Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bir devir kapanırken

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iktidarının krizini ötelemek için yöneldiği Suriye ve Libya’da da tam bir tıkanma içinde. Onun çaresizlik ürünü tepkileri bir devrin kapanmakta olduğunu gösteriyor, fakat yeni bir devrin işaretleri de pek ortada yok.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Geçen hafta cuma günü Kemal Can’la yaptığımız Haftaya Bakış yayınında AKP içerisindeki iktidar savaşlarının varlığını yokluğunu Kemal ile tartışırken ettiğim bir sözü daha sonra arkadaşlar burada kısa bir video haline getirdiler ve orada ben, Türkiye’de Erdoğan devrinin kapandığını ve bütün yaşananların da bunun sancısı olduğunu söyledim. O başlıklı video tahminimin ötesinde büyük bir ilgi gördü. Bugün bu yayınla bir anlamda onun devamını getirip ne demek istediğimi biraz daha açmak istiyorum. Ama aslında çok da zor olmayacak. Örneğin, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Azerbaycan’a giderken basın mensuplarının sorularını cevapladığı videosunu görmüşsünüzdür. Orada FOX TV muhabirinin kendisine Libya’yla ilgili sorduğu, gizlendiği söylenen şehit haberleri ve Erdoğan’ın şehitlerden “birkaç adet” diye bahsetmiş olması üzerine bir sorusu var. Bu soruya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği cevap ile –öncelikle tabii ki FOX TV’yi ve onun muhabirini tersleyen, ama ardından söylediklerine baktığımız zaman–, artık hayatî meselelerde söyleyecek pek fazla bir şeyi kalmadığını berrak bir şekilde gördük. Kendisine sahici sorular sorulduğu zaman –ki bu pek olmuyor–, katıldığı televizyon programlarında ya da değişik basın karşısına çıktığı durumlarda, böyle çalışmadığı yerden, beklemediği sorular gelmediği için biz bunun bir şekilde farkında değildik. Ama kırk yılın başında sahici bir soru sorulduğu zaman, Erdoğan’ın verdiği ve veremediği cevap bize aslında Türkiye’de yaşanan krizin ne derece derin olduğunu gösteriyor. Erdoğan o soruya cevap verirken, öncelikle soruyu soranın çalıştığı kuruma yönelik birtakım suçlamalarda bulundu ve ardından hemen direksiyonu “Bay Kemal”e kırdı –Bay Kemal dediği Kemal Kılıçdaroğlu– ve Libya, Suriye söz konusu olduğu zaman buradaki kolay kolay çözüleceğe de benzemeyen sorunlar –ki her birinde TSK’nın görevlileri, askerleri, subayları var ve bir şekilde şehit haberleri gelmeye devam ediyor–, bunlara cevap vermek yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi suçlayarak olayı bir şekilde örtbas etmek istiyor. Erdoğan’ın öteden beri yaptığı ve son dönemde artık iyice yaptığı, çok heyecan da yaratmayan bir refleks oldu bu. Her türlü soruyu bir şekilde Bay Kemal ve CHP’ye bağlama ve bir anlamda da Türkiye sağının öteden beri var olan CHP karşıtlığı üzerinden kendi krizini örtbas etme, gizleme çabasında — bunun bir örneğini bâriz bir şekilde gördük. 

Sorular çok ortada, çok ciddi meseleler yaşanıyor İdlib’de ve Libya’da ve burada Türkiye’nin birinci derecede muhatabı Rusya. Rusya’da da Putin tabii ki. Erdoğan, Türkiye’nin Rusya’yla olan meselesini kendisinin Putin’le olan ilişkisine indirgemiş durumda ve sürekli olarak birtakım sahici sorunları –İdlib’de ya da Libya’da olduğu gibi– hep öteleyerek idare etmeye çalışıyor. En son Suriye konusunda Esad’a karşı, Suriye ordusunun TSK’ya ve İdlib’de Türkiye’nin desteklediği gruplara saldırılarına karşı çıkarken öncelikle “Şubat sonu” diye müddet vermişti. Daha sonra saldırılar durmayınca Şubat sonunu da beklemeyeceğini söyledi –ama pek bir şey yapılamadı– ve ardından 5 Mart’ta bir toplantıdan bahsetti. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Almanya Başbakanı Angela Merkel, Putin ve kendisinin olacağı bir toplantıdan bahsetti. Ama sonra, bugün baktığımızda Moskova’dan yapılan açıklamada dörtlü bir zirveden bahsedilmiyor; onun yerine Türkiye, Rusya ve İran’ın katılacağı bir görüşme için çalışma yapıldığı söyleniyor. Erdoğan burada Macron ve Merkel’i niçin katmak istiyordu? Çünkü Rusya’ya karşı eli artık iyice zayıflamış durumda, Avrupa’yı bir şekilde işin içerisine katarak kendisi lehine bir denge yaratmak istiyor. Avrupa’yı da katmasında en önemli husus tabii ki İdlib’den gelecek olan –eğer Suriye Ordusu’nun saldırıları sürerse, ki süreceğe benziyor–, gelmesi söz konusu olan yüz binlerce mülteciyi koz olarak kullanarak Avrupa’yı katmak istiyor; ama gördüğümüz kadarıyla Rusya buna yanaşmıyor. 

Bütün bunları niçin anlatıyorum? Türkiye uzun bir süredir içerideki ekonomik krizle boğuşurken, bunu olabildiğince konuşturmamaya çalışan bir iktidar ve iktidarı destekleyen medya var. Türkiye’nin gündemi, gerekmediği ölçüde dışarıya odaklanmış durumda. Dışarısı derken, bir yanda Libya –ilk ortaya çıktığında biraz konuşuldu, sonra unutulur gibi oldu, şimdi tekrar gündeme geldi– ve İdlib. Türkiye’de siyasî tartışmaların bunlar üzerinden yürüdüğünü görüyoruz. Bu, iktidar için bir nevi kaçıştı; ama şimdi kaçtığı yerde kendi kendini köşeye sıkıştırmış durumda, çünkü Rusya’yla ilişkiler eskisi gibi gitmiyor ve artık yolun sonu bâriz bir şekilde görülmeye başlandı. Türkiye’yle Rusya arasında, Erdoğan’la Putin arasındaki ilişkiler giderek olumsuza doğru seyretmeye başladı. Örneğin, Erdoğan Libya konusunda Suriyeli birtakım grupların, orada Erdoğan’ın da desteklediği Trablus yönetimini desteklemek için orada olduğunu kabul ediyor, ama buna karşılık Rusya’nın paralı askerleri, Wagner’in varlığını bunun karşısına koyuyor vs.. Burada görüyoruz ki artık içeride zaten tıkanmış olan, yerel seçimlerde çok büyük hezimet yaşamış olan iktidar, bir anlamda nefes almak için yöneldiği dışarıda da İdlib’de ve Libya’da iyice köşeye sıkışıyor. İşte bütün bunlar bence, Türkiye’de artık Erdoğan devrinin kapanmakta olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın gelen eleştirilere ya da sorulara karşı, Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP karşıtlığı, diyelim ki İş Bankası’ndaki CHP hisselerini gündeme getirme gibi, ya da CHP’yi FETÖ’nün siyasî ayağı olmakla suçlamak gibi zorlamayla yaratmaya çalıştığı birtakım gündemlerle olayı, durumu geçiştirmeye çalışan bir iktidar var; ama bu, kolay kolay geçiştirilecek bir olay değil. Artık bence Türkiye’de bayağı bir süredir açık olan bir defter kapanıyor, bunun başka bir yığın işareti var. Bunları değişik vesilelerle söyledim –ama tekrar hatırlatmak gerekirse–, tabii ki 31 Mart seçimleri ve 23 Haziran, Ahmet Davutoğlu’nun ayrı parti kurması, Babacan’ın artık Mart’a kaldığı söylenen yeni parti kuracak olması, ekonominin bir türlü düzelememesi, işsizliğin çok ciddi bir sorun olarak Türkiye’de vatandaşın gündeminde olması, hayat pahalılığının da öyle… peş peşe gelen zamlar… Bütün bunlar karşısında yönetememe krizi giderek derinleşen bir iktidar var. Ama buna rağmen hâlâ gündemimizde Erdoğan var, gündemi Erdoğan belirliyor. Türkiye’ye dışarıdan bakanlar için de, değişik vesilelerle görüştüğümüz yabancı gazeteci, araştırmacı, diplomat vs. de hep Erdoğan üzerinden soru soruyorlar. 

Halbuki Türkiye’de artık Erdoğan devrinin kapanmakta olduğu ortada ve dolayısıyla esas yoğunlaşılması gereken şey, sonra ne olacağı meselesi bana göre. İşte sorun büyük ölçüde burada kopuyor. Çünkü sonrayı tartışacak çok fazla bir hareket, aktör, çıkış, perspektif görülemiyor; ne içeride biz görüyoruz ne de dışarıdan bakanlar görüyor. İlk başta 31 Mart ve 23 Haziran nedeniyle İstanbul ve kısmen Ankara belediye başkanlarına –Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’a– yönelik ilgi vardı; o ilginin de zamanla aşındığı ya da Mansur Yavaş’a yönelik ilginin arttığı, Ekrem İmamoğlu’na yönelik ilginin biraz daha azaldığı bir dönemdeyiz. Yeni partilere gelirsek; Davutoğlu çok büyük heyecan yaratamadı ve Ali Babacan da geciktirdikçe heyecanı azaltıyor. Diğer muhalefet partilerinden, Saadet Partisi hâlâ kendini güçlü bir şekilde ayakta tutabilen bir parti değil, İYİ Parti de içindeki çok alâkasız istifalarla uğraşmaktan, perspektif sahibi güçlü bir odak olarak karşımıza çıkamıyor. CHP de anamuhalefet partisi olmanın dışında bir de bütün bu kendisi dışındaki muhalefet partilerini –HDP dahil– bir araya getirmeye çalışmak, muhtemel bir seçim için böyle geniş bir ittifak için çaba harcamak dışında çok da fazla, başlı başına bir güç olarak ortaya çıkmıyor. Aslında burada muhalefetin iktidarı devralma konusunda yapacağı ilk husus bir ittifak oluşturmak ve CHP bunun bir nevi patronajını üstlenmiş durumda — bu görülüyor. Çok zor bir şey tabii ki — iki yeni partiyi, İYİ Parti’yi, Saadet Partisi’ni ve HDP’yi aynı perspektifte birleştirebilmek. Başarabilecek mi? Bilmiyoruz, çünkü diğer yandan iktidar da elinde kalan son kozlarla bunu engellemeye çalışacak. 

Peki bu hangi zeminde birleştirilecek? Şu âna kadar ortaya çıkmış olan bir ortaklık, genel olarak demokrasi söylemi var tabii ki, hukuk devleti söylemi var, onun dışında, parlamenter sisteme dönüş, yani başkanlık sisteminden parlamenter sisteme dönüş perspektifi var. Bu bir başlangıç için iyi olabilir; ama bir ittifakı sürdürmek için yeterli mi? Açıkçası çok emin değilim. Buradaki öncelikli sorun, tek tek muhalefet partilerinin ve bir bütün olarak diyelim ki Millet İttifakı’nın ya da yan yana geldikleri zaman genellikle duruşları, iktidarı eleştirme yolunda, iktidarın değişik değişik icraatını –yani diyelim ki dış politikasını, ekonomi politikasını– eleştirme; ama bunun dışında açık ve net bir şekilde, güçlü bir şekilde ve ikna edici bir şekilde iktidara talip olan bir muhalefet yok. Tekrar söylüyorum: İktidara talip olan bir muhalefet yok. Muhalefet tabii ki iktidarın karşısındadır ve iktidara gelmek ister, bu teorik olarak böyle; ama bunu sürekli vurgulayan, altını çizen ve iktidara gelmesinin neden gerekli olduğunu anlatan, iktidara geldikten sonra neyi nasıl yapacağını anlatmaya çalışan bir muhalefet Türkiye’de ne parti olarak ne lider olarak ne de şahsiyet olarak böyle bir perspektif yok. Sanki şöyle bir husus var; iktidar burada duruyor, bir şekilde iktidar kendi kendine sönecek ve muhalefet de bu boşalan yere bir şekilde oturacak — sanki olaylar böyle kendi akışına bırakılmış gibi bir durum var. Halbuki, özellikle yerel seçimdeki çok büyük başarının ve iktidarının başarısızlığın ardından hiç tempoyu kesmeden, muhalefet partilerinin ve muhalefet partilerinin öne çıkan figürlerinin sürekli olarak artık bir devrin kapandığı vurgusuyla yeni devrin –benim bir zaman söylediğim ve artık maalesef pek fazla kullanamadığım, ama tekrar kullanmakta yarar var– “Yepyeni Türkiye”nin nasıl şekilleneceğini anlatması gerekiyordu. Aradan yaklaşık bir yıl geçti, hâlâ bu noktada değiliz, hâlâ bir Erdoğan eleştirisine endekslenmiş ve en fazla tekrar parlamenter sisteme dönüşün altını çizen bir muhalefet hareketiyle karşı karşıyayız. 

Şunu biliyorum; muhalefete muhalefet etmek kolay, bu değil benim kastım. Burada –özellikle yabancılara– bana soranlara hep şunu söylüyorum — burada da değişik vesilelerle söyledim, ama tekrar net bir şekilde vurgulamak istiyorum: Erdoğan çoktan kaybetti, ama kimin kazandığı belli olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye, kazananı bekliyor; ama o kazananın –kişi, grup, parti ya da ittifak– kendisini ortaya çıkarması lazım. Yoksa otomatik olarak birisi gidince birisinin geleceği bir sistemle Türkiye yepyeni bir Türkiye’ye geçemez. Tam tersi; böylesi gider, yerine Erdoğan’ın bir başka varyasyonu gelir. Halbuki Türkiye’nin ihtiyacı olan çok daha derinlikli, çok daha kapsamlı ve özellikle AKP iktidarının son yıllarında alabildiğince içi boşalan kurumlarını tekrardan inşa edecek, güçlü bir şekilde kurumsallaşmayı yeniden hayata geçirecek, hukuk devletini yeniden inşa edecek bir perspektife ve bu perspektifi hayata geçirebileceğine insanları, kamuoyunu ikna edebilecek birilerine ihtiyacı var ya da bir harekete ihtiyacı var. Aksi takdirde ya muhalefet var olan iktidarın bir başka türlü tekrarı olarak iktidarı devralır –kimin nasıl aldığının çok da önemi olmaz– ya da bu iktidar bütün bu krizine rağmen muhalefetin bu atıllığından ve dinamizmden uzak halinden cesaret alarak bir şekilde kendisi bir formülle ömrünü bir şekilde uzatabilir. İkinci seçeneğin çok fazla olacağını sanmıyorum, çünkü Erdoğan iktidarının şu andaki tek tek aktörlerine baktığımızda, iktidarın bileşenlerine baktığımızda, burası Türkiye’yi daha fazla taşıyabilecek bir yapı değil. Buradan yeni bir şeyin çıkması, iktidarı yenileyecek bir şekilde ülkeyi bir yerlere götürebilmesi bence çok mümkün değil. Ama muhalefete baktığım zaman da, muhalefetin değişik değişik söylemlerine baktığımda, genellikle karşı tarafın kendi kendisini yok etmesini bekleyen ve bu arada olabildiğince hareketsiz kalarak hata yapmamayı garanti altına almaya çalışan bir muhalefet kombinasyonu görüyorum. Bunun çok fazla yeterli olduğu kanısında değilim. 

Bir devir kapanıyor, Erdoğan devri kapanıyor, ama birilerinin yeni bir devri açması gerekiyor. Şu anda kapananı görüyoruz ama açanı göremiyoruz; belki önümüzdeki günlerde bunun ışıklarını görebiliriz. Ama şu haliyle bakıldığında, evet, bir şey kapanıyor ve bir şey açılmıyor ve Türkiye bu anlamda da kendini yenileyemeyen bir ülke olarak maalesef hep birlikte, tüm vatandaşlarıyla birlikte kaybeden bir ülke olarak yoluna devam ediyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.