyük itirazı buydu. Ve gerçekten bu yarığı gidermek için de örgütler, yerel yönetimler bir sürü şey yaptılar. Ama bugün geldikleri noktada tümüyle tersine hareket ediliyor. Sokaktaki insanların, işsizlik, ekonomi, geçim, eğitim ve sağlık ihtiyacı gibi reel gündemleri var. Hükümet’in ve Cumhurbaşkanlığı’nın önündeki gündem ise bambaşka. Evet, bu kopuştan dolayı seçmen oradan çözülüyor. Dolayısıyla, Kanal İstanbul, Libya ve Suriye’ye askerî harekât meseleleri gibi tartışmalar, iktidar blokunun seçmenini ya da %49 olan karşı blok seçmenini kaale almıyor olduğundan daha çok, onları ikna edemeyeceğini kabullenmek ve onları ikna edemeyeceğine göre %51’i, altında monoblok tutmak için konsolidasyon politikası, dili, siyaseti… Ama o hamaset çalışmıyor pratikte. Çünkü o insanlar, sizin mitingdeki o söyleminizi, kahramanlık destanlarınızı dinleyince heyecanlanıyor elbette. Ama o mitingden çıkıp evine giderken markete girip ekmeğini, pirincini aldığında gördüğü bir gerçeklik var: Yarın sabah “İşe gidiyor muyum?” diye uyandığında, “Hangi işe gideceğim?” diye karşılaştığı bir işsizlik gerçeği var. Dolayısıyla o hamaset çalışmıyor. Örneğin, Barış Pınarı Harekâtı’nın, AK Parti ya da iktidar blokuna bütün etkisi, 1,7 puan oldu.  O da 1 ay sonra geri döndü zaten.

Ama muhalefet blokunun bir şansı var. Bu bloktan çözülen ama henüz bir yere gidemeyenler… ki gitmeme sebebi de, henüz orada ülkenin geleceğine dair bir hikâye, bir inandırıcılık ya da bir rehberlik, hayal, iddia, bir ortak hayat görmemesidir. O nedenle, Kemal Bey’in, ittifak görüşmeleri kadar, geçen hafta T24’te yaptığı sohbette söylediği o muhafazakâr dünyayı anlama çabaları daha anlamlı. Ama onun da yine iki bacağı var. Tamam, CHP bir anda %40’a çıkamayacağını kabullenmiş olabilir. “Öbür tarafı anlayalım” diyebilir. Peki. Ama öbür taraftan oy almanın yolu, sadece Mehmet Bekâroğlu gibi adaylar bulundurmakla olmuyor. Partinin kendi kurumsal aklının ve kendi geleneksel tabanının da dönüşmesi, dönüştürülmesi lâzım. CHP’nin bunu yapabilmek için, önce yeni insanlarla, yeni bilgiyle, yeni fikirlerle ilişkisini yeniden tanımlaması, beslenme kanallarını açması lâzım. Parti örgütünün içinde bu tartışmaları açması lâzım. Halbuki gayet disipliner bir biçimde, her şeyi yine merkezden yapıyorsunuz. Bugün hükümeti eleştirdiğiniz bütün o merkeziyetçi politikalar, kendi partinizin içinde de aynen böyle çalışıyor. Ama benim kızlarıma “Gelin benim partime katılın” diyorsunuz. Gelmiyorlar. Oradan da yenilenme çıkmıyor. Bütün bu analizlerden sonra ne yazık ki şu gerçekle karşılaşıyorsunuz: “Peki, ortak aday kim olsun? Babacan mı olsun? Abdullah Gül mü olsun, Ahmet Bey mi olsun? Kemal Bey mi olacak? Ekrem Bey mi olacak?” Ben de şuna inanıyorum ve samimi fikrim odur ki: “Türkiye’nin sorunlarını kim çözer?” tartışmasından bir çıkış yok. Sorun “Kim” meselesi değil. Sorun, hangi ilkeleri esas alarak, hangi hedefe doğru ortak hayat inşa edip etmeyeceğimiz meselesi. Bu tercihi tartışmadan ve bunun üzerinde toplumsal bir uzlaşma yaratmadan, ya da büyük seçmen kitlelerinin uzlaşmasını üretmeden, o tartışma sürecinin üreteceği adayları, örgütleri, partileri beklemeden… Davutoğlu ve Babacan meselesinin de handikapı bu. Kimse böyle bir tartışmayı açmak niyetinde değil. Kimse, kendi içinde parti içi demokrasi meramında değil. Oy hesabı ve siyasî mühendislik üzerinden yürüyor iş. O zaman da hep hayal kırıklıkları baskın oluyor.

“İktidar bloku çözülüyor, oy kaybediyor” diyoruz ama, hâlâ bir gücü var. Devlet imkânları ve potansiyeli de var. Karşı tarafta da ağır basan eğilim, güçlü bir ittifak oluşturmak. Dolayısıyla, Erdoğan şu ya da bu şekilde, o ittifakın oluşmasını engellemek ya da o ittifaktan bazılarını yanına çekmek gibi girişimlerde bulunacaktır herhalde.

Tabii. 2020 bununla geçecek. Benim 2020 yılına dair beklentim, siyasetin, incir çekirdeğini doldurmayacak ama son derece sert tartışmalarla geçeceğidir. Muhalefet blokundan konuştuk, ama iktidar bloku tarafından da bakalım. İktidar blokunda AK Parti de, MHP de rahat değil. Kaldı ki, iktidar bloku sadece AK Parti ve MHP’den de ibaret değil. Devlet bürokrasisinin, sivil ya da askerî bazı unsurlarının grupları da, ittifakın görünen veya görünmeyen ortakları. Burada, nasıl muhalefetin bir monoblok haline gelip gelemeyeceği tartışması varsa, öbür tarafta da aynı tartışma var. Orada, bütün aktörler bu taraftaki kadar aleni ve açık olmadığı için, kapıların arkasında ne pazarlık dönüyor bilmiyoruz. Örneğin, “FETÖ’nün siyasî ayağı ortaya çıksın” tartışması kime yönelik? AK Parti’ye mi yönelik, CHP’ye mi yönelik? O da belli değil. Dolayısıyla, iki tarafta da, bu bloklar arasında ve blokların kendi içindeki gerilimler nedeniyle ve hâlâ da oyun kurucu olarak gündemi de belirleyen Tayyip Erdoğan olduğuna göre, onun hamleleri önemli. Onun hamlelerine baktığımızda, bütün düğmelere aynı anda bastığı kanaatindeyim. Buna, CHP’yi ve HDP’yi kriminalize etmek veya Selahattin Demirtaş’ı mümkün olabilecek en uzun sürede hapiste tutmaya çalışmak, İYİ Parti’ye çengel atmak ya da Davutoğlu ve Babacan’ı hedef almak da dahil. Gerilim, daha başlangıçta, “Halkbank’ı dolandırmaya kalktılar” cümlesiyle başlıyorsa, 18’nci cümleye geldiğimizde seviye nereye gelecek bilmiyorum. Tayyip Bey herhalde şunu tercih ediyor: Bu tarafta, kendi blokunu bir arada tutsun. Bunu da, dış politika hamleleri üzerinden bir ittifak kurarak ve içeride de siyasî alanı daraltan, sola ve Kürtlere daha sert davranan, sivil toplum alanını mümkün olduğunca kısıtlayan, muhalefetin ihtiyacını ya da medyanın söz alanlarını olabildiğince daraltan bir politikada, zihnen ortak görünüyorlar. Orada bir konsolidasyon var gibi görünüyor. Ama Tayyip Bey için en yararlı olan şey, bu tarafta, HDP’nin ayrı, CHP’nin ayrı, İYİ Parti, Saadet Partisi, Babacan, Davutoğlu’nun partisinin, her birinin ayrı ayrı, kendi kimliklerinin kendi ittifaklarını ürettiği ve bu kimlikler siyaseti içinden de buradaki muhafazakâr-milliyetçi kimliğin iki ana damarını bir arada tutarak, her halükârda %50, %50,5’u yakalayacak bir sonuca oynamaya çalışıyor Tayyip Bey diye görüyorum. Bu gerilim böyle sürecek gibi görünüyor. Ha, sonuçta ne olur? O ayrı.

Bu arada, Erdoğan’ın, kendi dokunulmazlığını, makamını koruyarak, Başkanlık Sistemi’nden tavizler verip, bir tür Türkiye koalisyonu gibi bir şeye yeşil ışık yakabileceği telaffuz edildi; ama kısa süreli bir spekülasyon oldu bu. Sonrasında pek de ısrar edilmedi. Çünkü şöyle bir şey var: Ben bugün Erdoğan’ın dönüşüm öyküsü ile ilgili bir yayın yaptım; Erdoğan’ın ilk başladığı zamanki halini, sistemle savaşını, sistemin aktörlerini ve Erdoğan’ın pozisyon alışını düşün. Şimdi Erdoğan sistem oldu. O aktörlerin hepsi Erdoğan’ın yanında. Karşısındakilere, zamanında kendine yapılanları yapmaya çalışan bir Erdoğan var. Ama bu bize aynı zamanda şunu da gösteriyor: Erdoğan çok pragmatist bir siyasetçi. İttifaklarını, yörüngesini, dilini sürekli değiştiriyor.

Şimdi de yapabilir.

Hâlâ böyle bir kapasitesi, kabiliyeti var mı sence?

Eski kapasitesinde değil. AK Parti dediğimiz örgüt de artık eski bildiğimiz örgüt değil. Onun için, sokaklarda eski gücünde değil. Örgüt yapısı veya kendi danışman kadrosu, bu yönetim yapısı, sokaktaki sade bireyin dertlerinden giderek uzaklaştığı ve insanların reel gündeminden koptuğu için gerçeklikten de kopuyor. Bir yandan da, gerek 15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ vesilesiyle, gerek kendi içine kapanma paranoya çabasıyla, bürokratik kapasite de son derece düşmüş durumda. O yüzden, gerçekleri sayısal olarak ne kadar izliyorlar, ayrı konu. Veya o kaslar, bacaklar, kollar, zihnen akıl edilen taktiklere, stratejilere ne kadar ayak uyduruyor, o da ayrı konu. Çünkü karşısında eski, inançlı il, ilçe başkanları yok. 1 sene boyunca İstanbul’un 4 milyon evini kesintisiz olarak dolaşan inançlı kadın teşkilatları da yok. Dolayısıyla, ne evlerdeki, sokaklardaki gerçek problemleri duyabiliyorlar ne de kendi hayal ettiklerini uygulama kapasiteleri var. Ama yine de siyaset tarzına baktığımız zaman, şunu duysam şaşırmam: Diyelim, bir ekip, İYİ Parti ile görevlendirilmiş. “İYİ Parti’yi karşı bloktan nasıl koparabiliriz, nasıl bu tarafa çekebiliriz?” diye kafa yoruyordur. Bir ekip de, CHP’deki başka bir alt ekiple, “Başka bir uzlaşma yolu mümkün mü?” diye uğraşıyordur. Buna hiç şüphem yok. Nerede uzlaşabilirler? Çünkü ortada da bir başka problem var: Başkanlık Sistemi diye bir sisteme geçtik. Ve o yeni nizama uygun mekanizma tamamlanmış değil, hatta yarılanmış bile değil. Eski mekanizma çalışmıyor, ama yeni mekanizma da yok. O nedenle, AK parti içinde zaman zaman “Acaba, Başkanlık Sistemi yanlış mı oldu?” tartışmaları oluyor. Ben bütün bunları bir kamuoyu yoklaması olarak anlıyorum. Yani “Başkanlık Sistemi’nden Yarı-Başkanlık sistemine dönelim”. Tabii hangi konularda geri adım atılır bilemem. Böyle bir yerde ama seçimi de %15 şartından çıkararak ya da başka birtakım düzenlemelerle, CHP ile ya da bu taraftaki ittifakın bazı unsurlarını, İYİ Parti, Saadet Partisi, Davutoğlu ve Babacan’ı da buraya çekmek için “Böyle bir ortayol bulalım mı?” arayışı da, eski düzeyinde veya temas antrenmanı düzeyinde vardır. Burada bir sorun yok, siyaset böyle yürüyor. Ama bunun gerçek olması ne kadar yakın ihtimaldir ondan emin değilim. Ve özellikle, biraz önce sözünü ettiğim, Devlet Bey’in birdenbire, son 1 ayda, “Siyasî ayak ortaya çıksın” çıkışlarının altında, belki de o temasları kesmek çabası da var.

Hatırlarsan, seçimin ardından Erdoğan, “Türkiye İttifakı”nı telaffuz etmişti. Devlet Bahçeli hemen devreye girip, Cumhur İttifakı’nı vurguladı. Erdoğan da “Türkiye İttifakı” sözüyle,  Cumhur’a diğer unsurların katılmasını kastettiğini söyledi.

Evet. Dolayısıyla, şimdi yaptığımız gibi, incir çekirdeğini doldurmayacak bu tip tartışmalar bu senenin gündemi olacak. Çünkü Türkiye’nin geleceğini bu ittifak kombinasyonlarının nasıl geliştiği belirleyecek. Ama şu anda görünen, henüz radikal bir biçimde bu ittifak kombinasyonlarını değiştirecek bir hamle ya da başarıya ulaşmış bir hamle yok. Ama bu gerginlik sürecek. Çünkü şöyle bir durum var: Babacan ve Davutoğlu yarım oy da alsalar, 1 oy da alsalar, 2 oy da alsalar –öncelikle Davutoğlu iktidar blokundan oy alacak; Babacan da 2 oy alıyorsa, birini iktidar blokundan, diğerini muhalefet blokundan alacak–; dolayısıyla, ikisi toplamda 4 oy alsalar da, üçer partiden gideceği için, bu, iktidar blokunun kaybetmesi anlamına gelir. O nedenle süreç oldukça sert gidecek.

Ama ben seçmen gözünden şunu söyleyebilirim. Seçmendeki kopuşlar şöyle: Şimdiye kadar kimliğinden, dindarlığından, eğitiminden, hayat tarzından, geçmişteki başarı hikâyelerinden veya sosyal politikaların sonucunda, şu veya bu biçimde, iktidarın çevresinde oldukça büyük oranda ve uzun bir sürede yan yana doğmuş büyük kitle, tıpkı bu bardağın içindeki suya buz attığımızda yavaş yavaş erimesi gibi erimeyecek. C vitaminli aspirin gibi erimeyecek AK Parti. Hani o filmlerde gördüğümüz, Kutuplardaki buz dağlarından, bir yarık başlıyor ve büyük bir buz kitlesi kopuyor, AK Parti’de de tıpkı o buz kitlesi biçiminde kopuşlar olacak.

Erdoğan’ın, kendisinden kopacak olanlara karşı en büyük argümanı, kendisinin kaybetmesi durumunda onların da kaybedeceğini söylemesi, hatta yerine gelecek olanların onlardan hesap soracağını söylemesi.

Korkutuyor.

Yakın bir zamanda AKP iktidarı ile merkeze taşınmış kitlelerin, böyle bir ihtimalden korkması çok doğal.

Tabii çok doğal. Somut bir sayı söyleyeyim sana. Daha abonelerin görmediği 2-3 Ocak araştırmasının bulgularına göre, Ocak ayında geliri giderinden eksik olmuş insan sayısı %29. Yani Aralık ayında, her 100 evin 29’u, geliri giderinden eksik yaşamış. Ama bir yandan da, sadece bu %29’dan ibaret olmayan başka bir %30, şu anda yürümekte olan kamu veya yerel, sosyal devlet politikalarından yararlanıyor. Tabii ki o korku bu insanlar üzerinde çalışıyor. Yani, “Ekrem İmamoğlu gelince belediyedeki o yardımları kesecek” dersen, “Mansur Yavaş seçilirse hepinizi görevden atar” dersen, tabii ki o insanlar için bu korkunun gerçekçi tarafı var. “Türbanlıları artık kamuda çalıştırmazlar, üniversiteye gidemezler” söylemine kadar gidiyor bu. Ama artık oraları geçtiğimizi sanıyorum.

Şimdi bir yandan bu, biraz önce konuştuğumuz, seçilmiş yeni yerel yöneticilerin ve CHP’li başkanların o politikalar konusunda ne kadar kararlı ve yeni hamle yaptıkları önemli. Zaten başarıları da sadece onları sürdürmek olamaz. Oradan geriye gitme ihtimalleri de yok zaten. İstanbul Belediyesi 100 bin eve süt dağıtıyorsa, Ekrem Bey bunu 90 bine düşüremez. 100’ü mutlaka dağıtacak zaten. Onlardan başarı diye beklenen, 100’ü aynen dağıtması değil. Bu insanların gönlünü çalmak demek, bu insanların önüne –ki sadece muhafazakârların değil, hepimizin önüne– yeni bir kentli hayatın mümkün olabildiğini göstermek. Başarı oradan çıkar. Başarı sadece var olanı sürdürmekten çıkmaz. Eğer bunu yeteli sanırlarsa yanılırlar. Çünkü onu zaten AK Partili insanlar gördü ve öğrendi. Oradan sana artı yazacak bir şey yok. Sen onu sürdürmekle mükellefsin. Başlangıç noktan o. Bundan öteye ne götüreceksin? Bundan öteye götüreceğin şey de, Hükümet’in mali kısıtları, Hazine’nin sana dış krediler konusundaki engellemeleri ortada olduğuna göre, senin yeni bir kentlilik, yeni bir ortak yaşam, sokakta yeni bir başka hayatın mümkün olduğunu gösterecek başka politikalar üretmen lâzım. Benim CHP’li belediyelerin hepsinde gördüğüm temel eksiklik budur. Hâlâ başka yerde uğraşıyorlar gibi geliyor bana.

Bu tarafa dönersek, bu korku bir yere kadar çalışıyor; ama insanlar, o belediye başkanları veya mekanizmalarıyla kolay bozulmadığını gördükçe, o zaman da iş “Bütün dünya Türkiye’yi bölecek, CIA bütün partileri yönetiyormuş” gibi daha büyük, ulvî korkulara döndü. Bu büyük korkular ne kadar çalışır? Ekonomik sarsıntı sürüyor olmasaydı, AK Parti bir ekonomik başarı ile bunu eşleyebilse, bu ekonomik politikaların bir miktar daha geçerlilik alanı var. Ama ekonomi politikalarına baktığınız zaman orada da somut bir hamle göremiyoruz doğrusu. Ya da belki biz anlamıyoruz. Ama orada bir başarı gelmezse, bu işsizlik oranının, enflasyon oranının sürdüğü koşullarda, o korkutma politikası çalışmaz. Tıpkı, Barış Pınarı Harekâtı’nın üreteceği ulvî başarının oy getirisinin de çalışmayacağı gibi. Anlık meseleler olabilir, ama AK Parti yeniden oradan yeni bir iktidar devşiremez. Bütün dünya Türkiye’yi bölecekmiş, CIA bütün partileri yönetiyormuş…

HDP’ye gelecek olursak; HDP deyince, Demirtaş’la başlayıp Demirtaş’la bitiriyoruz sanki — ki Demirtaş da cezaevinde. Bu HDP için bir sorun mu yoksa bir fırsat mı?

HDP’nin tek başına sorunu da fırsatı da Selahattin Bey’den ibaret değil. HDP’nin birkaç handikapı var. Tabii ki şunu kabul ederek konuşuyoruz. Hükümetin politikaları belli. HDP’nin kaç yerel yöneticisi tutuklanmış, kayyum atanmış, bütün bunları biliyoruz. Ama HDP’nin yapıp yapamayacakları bundan ibaret değil ki. HDP’nin, Türkiye partisi olma yolunda bir iddiası vardı. O iddianın îmâ ettiği şey, ya da Ahmet Şık, Garo Paylan, Erol Katırcıoğlu ya da Hüda Kaya gibi insanların katılımının beklenen sonucu, HDP’nin de kendi içinde bir demokratikleşme, bir çoğulculaşma hamlesi yapacağı ve kendini, hükümet ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın, ne kadar dayatırsa dayatsın, Kürt meselesinden öteye, Türkiye meselesine doğru taşıyacağı bir zemin yaratması. Bu, hükümetin tutuklamalarından, hükümetin engellemelerinden, medya kısıtlamalarından dolayı olamadı, tamam. Kendi içinde şu tartışmayı yaptı mı ya da böyle bir dönüşüm yaşandı mı? Suriye diye bir şey yaşandı. Irak’ta bağımsızlık diye bir şey yaşandı; ama hayat öyle çalışmadı. Bütün dünyanın, sadece Suriye’de IŞİD’le mücadele üzerinden, bir eliyle PKK’ya destek olurken, zihninde ve gönlünde artık silahlı mücadeleyi meşru görmeyeceği çok açıkken, değişen bütün bu paradigmalara rağmen, HDP’nin –PKK ile ilişkisi anlamında geleneksel bir şey söylemek istemiyorum– bölgenin, Türkiye’nin ve dünyanın geleceğine dair başka bir vizyonu tartışması gerekirdi. Hiç olmazsa öyle bir tartışma üzerinden öyle bir çoğulculuk arama şansı olabilirdi. Ama bunlar da yapılmadı. O zaman da geri dönüp sadece “Kim genel başkan olsun? Yerelde kimlerle, hangi sol örgütlerle, kimliklerle ittifak yapalım?” tartışmasına kilitlendiği zaman bir yere gidilemiyor. Ama bir yandan da şöyle bir gerçek var: Ne kadar sıkıştırırsanız sıkıştırın, kendini Kürt olarak tanımlayan yurttaşlarda çok temel bir zihni dönüşüm var. HDP ne yaparsa yapsın, Kürtlerin en az %70’i, HDP’ye veya ardılı, öncülü partilere oy verecek. Ekoloji politikalarını anlayıp onayladıkları için ya da PKK’yı onayladıkları için değil, “Kürt kimliği bunu hak etmiyor” diye baktıkları için oy verecek. HDP, Kürt sosyolojisi içindeki bu değişimi bile anlamaya çalışıyor mu ondan emin değilim. Kürtler de tıpkı Türkler gibi metropolleşiyor. Metropolleştikçe, zaten sosyolojik olarak aşiret bağı, şıh bağı, Kürt bağı eskisi gibi çalışmıyor. Değişen bir sürü şey var. HDP bunları anlamak için çaba gösteriyor mu? Ondan emin değilim. Yerel, pratik siyaset üzerinden bir sürü tartışmayı, eğrisini doğrusunu konuşabiliriz; ama asıl ihtiyaç burada değil. Asıl ihtiyaç, HDP’nin de, gerçekten kimliğe mahkûm olmayan başka bir siyaset üretmeyi mümkün kılacak hamleyi yapıp yapmadığı ya da bu arayışı gösterip göstermediği. O arayışı gösteremediği görünüyor. Aksine, Erkan Baş, Barış Atay gibi birtakım insanlar da geri dönüp kendi partilerine dönüyorsa, sağlıklı gitmeyen bir şey var ortada demektir.

İbrahim Uslu, Kürtlerde sağ partilerin iyice eridiğini ve CHP’nin bir şekilde Kürtlerle ilişkisini artık iyice rehabilite etmekte olduğu tespitini yaptı. Ama ben bunu şöyle görüyorum: CHP, birçok Kürt’ün kafasında artık ikinci parti sanki. Ne kadar rahatsız olsa da, beklentilerini karşılamasa da, hâlâ öncelikli tercihi HDP gibi görünüyor.

HDP’li bir Kürt’ün, en son, Haziran seçimlerine gelene kadar, öncelikli tercihi HDP olanların bile ikinci tercihi, kararsızlık veya AK Parti’ydi. Şimdi, hükümetin, AK Parti’nin ve Tayyip Bey’in, ikinci Barış Süreci’ni bozduktan sonraki o sertlik ve izlenen politikalar, tümüyle devletin güvenlikçi bakışı, devletin asker veya sivil bürokratlarına teslim edilmiş bölge meselesi vs. bütün bu yaşananlardan sonra, artık öyle değil. AK Parti’nin tabii ki hâlâ bir tabanı var orada. Ama AK Parti şu anda 100 Kürt’ün en fazla 26-27’sinin oyunu alabilecek — ki bir dönem 50’sinin oyunu alabiliyordu. Ama yeniden 40’nın oyunu alma ihtimali yoktur. O nedenle, “Her halükârda HDP’ye oy verecekler” diyorum. Ama HDP’nin kısıtları devam ettiği sürece ya da 23 Haziran’da İstanbul’da olduğu gibi aday olmadığı sürece, insanlar kızacak, bir kısmı sandığa eksik gidecek, katılmayacak, evet, CHP bu şekilde oy alabilir. Ama CHP bu mecburiyetçilik haline yaslanırsa, Kürt meselesiyle ilgili ne yapacağı konusunda hiç kafa yormadan HDP’yi bu ittifakın mecburcusu sanarak devam ederse, kaybeder. Çünkü hayat öyle olmayabilir. AK Parti’ye oy vermeyebilirler, ama sandığa gitmedikleri zaman da sonuç değişmiyor. Kürtler’in, cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptıkları gibi, sandığa gelip, muhalefetin ittifak adayına oy vermeleri gerekiyor  %51’e ulaşmaları için.  O yüzden CHP, Kürtler’i yok sayarak, Kürtler’i veya Kürt siyasetini bu ittifaka oy vermeye mecburcu sayarak davranmak veya bütün bu bölgede, dünyada, Kürt meselesi üzerine yeni bir siyaset üretmekten kaçınarak bu işten sıyrılamaz. O iş öyle kategorik çalışmıyor. “Bu seçenek bu seçmenle olmuyor, öbür seçmene giderim nasıl olsa” gibi değil.

Sonuçta 2020 yılının, sert ve kısır ittifak tartışmalarıyla geçeceği belli.

Evet. Ekonomik gerilimler ve dış politika meseleleriyle de.

Peki, bunu kim nasıl bozabilir? “Şu parti ya da şu kişi, şöyle bir pozisyon alırsa bu kısırlığı aşabilir” diyebileceğin biri var mı?

Birincisi, bu kısırlığı gençler bozacak. İkincisi, yerelleşmekte olan sivil toplum bozacak. Yani “Dağlardaki çoban ateşleri” diyorum ben. Birincisi, ulusal siyasetteki kısıtlamalar, hükümetin siyasî alanı daraltma çabaları nedeniyle; ikincisi, ulusal düzeydeki birtakım ulvî sivil girişimlerin, beklenen başarıları biriktirmek konusundaki zaafları; üçüncüsü, yine ulusal düzeydeki sivil toplum aktörlerin, tıpkı eleştirdikleri partiler kadar kendi örgüt içi demokrasilerinin olmaması gibi bir sürü sebep nedeniyle, sivil toplum yerelleşiyor. Cerattepe’de ya da Yırca Köyü’nde zeytin ağaçlarına sarılan köylü teyzeler veya Kaz Dağları’nda bu soğukta bile yatıp kalkıp orayı korumaya çalışan gençler başka bir enerji üretiyor. Bu gerilimleri sadece Türkiye’de konuşmuyoruz, dünyanın sıkıntısı da benzer. Dolayısıyla hepimizin onurlu insan hakkını savunan yepyeni bir hareketin, sadece “Parti kuruyorum” diye yola çıkarak değil, dağlardaki o çoban ateşinden yükseleceğini umuyorum. Bu, işin ideal hali. Ama pratikte, iktidar blokundaki ittifakın, görünen, görünmeyen oyun ortaklarından bir tanesinin artık pozisyon değiştirmesi. Kendilerince, geldikleri pozisyonu yeterli gördükleri noktada, oyun bir anda değişebilir.

En başta bahsettiğimiz o 37 seçmenle ilgili konuşmamıza geri dönerek bitirelim. Benim gördüğüm şey şudur: 28 Şubat, 1999 Marmara depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizleri. Türkiye toplumu, o 4 yılın sonunda, karşısında Kemal Tahir romanlarındaki gibi bir devlet olmadığını gördü. Aksine, kof, bir sürü zaafları olan bir devlet var. Sadece devleti değil, var olan bütün aktörleri –buna TÜSİAD, Doğan Medya, CHP de dahil– oyunun dışında tuttu ve onlarla güven ilişkisini bozdu. Bugün toplumun zihninde, AK Parti de dahil var olan bütün aktörlerle yeni bir güven sıralaması yapmaya yaklaştığı gibi bir kanaatim var. O 37 kişinin asıl anlamı budur bence. Ama tabii ki insanlar seçimlerde önündeki aktörlere bakıyor.  Seçmenin oyu meselesi ayrı. Toplum, kendi zihin dünyasında, bütün bu aktörleri zihnen mahkûm edeceği ve güven ilişkisini keseceği bir travmatik duruma doğru yaklaşıyor gibi görünüyor. Bu, ekonomik sarsıntıyla mı olur, dış politikadaki bir zafer ya da hezimetle mi olur onu bilemem. Ama Türkiye insanı bir anda, beklemediğimiz bir tetiklemeyle, var olan bütün aktörlerle güven ilişkisini bozmuş, o gün, “Işığı yanıyor, çatısının altı sağlam duruyor” diye kimi görecekse ona gidecek. O ışıklar ve çatılar kimdir, o ayrı bir şey. Ben bu konuda kehanet ya da falcılık yapmak istemem.

Çok sağol Bekir. Bekir Ağırdır’la, yine çok keyifli, birbiriyle alâkaları ve alâkasızlıklarıyla birçok konuyu ele alan, çok verimli ve çok yoğun bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.