Peter Frase Dört Gelecek adlı kitabında, bizi bekleyen geleceğin, umuda aşina olabilecek yüzünün beter eşikleri göze almamızla mümkün olacağını söyler. Ve der ki yeni bir şey kapıda. Ancak şimdiye kadar biriktirdiklerimiz ve elbette bilgiyle aramızdaki bağlantıyı koparmaya yetecek bir eşiğe hazır mıyız?
Kanaatim o ki daha henüz hazır değiliz buna.
Yeni yüzyılda bir virüse kapılma ve karantina; Diamond Princess adlı geminin Japon limanı açıklarında beklerkenki hali benim kalemime böyle yansıdı. Frase’in işaret ettiği yeni eşiklere hazır mıyız sorusuna da galiba hayır cevabı kendini burada belli ediyor. ABD ve Kanada’nın sadece kendi yolcularını gemiden kurtarma çabası bile buna bir işaret. Ya diğerleri sorusu ve elbette Elmas Prenses’in 21. yüzyıldaki devşirme ihtişamının bir virüse yenilme hali, veba ve koleranın geçen yüzyıllarda insanlığa mal oluş biçimlerini de hatırlatmaya devam ediyor. Kolomb’un gemisi Santa Maria’nın dişi bedeni üzerine harelenen keşif, günümüzde cruise’lara evrilmiş gibi gözükse de cehennemin girdaplarında hâlâ en büyük bedeli bütün macerayı sürdürmeye niyetli gözüken kaptanlar, tüccarlar değil, maziyi her şekilde üstlenmiş dişi bedenli gemiler, dişiler ödüyor.
Ve şimdi gelelim öykümüze…
***
Elmas Prenses… Kapıdan girer girmez dikkatleri üzerine toplayan bir güzellikti. Üzerindeki kürkü, Japon kirazı rengindeki ipekten ipek fuları ile çok eskilerden kalmaydı ama eski gibi değildi; elmas küpelerinin bin senelik ve aynı oranda göz alıcı cevheri öyle böyle değildi. Sade gibi görünen bir ceket pantolondu üzerindeki ama insanın dokunmayı şehvetle isteyebileceği bir yumuşaklıktaydı da. Grisi bu yüzden bütün grilerden daha alımlı, dikişleri bütün dikişlerden daha sağlam ve yok gibiydi. Kumaş nerede bitti, nerede kesildi, nerede eklendi ilk bakışta bilemezdiniz. Her kumaş gibi, Elmas Prenses’in kumaşı da aslında kesilip biçilmiş ve zaman üzerinde gezinmişti. Ama ya iz? Nafile… Ne o gri ceket ne o pantolon eski güzel, eski kanlı, eski heybetli gün ve geceleri ele verirdi. Geçmiş piri pak, geçmiş hiç yaşanmamış gibiydi. Barutun bulunması, matbaanın keşfi, elektrik, telefon, televizyon, buzdolabı, Amerika’nın keşfi, Amerigo Vespucci, insanın Ay’a çıkması, faturalar, Bill Gates, Facebook, Mark’lı instagram twitter, persona, marka.. Öylece uzayıp giderdi. Kendi tarihi desen 65 yıllık koca bir gemi saltanatı gibiydi. Barbaros’un gemisi değil, dünyanın her türlü suyunda gezinen koca ve alımlı bir yolcu gemisiydi bedeni, rahim. Alım, çalım ve her şeydi. Yenilenmişlikte. Renovasyon da… Ve ona prenses denmesi de boşuna değildi, 6-7 kuşak öncesi Padişah’ın bi şeyiydi Elmas Prenses. Ama bunun konuşulmasını, dillendirilmesini istemezdi. Hanedan artığı olarak tanımlanmak içini burkar, taşıdığı ışığın zaten onu anlattığını bilirdi. Dediğim dedik çaldığım düdük ruhu, etraftaki diğer hastalara ve elbette sağlık ekibine şapka çıkartır, onlara uzak sahillerden merhabalar gönderirken yine onlara isimleriyle, senli benli asla değil, mütevazı bir asillik içersinde Bay ve Bayan, Hanım ve Bey diye seslenirdi. Elleri manikürlü ve ojeli, saçları detone bir zırhtaki gibi değil, doğal halindeymiş gibi bir mizampililik havasında gezinen bir peruktu ve cildi çağdaş estetik malzemelerinin kuşatması altındaydı. Bu yüzden kırklarındaydı. Gülmediği, derin derin enginlere baktığı zaman otuzlarında. Bir de gözlüklerini hesaba katsa mıydık? Katarakttı ama en iyi tabirle, ameliyat sonrası birazcık bulanık… Dünyanın bu hali ona biraz flu gelirdi. Kaçılası, dirhem zehirlerle nefret edilesi, elektronik sigara dumanıyla tadilatı mümkün bir ömür, anlık bir keyif, ve gemi gidiyor ruhu, 60’lar, 70’ler, Fellini, yakın gelecek, vaatler, vaatsizlikler. Savaşlar. Gökdelenler. Fallik usulü göğü delen gökdelenlerin yarışı. Tanrı’ya kim en çok uzanırsa odur en erkek mesajları. Denizden onlara baktığında bütün şehirleri aynı görmesinin nedeni biraz da buydu sanki. Erkek eli değmiş toprak, bekaretin üstüne kutsal spermelerini atar, sarı vinçlerle ha babam de babam gökdelen dikerdi. Tııı ttııı Trump da bu değil miydi zaten. İnşaat ve iktidar. İnşaatı diker, gökyüzüne değer ve erkek markanı koyardın. 21. yüzyılda yoksulluğa böyle meydan okurdun, öyle değil mi? Gelsin paralar. Gelsin yalanlar. Gelsin yeni icraatlar. Gelsin savaşlar. Her ülkenin amacıydı o: Fizik güçlü olursa tedaviye de gerek yoktu zaten.
Epey bir zamandır fizik tedavi gören hastalarla birlikteydi Elmas Prenses. Bel sorunu vardı. Aslında boyun da. İnsanın ayakta duracağım inadına bir karşı tavır olduğunu düşünüyordu bel ve boyun ağrılarının.
Gördüğü ise, uzaktan uzağa şuydu: Hemen hepsinin türlü türlü dertleri var şu hastaların.
Hep birlikte, sen misin beni dinlemeyen al sana diyen bedenlerinin tutsağı olmuş bir haldeydiler.
Yanında dertlenip duran emekli albaydan kolunu nasıl perişan hale getirdiğini, dolaylı olarak, uzak bir limandaki bir esintinin eşliğinde dinliyordu Elmas Prenses.
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
Öte yandan, yine emekli bir öğretmenin sağ bacağına, geçmişe duyulan özlemin cümleleriyle nasıl seslendiğini de iyi kötü, istemeye istemeye duyuyor, zoraki bir kulak misafirliğiyle işitiyordu. Bana ne dercesine…
Geçmiş, bu kez bedeni devreye sokarak farklı bir çehrenin adına dönüşmüş durumdaydı. Mesleğe duyulan aşkın bedeni bu kadar ufalaması elbette şaşırtıcıydı. ‘’Aslında beden sevdiği işleri severek yapıyordu. Zorlanmaya geldiği sırada teklemeye başlıyor’’, diyordu genç fizik tedavi uzmanı. Elmas Prenses o sırada onun maharetli ellerinden belini canhıraş bir biçimde kurtarmaya çalışıyordu, o ayrı bir konu…
‘Ya yıllar ve aşınma ve yaşlanma faktörü?’ diyecekken… Fizik tedavi uzmanı, bu kez, ‘’istersek yaşlanacağımızdan’’ bahsediyordu. ‘’Kas eskir ama kalp eskimez’’ demek ister gibi. Peter Frase’i okumuş bir hali vardı. Ama Elmas Prenses’in bu da umurunda değildi.
Geçmişte herkes cengaverin tekiyken, bugün bu hallerde teorilerini de çürütecek bu sözü bereket sadece Elmas Prenses duydu ve o sıra işine gelmediği için tümden duymazdan geldi.
Yaşamla kesişen o nokta öyle bir yer ki kurbanlık fikri en güzeliydi. Elmas Prenses de dünyanın yüzde doksanı gibi buna yatmayı severdi.
Aslında detaylı bir biçimde düşündüğümüz zaman, sadece o anın içersindekiler, yani emekli albay, emekli öğretmen, Elmas Prenses ve birileri daha, aslında hemen hepsi ‘o kurban’ haline sıkıştırılmış ve tıkıştırılmışlardı.
Birilerinin kurbanı… Yüzyıllardır.
Ailenin, annenin, babanın, okulun, öğretmenin, ordunun, dilin, dinin, cinsiyetin, kimliğin, toplumun, arkadaşların, ülkenin ve çağın kurbanları.
***
Genelde pembe perdelerle ayrıştırıldıkları seanslarda benzer ünlem cümlelerinin, çeşitli elektronik aygıtlardan sızan vınlama sesleriyle birlikte bitap atmosferdeki yitik kahramanlar gibiydiler.
Seans bittiğinde birbirlerini hiç tanımamış, hiç görmemiş gibi evlerine, çürük maceralarına, geçici olarak daha iyileşmeiş uzuvlarına dönerken, kurban hallerini de sürdürmeye kararlıydılar.
Çünkü etraflarındaki hemen her şey bunun üzerine kurulmuş rantını bunun üzerinden yiyordu.
Ancak o gün çok kısa süren bir şey oldu. Elmas Prenses belinin geçici mutluluğunda, dünyalar kısa süreli onun olmuşçasına Japon kirazı rengindeki fularını boynuna yerleştirirken aynada kendine hiç benzemeyen birini gördüğünde, çıplak saçsız ve başka bir dünyadaki bir gölgenin haliydi bu, aldığı elektriğin yaşına göre biraz fazla olduğunu düşünüp, bir sonraki randevuyu 15 gün sonrasına erteledi.