Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Siyasette “yeni”yi kim temsil ediyor ya da edecek?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Medyascope’ta her sabah yazı işleri toplantısında son dönemde, son günlerde hep ortaya atılan bir soru var: Ali Babacan’ın partisi ne olacak? Yoksa vaz mı geçti? Yoksa Erdoğan onun aklını mı çeldi? Aralarında sorunlar mı var? vs. şeklinde gidiyor. Ama bildiğim kadarıyla Ali Babacan partiyi kuracak. Erteleyip duruyor, ama herhalde artık çok da fazla beklemeyeceğiz gibi gözüküyor. Fakat burada şöyle bir soru var: Ali Babacan’ın partisi yeni bir parti olacak, tıpkı Ahmet Davutoğlu’nun partisi gibi; ama bu ne kadar yeni bir parti olacak? Sanki Babacan’ın partisinin bu kadar gecikmesinin en önemli nedenlerinden birisi de bu. Yani bunun tabii ki –adı üstünde– yeni bir parti olacağı muhakkak; ama herhalde eskiden ne kadar farklı olacağı, olabileceği konusunda yaşanan sıkıntılar nedeniyle bu iş gecikiyor gibi, diye düşünüyorum. Ve bildiğim kadarıyla da bu tartışmayı kendi içlerinde ciddi bir şekilde yapıyorlar. Yeni derken tabii ki ilk akla gelen aktörlere baktığımız zaman, bir tarafta Ahmet Davutoğlu ve yanında yer alan, öne çıkan isimlerin hepsi AK Parti’de değişik dönemlerde önemli görevler üstlenmiş kişiler. Şimdi Ali Babacan ve Ali Babacan ile beraber adı geçen isimlere baktığımız zaman, Sadullah Ergin, Beşir Atalay, Nihat Ergün gibi isimlerden bahsediliyor. Yeni birilerinin olacağı söyleniyor, ama bu yenilerin kim olduğu bilinmiyor. Çıktıkları zaman da kamuoyunda yeni siyasetçi algısı yaratıp yaratmayacakları da açıkçası bilinmiyor. Çünkü sizin “sıfır kilometre”, hiçbir yerde siyaset yapmamış birtakım insanları, ya da açık bir şekilde siyaset yapmamış insanları partinin vitrine koymanız, onların yeni siyasetçiler olduğu ve o partiye ve Türkiye’ye yeni soluklar getireceğinin garantisi olmuyor. Benzer bir olayı İYİ Parti olayında yaşadık. İYİ Parti’de, mâlum, ana gövdeyi MHP’den kopanlar oluşturdu. Ama bunun dışında da İYİ Parti’de bir merkez sağ parti potansiyeli gören birtakım kişiler –genç yaşlı fark etmez, ama gençler de dahil olmak üzere– yer aldılar. Ama şu zamana kadar İYİ Parti’nin yeni bir parti olduğuna, yeni bir parti olduğu kuruluş itibariyle tabii ki doğru ama yeni bir soluk getirdiğine dair elimizde çok güçlü veriler yok. Epey bir zamandır var bu parti; Meral Akşener cumhurbaşkanı adayı oldu, son yerel seçimde CHP ile ittifakla büyük başarı kazandı. Ama ilginç bir şekilde İYİ Parti’nin adayları kazanamadı, CHP’nin adaylarının kazanmasına yardımcı oldu. Ama sonuç olarak İYİ Parti’nin yeni ama Türk siyasetine yepyeni bir soluk getirmiş bir parti olduğunu söylemek çok kolay değil. Ben açıkçası böyle düşünüyorum. Ahmet Davutoğlu’nun partisi “Gelecek” adını taşıyor ve ileriye yönelik, yeniliğe yönelik bir vurgusu var. Kurucuların arasında gençler de vardı. Kadınların sayısı da normal alıştığımızdan daha fazlaydı. Ama şu âna kadar Davutoğlu’nun partisinin de yeni bir soluk getirdiği söylenemez. Hatta kurulduğundan bu yana, önce İstanbul Şehir Üniversitesi, arkasından Bilim ve Sanat Vakfı’na –ki bunlar Davutoğlu ile özdeşleşmiş kurumlar–, devletin el koyması nedeniyle bunlarla sınırlı kalmış bir parti görüntüsü veriyor. Dolayısıyla Gelecek Partisi de yeni, ama yeni soluk getiren bir parti olduğunu söylemek için henüz çok erken. Ve şimdi de sırada Ali Babacan’ın partisi var. Buradan da yeni bir soluk çıkacak mı? Şimdi şöyle düşünelim: Davutoğlu’nun partisini tartışırken ya da Ali Babacan’ın partisini tartışırken hep şunlar söz konusu oldu: Yeni bir AKP mi olacak? Yeni bir ANAP mı olacak? Sonuçta referanslar hep geçmişe yönelik oldu. İYİ Parti’yi konuşurken de hep İYİ Parti ile MHP arasındaki gerilimi ele aldık. MHP’yi aşıp aşamayacağını, MHP’nin yerini alıp alamayacağını konuştuk. Hep referanslar geçmişe. Çünkü aktörler de, en azından öne çıkan aktörler de geçmişin aktörleri. Değişik zamanlarda değişik hareketlerde siyaset yapmış isimler. Dolayısıyla yakın zamanda kurulmuş ya da kurulması beklenen hareketlerin, partilerin tek başına Türkiye siyasetine yeni soluk getireceklerinin bir garantisi yok. Yine bakıyoruz; mesela bu partiler yeni birtakım yöntemleri çok fazla hayata taşıyamadılar. Örneğin medya konusunda üzerlerinde çok ciddi bir medya ambargosu var. Çünkü iktidar her şeyi kontrol ediyor. Dolayısıyla yeni medya üzerinden kendilerine bir alan açabilirler. Ama bu konuda şu âna kadar çok etkili bir varlık gösterdikleri söylenemez. İYİ Parti kısmen bir şeyler yapıyor. Gelecek Partisi yapmaya çalışıyor, ama bence çok zayıf. Babacan’ın partisi ise Babacan’ın verdiği bir iki röportaj dışında zaten kendini medyada tanıtmamaya sanki yemin etmiş gibi bir durumda. Bu da çok garip bir durum. Yani bir medya oruçları var, kendilerini anlatma oruçları var. Babacan’ın üç ayrı söyleşisi var; ama üç ayrı söyleşi üç aşağı beş yukarı birbirinin tekrarı olan söyleşiler. Ve bunun da yeni bir soluk getirebileceği konusunda beklentinin giderek azaldığı kanısındayım. En azından benim hissiyatım o yönde. Şu âna kadar yaptıkları, az şey yaptılar ama hâlâ çok kaba deyimiyle “eski kafayla” yaptıklarını görüyorum. Ve bu eski kafayla yepyeni bir parti, yeni bir soluk getirme işini nasıl becerecekler? Açıkçası çok emin değilim. Şimdi geleceğe yönelik Türkiye siyasetine damgasını basabilecekler dediğimiz zaman –ki ben de yaptım–, şu isimleri yan yana getiriyoruz: Demirtaş, Ali Babacan, Ekrem İmamoğlu, belki Davutoğlu, çok olmuyor, belki Meral Akşener, o da çok olmuyor, esas olarak Demirtaş, İmamoğlu ve Babacan. Babacan hâlâ çok tereddütlü ve bizi hâlâ partinin kuruluşuna erteletiyor. Yani “Bir kuralım, ondan sonra konuşun” demeye getiriyor. Ama tabii ki onlar kurmayı beklerken haklarında bizim konuşmamız mecbur. Onlardan da izin alacak değiliz. Ama elimizde çok da fazla veri yok. Geri kalanlara baktığımız zaman da Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu, ikisi de partilerin –Selahattin Demirtaş daha eski, Ekrem İmamoğlu daha yeni– aktörleri. Demirtaş uzun bir süre HDP’de eş başkanlık yapmış birisi. İki kere cumhurbaşkanı adayı olmuş birisi. Dolayısıyla Demirtaş yeni bir aktör değil. Ama ilginç bir şekilde Demirtaş cezaevinde olmasına rağmen yenilik vaat edebiliyor. Bu yenilik vaadinin kendi tabanına olduğu kadar kendi tabanı olmayan kesimlerde de bir şekilde olduğunu görüyoruz. Ve ona sempati duyanlardan çok, ona antipatik yaklaşan kişilere baktığımız zaman, ondan hazzetmeyen, onu terörist gören vs., hapiste olmasını doğru bulanların tepkilerine baktığımız zaman, Selahattin Demirtaş’ta yeni, ileriye dönük bir potansiyel olduğunu görüyoruz. Diğer yanda Ekrem İmamoğlu var. Ekrem İmamoğlu gerçekten yeniyi temsil etmek konusunda şu anda en avantajlı kişi. Ama bu konuda henüz belediye başkanlığında tam olarak oturmuş olduğu söylenemez. Kanal İstanbul konusundaki performansı ve diğer konulardaki performansları ortada. Ama henüz Ekrem İmamoğlu için de konuşmanın erken olduğu kanısındayım. Tabii ki bir şeyler söylemek şart. Onda bence en önemli sorun, İmamoğlu’nun en önemli sorunu cumhurbaşkanlığı adaylığı ya da Türkiye’yi yönetecek kişi olma ile İstanbul’u yöneten kişi olma arasındaki ilişkiyi ayarlayabilme sorunu var. Bana göre var, bazılarına göre yok. Kendisine göre de herhalde yok ki bu çizgisinde devam ediyor. Bu sorunu bir şekilde çözebilirse –bu benim görüşüm tabii ki–, yenilik iddiasını çok ciddi bir şekilde koruyabilir. Bu arada tabii Mansur Yavaş da var. Mansur Yavaş İmamoğlu’nun tam tersine, “Ben sadece ve sadece belediye başkanıyım, Ankara’nın belediye başkanıyım, Ankara’nın sorunlarıyla uğraşıyorum” dedikçe, onun Türkiye siyasetinin ileriki döneminde etkili olabilecek bir siyasetçi olacağını, olabileceğini düşünenlerin sayısı artıyor. Çok ilginç. İmamoğlu’nda cumhurbaşkanlığı konusunda tam olarak olmasa bile aralık kapı bırakmak siyaseti diyelim hadi –en yumuşak tabiriyle–, ona yönelik ilgide bir aşınmaya, öteki tarafta da Mansur Yavaş “Ben sadece belediye başkanıyım” dedikçe de ilginin artışına tanık oluyoruz. Gayet paradoksal bir durum. Ama şu da var ki Mansur Yavaş da yeni bir siyasetçi değil, eski bir isim. Çok yıpranmamış bir isim. Seçim kaybetti, ama o kaybın nasıl olduğu konusu hâlâ çok ciddi bir şekilde şaibeli. Ama sonuçta dönüp baktığımızda Türkiye’deki sorun, var olan partilere yeni partiler ekleniyor ama yeni partiler eski partilerin birer türevi, kopyası ya da rakibi olarak ortaya çıkıyor. Sıfırdan bütün bunları yok sayarak, yepyeni bir parti, her şeyden farklı bir siyasî hareket yok, şu ya da bu yerde… Mesela bu konuda en çarpıcı örnek Macron’dur ve zaten Türkiye’de de çıkan, Meral Akşener’den itibaren, Davutoğlu, ama en çok Ali Babacan’a atfedilen, kısmen İmamoğlu’nu da öyle görenler olabilir, “Türkiye’nin Macron’u mu olacak?” dendi. Macron nasıl bir şeydi? Fransa’da merkezin tam anlamıyla çökmesinin sonucunda, bütün bunların dışında yepyeni bir hareket inşa etti. Kendisini merkezde konumladı; ama merkez sağın ve solun, hatta kimi zaman aşırı sağın birtakım argümanlarını almakta de tereddüt etmedi. Ve net bir galibiyetle Fransa’nın cumhurbaşkanı seçildi. Ama o günden bugüne baktığımız zaman Macron’un da aynı dinamizmi, aynı yenilik vaadini sürdürebildiğini açıkçası görmüyoruz. Fransa’yı takip etmeye çalışan birisi olarak, Macron’a ilk başta atfedilen ile, şimdi Macron’da görülen arasında çok ciddi bir fark olduğunu gözlemliyorum. Anketler de büyük ölçüde bunu gösteriyor. Yani sizin yenilik iddiasıyla ortaya çıkmanız ve insanları buna ikna etmeniz tek başına yeterli olmuyor. Ondan sonra bunu sürdürülebilir kılmanız ve adım adım bunu yapabiliyor olmanız gerekiyor. Ve bunu yaparken de tabii, –Nilüfer Göle’nin bir sözüdür bu– Türkiye’yi ya da bulunduğu ülkeyi değiştirirken, dönüştürürken kendisinin de değişmesi, dönüşmesi gerekiyor. Yani her şeyi bilen bir siyasetçi ya da bir siyasî akım ülkenin yönetimine gelip ülkeyi dönüştürüyor olayı çok fazla gerçekçi değil. Kendisi de dönüşmeye, değişmeye razı olan siyasî hareketler ve siyasî aktörler gerçekten değişimi başarılı kılabilir. Şu âna kadar bu konuda çok ümitvar olmamızı mümkün kılacak bir tablo yok. Tabii ki birtakım aktörler var. Ve yine üç isim; Demirtaş, İmamoğlu ve Babacan çıkıyor karşımıza. Ama mesela Babacan’ın Demirtaş ile ilgili söylediklerine baktığınız zaman, ikisini biz yan yana koyuyoruz ama Babacan Demirtaş’la pek yan yana görülmek istiyor gibi gözükmüyor. Bunlar nasıl hallolacak? Ya da böyle bir mesele hiç gündeme de gelmeyebilir. Türkiye’de siyaseten çok ciddi bir tıkanıklık var. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, Erdoğan sürekli kendini yenileyememenin, aşamamanın, sorunları çözememenin ıstırabını yaşıyor. Ve Türkiye’ye de bunu yaşatıyor. Ama karşısındakiler de sıfırdan, yepyeni bir siyaseti, yepyeni bir perspektifi, Erdoğan’ı aşmaya aday, Erdoğan’ın iktidarını Erdoğan’dan almaya aday bir siyaseti tam olarak gerçekleştirebilmiş değiller. Halbuki 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri Türkiye’nin yepyeni bir döneme girişinin fiilen başladığını bize göstermişti. Ama aktörler o fiilen başlangıç noktasını çok fazla başarabilmiş değiller. Burada birçok aktör için bence Erdoğan fobisinin belirleyici olduğu kanısındayım. İmamoğlu’nda da bu var, Kılıçdaroğlu’na da bu var, belli ölçülerde Meral Akşener’de de bu var. Bir Demirtaş’ta olduğu söylenemez. Çünkü o artık Erdoğan tarafından cezaevine yollanmış ve onun tarafından doğrudan mağdur edilmiş bir kişi. Erdoğan’la daha ilk “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği andan itibaren bir kopuşu yaşadı. Ve belki de o kopmanın faturası Erdoğan tarafından ona ödetiliyor. Ama onun dışındaki aktörlerin –Ali Babacan da öyle, Ahmet Davutoğlu da öyle– hepsinin Erdoğan’la gerçek anlamda bir mücadeleye girememe gibi bir sorunları var. Bu mücadeleye girme meselesini Erdoğan’la polemik olarak almamak lâzım. Kendine güvenmek ve Erdoğan’ın aslında kaybettiğine kendini –yani kendini derken Erdoğan değil, İmamoğlu İmamoğlu’nu, Akşener Akşener’i, Kılıçdaroğlu Kılıçdaroğlu’nu– ikna etmesi gerekiyor. Erdoğan artık kazanma ihtimali olan bir lider değil. Ama hâlâ onlar Türkiye’nin benim görüşüme göre oyun kurucu, ana oyun kurucu olarak Erdoğan’ı görüyorlar. Erdoğan’ın iktidarı tekelinde toplamış olması Türkiye’nin kaderini belirleyen, Türkiye’yi şekillendiren, yalnız başına şekillendiren, şekillendirilebilen bir lider olduğu anlamına gelmiyor. Eğer bu fobiyi aşabilirlerse, Babacan için de, İmamoğlu için de ve diğerleri için de, eğer Erdoğan’ın yenilmezliği algısından sıyrılabilirlerse o zaman yeni bir şeyler söyleme imkânları doğacaktır kanısındayım. Bitirmeden haber vereyim: Bir hafta yokum. Olağanüstü bir durum olmadığı müddetçe bir hafta karşınızda olmayacağım. Haftaya tekrar görüşmek üzere. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.