Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Demokrasi ve hukuk devleti savunulmadan Fethullahçılıkla mücadele etmek mümkün mü?

Osman Kavala’nın 15 Temmuz darbe girişimine dahil olma iddiasıyla tutuklanması, iktidarın Fethullahçılıkla samimi olarak mücadele etmekten ziyade “FETÖ” kozunu her türlü muhalefeti sindirmede kullandığını bir kez daha gösterdi. Bu durum en çok Fethullah Gülen’in işine yarıyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Dün Erdoğan-Fethullah Gülen savaşının bir nevi kronolojisini verdim, bugün bu olaya devam etmek istiyorum. Aslında sürekli ele aldığım bir konu, özellikle darbe girişiminin ardından bayağı bu konuyu işlemiştim. Orada da söylemiş olduğum şeylerin bir nevi tekrarı olacak bunlar. O tarihte, darbenin hemen arkasından söylediklerim ve aradan geçen süre içerisinde yaşananlar ve geldiğimiz noktaya baktığımız zaman şu soru tekrar önümüzde duruyor: Fethullahçılıkla nasıl mücadele edilir ve nasıl edilmez? Aslında hükümetin şu âna kadarki icraatı büyük ölçüde “Fethullahçılıkla nasıl mücadele edilmez”in bir örneği olarak karşımızda duruyor. İflas etmiş bir strateji olduğunu düşünüyorum. İlk başta, tabii ki Fethullahçıların devletin kritik yerlerindeki örgütlenmelerine ciddi darbeler indirildi, darbeye karışanların özellikle tasfiyesi, tutuklanması vs. bütün bunlar oldu; ama aradan geçen süre içerisinde yaşananlar, aslında Fethullahçılıkla mücadele anlamında çok da parlak değil. On binlerce insanın mağdur edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Bu kişiler şu ya da bu şekilde Fethullahçılıkla ilgili olmuş olabilirler, dahil olmuş olabilirler; ama o tarihlerde bunları yaptıkları zaman bu kesinlikle suç değildi; hatta tam tersine bu bizzat Erdoğan’ın da iktidarda olduğu dönemlerde devlet tarafından teşvik edilen bir şeydi. Bank Asya’yı Erdoğan, Abdullah Gül’le ve Tansu Çiller’le beraber açmıştı, şimdi binlerce insan sırf Bank Asya’ya para yatırdılar diye mağdur edilmiş durumda. Şunu öncelikle saptamak gerekiyor: Fethullahçılıkla mücadele etmek gerekir mi? Bu soruyu öncelikle sormak gerekiyor ve bence kesinlikle edilmesi gerekir. Ama bu, sadece devlete bırakılabilecek bir görev değil. Hatta mümkün olduğu kadar devlet dışı –özellikle sivil toplumdan ve medyadan- odakların burada sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. Darbeden bu yana geçen süreçte –hatta 17-25 Aralık’tan itibaren bakarsak– iktidar yanlısı medyanın, “FETÖ’yle mücadele” adı altında yürüttüğü kampanyalar var ve bu kampanyaların büyük bir kısmı aslında yarardan çok, Fethullahçılıkla mücadeleye zarar getiren kampanyalar. Çünkü artık hiçbir inandırıcılığı olmayan, itici, rahatsız edici, komplo teorileriyle bezeli bir şey. Fethullahçılık, bir komplo örgütlenmesi, bunu biliyoruz; ama sadece bundan ibaret olan bir örgütlenme değil. Dolayısıyla öncelikle ayrımı yapmak gerekiyor — ki hükümet bunu yapmadı, bilerek yapmadı ve bu ısrarını sürdürüyor. 

Bu ayrım nedir? Bunun toplumsal, kültürel, ekonomi alanındaki faaliyetlerine bir şekilde dahil olan kişilerle bunun yasadışı, devletin içerisine sızma, örgütlenme faaliyetlerini yürütenler ve bunları bizzat yapanlar ve bunları bizzat yönetenler arasındaki ayrımı yapmak lâzım. Toplumsal alanda Fethullahçılığın etkisi çok gelişti. Özellikle AKP iktidarıyla beraber, alabildiğine genişledi. Yine aynı şekilde, yurtdışındaki örgütlenmeleri de AKP hükümetinin açık desteğiyle güçlendi. Şimdi bunların hepsiyle AKP iktidarı mücadele etmeye çalışıyor; ama uyguladıkları yöntemler bundan sonuç almasını çok mümkün kılmıyor. Şöyle söyleyelim: Tabii ki şu anda Türkiye’de ve kısmen yurtdışında Fethullahçılığın faaliyetlerine çok ciddi darbeler indirildi, doğru; ama bunlar kalıcı bir sonuç doğurur mu? Açıkçası bundan çok emin değilim. Türkiye’de bundan dolayı darbe yiyenlerin, bu süre içerisinde işlerini kaybedenlerin büyük bir kısmının tekrar Fethullahçı olacağı kanısında değilim. Ama bunların yaşadıkları travmanın kendileri için de ülke için de çok hayırlı olacağını düşünmüyorum. Önemli olan, insanları sadece ve sadece Fethullahçılıktan uzaklaştırmak değil; önemli olan, bunların vatandaşlar olarak aileleriyle, çocuklarıyla birlikte topluma yararlı bireyler olmasını sağlamak olmalı. Ama şu anda devlet, yaptığı uygulamalarla tüm Türkiye çapında nefret tohumları ekiyor. Burada, aynı zamanda Fethullahçılıktan nefret edenler olabilir –ki çok anlaşılır bir şey–, özellikle yurtiçinde kalıp da hapse düşen, işinden olan insanlar birazcık serinkanlı düşündükleri zaman Fethullahçı hareketin önde gelen kadrolarının nasıl başına bir şey gelmediğini çok iyi gözlüyorlar. Onların yurtdışında hayatlarını normal bir şekilde sürdürdüklerini gözlüyorlar ve bir anlamda kendilerinin kullanılmış olduğunu da görüyorlar. Ama bu tek başına onların kendilerine ve Türkiye’ye hayırlı, ülkeyle barışık insanlar olabileceğini düşündürmüyor bana. Burada yaşananlar travmaların –özellikle KHK meselesiyle beraber yaşanan mağduriyetlerin ve yaşatılan mağduriyetlerin– çok kalıcı, kuşaklar boyu sürecek bir etkiye yol açacağını düşünüyorum. İşin ilginç tarafı da şu: Böyle bir uygulamanın onda birini İslamcılıkla alâkası olmayan, laiklik, sekülerlik iddiasındaki bir hükümet/iktidar yapamazdı. Burada işin ilginç tarafı –kendilerine İslamcı demeseler bile–, dinî yönü çok ağır basan bir iktidar tarafından bunun yapılıyor olması. Bir yanlış var, bu yanlışın en önemli nedeni bir kere, Fethullahçılıkla mücadele edenlerin demokrat olmamaları, temel hak ve özgürlüklere saygı duymamaları. Fethullahçılık, Türkiye’nin hukuk devletine, şeffaflığa, hesap verilebilirliğe yönelik çok ciddi bir tehditti ve bunu bir dönem iktidarla beraber olduğu dönem çok ciddi bir şekilde hayata geçirdi. Gerçek yüzünü aslında Ergenekon-Balyoz vs. süreçlerde, Fethullahçılığın nasıl sivil bir yapı olmadığını aslında gördük. Fethullahçılık aslında hep bir sivil toplum faaliyeti olma iddiasıyla –kendi tabirleriyle “hizmet” hareketi olma iddiasıyla– güçlendi; ama o süreçte gördük ki bu hareketin esas lokomotifi devletle kurduğu ilişki, devlete sızma ve devleti ele geçirme perspektifi. Dolayısıyla hiçbir şekilde sivilliği öncelemeyen bir hareket, Fethullah Gülen’in sivilliği önceleme diye bir derdi yok. Ama onun böyle bir derdinin olmaması, bu hareketin sivil toplum içerisinde kökleri olduğu gerçeğini örtmüyor. Bu tasnifi devlet yapmadı, yapmak dahi istemedi bence. Çünkü AKP yönetimi, özellikle darbe girişimini bir fırsat olarak gördü, tehdit olarak görmenin ötesinde daha sonra bir fırsat olarak gördü ve sadece Fethullahçılığı değil, her türlü muhalefeti bastırmanın bir aracı olarak gördü ve bunu yaptı. Bunu yaptığı için de Fethullahçılıkla ilgili argümanlarının inandırıcılığını adım adım aşındırdı ve iyice yok haline getirdi. Özellikle Batı’da bugün, kimse artık Fethullahçıların darbeyi yapıp yapmadığını tartışmıyor bile. Daha sonra Erdoğan iktidarının OHAL ve sonrası dönemlerde nasıl antidemokratik, temel hak ve özgürlüklere aykırı adımlar attığını konuşuyor. Bunu konuşmakta haksız değiller. Ama burada Erdoğan iktidarının Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük, “Fethullahçılıkla mücadele ediyorum” gerekçesiyle Türkiye’ye dayattığı ve adım adım dozunu artırdığı otoriterlikle Türkiye’nin hem demokrasiden hem temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşmasına sebep oldu, hem de Fethullahçılık gibi önemli bir tehditle gerçek anlamda yüzleşmesine engel oldu. 

Şimdi bakalım, en son bir örnek: Osman Kavala, 15 Temmuz darbe girişimiyle irtibatlandırılarak apar topar tutuklandı, utanç verici bir şey. Bugün, Sözcü’de Soner Yalçın’ın yazısını okuyanlar da görecektir, orada çok ayrıntılı bir dökümünü vermiş, bunu bizzat yakından gözlemiş birisiyim. Açık Toplum Vakfı’nda, Türkiye’de yönetiminde yer aldığı dönemde Osman Kavala, Fethullahçıların en zirvede olduğu, iktidarla el ele en güçlü olduğu dönemde Fethullahçılığa karşı elinden geleni yapmış ve bu yüzden de Fethullahçıların kara listesine girmiş birisidir. Orada yine Soner Yalçın’ın hatırlattığı gibi, aynı vakıfta kendisiyle beraber olan ama ayrı düştüğü bir isim var, Can Paker. Can Paker de o dönemde Fethullahçılığı savunmak için elinden geleni yapmış birisidir. Şu anda Osman Kavala Fethullahçıların darbesine bulaşmış olma gibi bir yalan üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla tutuklandı; ama Can Paker hâlâ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itibar ettiği bir kişi olarak varlığını sürdürüyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz; bugün Türkiye’de zamanında en güçlü olduğu dönemde Fethullahçılığa kafa tutabilmiş, ona meydan okuyabilmiş, en azından ondan uzak durmaya çalışmış birçok insana bugünkü muhalif duruşları nedeniyle FETÖ yaftası yapıştırılabiliyor. Bunu yapanların büyük bir çoğunluğu da ne acıdır ki açık şekilde Fethullahçılık yapmış, Fethullahçıların faaliyetlerine çıkmış ve bunu göstere göstere yapmış insanlar. Böyle, insanların hafızası yokmuş gibi yapılan bir uygulama var. Sözüm ona FETÖ’yle mücadele var. Zaten başlı başına “FETÖ” demek, FETÖ’yle mücadele etme iddiası bile, bu mücadelede daha başta düğmelerin yanlış yerden iliklendiğini bize gösteriyor. Bunun FETÖ olarak tanımlanmasının bir kere baştan doğru olduğu kanısında değilim. Böylece vurguyu artırdıklarını düşünüyorlar, daha büyük dehşet yarattıklarını düşünüyorlar; ama bu sadece ve sadece kendi kusurlarını, ayıplarını örtmenin aracı olarak işlerine yarıyor. Ama normal şartlarda baktığımız zaman bunu yapmıyorlar. 

Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Bugün demokrasiyi samimi bir şekilde içselleştirmemiş, samimi bir şekilde savunmayan kişiler Türkiye’de Fethullahçılıkla mücadele edemezler, edemiyorlar. Çünkü Fethullahçılıkla mücadele Türkiye’de demokrasi savunusudur, demokrasiyi savunmayı gerektirir. Çünkü Fethullahçılık Türkiye’de geçmişte, değişik zamanlarda iyi-kötü var olan demokrasiyi hedef almış bir yapıdır. Fethullahçıların değişik vesilelerle işte diyalog, uzlaşma vs. gibi şeyleri dile getirmiş olmalarına bakmayın, onların hepsi büyük ölçüde sahte bir maskeydi. Aslında daha Fethullah Gülen’in daha ilk andan itibaren yapmaya çalıştığı, devletin içerisinde örgütlenmek, devlete sızmaktı. İlk öğrencilerini daha 1970’li yılların ortalarından itibaren hep devlete yönelik kadrolar olarak yetiştirmiş birisinden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu hareketin bir demokrasi perspektifi yok. Bu hareket, ihtiyaç duyduğu ölçüde eli kalem tutan, üniversite öğretim üyesi vs. insanlar yetiştirdi. Ama bütün bu insanları, bütün okulları, dershaneleri, gazeteleri, televizyonları vs. esas olarak o devlet içerisindeki gizli örgütlenmenin hizmetine koştu, böyle bir yapılanma söz konusu. Dolayısıyla Fethullahçılığa karşı mücadelenin ilk iddiası demokrasi, çoğulculuk ve şeffaflık olmalı. Bunların hiçbirisine sahip olmayan yapıların, Fethullahçılıkla mücadele etme gibi bir iddiaları bile olamaz. Bu tarihe kadar yapılanlara baktığımız zaman Fethullahçılıkla mücadele adına hükümetin ortaya sürdüğü birtakım profillere bakıyoruz. Bu profillerin hiçbirisi bize gerçek anlamda Fethullahçılığı anlatmadılar. Fethullahçılığın hep belli yönlerini öne çıkardılar –isim vermeye gerek yok bazılarını çok yakından tanıyorum, bazılarını da biliyorum–, bunlar devlet adına gerek yurtiçinde gerek yurtdışında ve özellikle de medyada, iktidarın denetlediği medyada her vesilede FETÖ’nün gerçek yüzünü anlatma iddiasıyla ortaya çıktılar, ama anlattıkları hep sadece iktidarın istediği kadarıydı. Çünkü bir yerden sonra gerçek anlamıyla Fethullahçılığı masaya yatırmak için, öncelikle bu olaya kendilerinin nasıl dahil olduklarını da dile getirmeleri gerekiyordu. Bu yukarıdan paraşütle inmiş ya da CIA’in, Mossad’ın ya da bir başka gizli servisin Türkiye’ye gizlice tırlarla vs. soktuğu insanlar değil; bu insanlar gözümüzün önünde, bir aşamadan sonra göstere göstere ve tabii ki değişik partilerin ve özellikle de son dönemde AKP iktidarının desteğiyle, cesaretlendirmesiyle güç kazanmış insanlar. 

Baktığınız zaman bunun hepsinin şeceresinde, herkesin birileriyle fotoğrafını vs. görüyorsunuz. İktidar bugün napıyor? Bu ciddi olguyu diyelim ki anamuhalefet partisini yıpratmak için kullanmaya çalışıyor, diyelim ki Osman Kavala’yı içeride tutmak için kullanıyor, diyelim ki birtakım sol ya da Kürt hareketinden devletle çalışan –zaten sayıları az– insanların tasfiyesi için kullanıyor vs.. Ama hiçbir zaman gerçek anlamda Türkiye’de Fethullahçılığın öyküsünün devlet eliyle anlatıldığını, bunların gerçek anlamda tartışıldığını bu süreç içerisinde maalesef görmedik. Sonuç olarak Fethullahçılığın ekmeğine yağ sürülüyor. Normal şartlarda çoktan kapısına kilit vurmuş olması gereken bir hareket hâlâ varlığını sürdürüyor. Fethullahçılığın şu anda yaptıklarına bir not düşmek isterim: Bütün yedikleri darbelere rağmen varlıklarını bir şekilde sürdürmeye çalışıyorlar ve iktidarın hataları sayesinde bunu başarıyorlar. Baktığınız zaman Fethullahçıların argümanları tabii cezaevindeki yaşanan mağduriyetler, bebekler, tutuklu hamile kadınlar, bunların hepsi gerçekten önemli konular, bunların suiistimalini bir tarafta yapıyorlar, devlet böyle bir imkân sağlıyor, ama diğer taraftan iktidara yönelik her türlü muhalif gücü, her türlü eleştiriyi ulu orta fütursuzca kullanıyorlar. Eskiden Fethullahçılar insanları, kurumları kullanırdı, onları bir şekilde kandırırdı ya da bir şekilde gönüllerini alırdı ya da ikna eder ve kullanırdı. Şimdi böyle bir şey yapmıyor, yapamıyor, çünkü fiziken bu mümkün değil. Onun yerine değişik değişik insanların –ki bunların içerisinde Fethullahçıların en çok nefret ettiği Kürt hareketi de var- Fethullahçıların hayatta hazxetmediği değişik sosyalist, sol kişi ve kurumlar da var, var oğlu var– herkesin her türlü eleştirisinin Fethullahçıların elinde ulu orta kullanıldığını görüyoruz. Bu anlamda da Fethullahçılık tam sinsi ve yüzsüz bir hareket. Burada kullanmak istedikleri insanların hemen hemen hepsine zamanında ne kötülükler yaptıklarını pekâlâ biliyoruz. Ama burada maalesef bu imkânı onlara tanıyan devletin kendisi oluyor, Erdoğan iktidarının kendisi oluyor. Sivil bir pozisyonda durmak lâzım, demokrasi yanlısı bir pozisyonda durmak lâzım, Fethullahçılığı da Erdoğan iktidarını da, ikisini birlikte eleştirmek lâzım ve bunu yaparken de temel ölçütlerimiz demokrasi, şeffaflık, sivil toplum, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler olması lâzım. 

Bu anlamda baktığınız zaman aralarında demokrasiyle, sivil toplumla, temel hak ve özgürlüklerle, şeffaflıkla kurdukları ilişki açısından baktığınız zaman her birinin –iktidarın da Fethullahçıların da– farklı farklı şekillerde bunlara uzak olduğunu görüyoruz. Ama burada çok önemli bir fark var; birisi siyasî iktidar, var olan yasalarla, kanunlarla seçilmiş bir iktidardan bahsediyoruz ve bu anlamda pekâlâ yine sandıkla değiştirilebilecek bir iktidardan bahsediyoruz. Kimileri bunun olmayacağını düşünüyor, ama ben kesinlikle buna inanmıyorum ve Erdoğan iktidarının ömrünün çok da fazla kaldığını düşünmüyorum; ama öte yandan Fethullahçılık elle tutulan bir yapı değil; seçimle gelip seçimle giden bir yapı değil. Nerede, ne zaman, niçin var olduğu belli olan bir yapı değil. Dolayısıyla Fethullahçılıkla mücadeleyle siyasî iktidarın otoriterliğine karşı mücadelenin aynı olması tabii ki söz konusu olmayacaktır. Ama her ikisinin de demokrasi konusunda, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti konusunda sicilinin hiçbir şekilde iyi olmadığını ısrarla ve sürekli olarak altını çize çize tekrarlamakta yarar var. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.