Yayına hazırlayan. Sahra Atila
Merhaba, iyi günler. Dün Meclis’te yaşanan kavganın ardından arkadaşlarla sohbetimizde, CHP’nin yaptığının yanlış olduğunu, siyaseten yanlış olduğunu söyledim. Bu benim öteden beri savunduğum bir şey. Daha sonra bugün için bunun bir yayın yapmayı planladım ve şu anda da yapıyorum. Ama Allah bazen insanları sınıyor. Bu sabah sosyal medyada bir taarruza maruz kaldım ve orada başkası için söylediğim şeyi kendim yapıp yapamayacağımı da görmüş oldum ve yaptım, çok şükür yaptım. Normal şartlarda beni bilenler bilir; ben aslında öyle sinirlerine hâkim olabilen bir insan değilim. Karadenizli’yim, Laz’ım ve öteden beri bu konuda da küçük çaplı da olsa aile çevresinde ya da meslek hayatında iş çevresinde küçük çaplı da bir nâmım vardır, ama Türkiye’de siyaseti okurken, okumaya çalışırken, olabildiğince kendi kişisel –nasıl diyelim? – ruh halimizden, alışkanlıklarımızdan âzâde bir şekilde bir şeyler önermeye çalışıyorum. Yani bu birazcık “imamın söylediği ve yaptığı” gibi bir şey oluyor. CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç’un söyledikleri, normal şartlarda gündelik hayatta çok sık olan bir şey. Birisi size bir hakarette bulunuyorsa siz de ona aynısıyla, misliyle vs. cevap verebiliyorsunuz ve bunun sonucunda olay farklı farklı gelişebiliyor.
Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP Genel Başkanı olarak partisinin Meclis grubunda yaptığı konuşmada sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nu değil –özel olarak onu, ama onun dışında da– İdlib operasyonu da ya da ne denir şimdi ki adıyla “Bahar Kalkanı” sürecinde kendisi gibi düşünmeyen herkese yönettiği bir suçlama var. En hafifi “hain” suçlaması. Alçak vs… bunları saymak istemiyorum. O bunu söylediği zaman normal oluyor, ama birisi ona aynı kelimelerle cevap verdiği zaman bu, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” oluyor. Burada bir mantıksızlık var, doğru; ama bu mantıksızlık, bu eşitsizlik zaten bir süredir Türkiye’nin verili durumu, Türkiye’nin durumu bu. Birilerine her şey serbest, birilerine her şeyi yasak — ya da cezalandırıcı, sınırlandırıcı yasalar sadece iktidarın dışında kalanlara uygulanıyor. İktidarın içerisinde olanların birçok şeyi yapmasına pekâlâ göz yumulabiliniyor, dokunulmuyor. Hele bu Cumhurbaşkanı ise hiçbir şekilde böyle bir şey olmuyor. Benzer bir durumu kendi hayatımda 12 Eylül döneminde askerî cezaevinde yaşadım, siyasî tutuklu olarak bulunduğum sürede. Orada da askerlerin başlarındaki komutanların, gardiyanların bize her şeyi yapması serbestti. Her türlü işkence vs., saldırı, yasak getirme…
Ama siz onlara herhangi bir anda bir şekilde cevap vermeye kalktığınız zaman, “Görevi başında kamu görevlisine hakaret, mukavemet” gibi suçlamalarla cezaevinde de olsanız hücre cezası gibi şeyler alabiliyorsunuz. Ama buna rağmen, benim İstanbul’da kaldığım cezaevlerinde bütün bu sınırlamalara rağmen, cezaevinde kalan tutuklular bir direniş sergilediler. Örneğin, tek tip elbiseyi giymedik, “Komutanım” diye hitap etmedik, vs.. Kendi hayatımdaki bu deneyim bana her türlü şart altında da olsa insanların bir şekilde ayakları üzerinde durabileceğini gösteriyor. Ama burada tabii ki size dayatılan ve sizin değiştiremediğimiz birtakım çerçeveler, zeminler var. O zeminlerin içerisinden siyaset yapmak mümkün. Yerel seçim öncesinde bunu sıklıkla vurguladım. Aslında cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde de yapmıştım. Onu tekrar açmak istemiyorum, ama yerel seçim öncesinde yaptığım, “Sakin olan kazanıyor”, “Be cool” gibi yayınları izleyenler hatırlayacaktır. Erdoğan ve Bahçeli’nin alabildiğine tırmandırdıkları, beka üzerine kurdukları, kendilerine oy vermeyenleri teröristlikle suçladıkları bir yerde, çoğu CHP’nin ilçe belediye başkanlıklarından gelen, kendini bir şekilde kanıtlamış isimler, yerel vaatlerle doğrudan seçmene giderek, sakin bir şekilde tane tane her türlü provokasyona rağmen konuşarak, çok net başarılar elde ettiler, zaferler elde ettiler. Bu önümüzde duruyor. Şu anda aynı şekilde siyasî iktidarın çok ciddi bir kriz içerisinde olduğunu ve bu krizini aşabilmek için değişik yollara yöneldiğini, ama buna rağmen yapamadığını, İdlib’i kendi tabanına bile tam olarak anlatamadığını görüyoruz ve böyle bir ortamda Erdoğan en kolay bulduğu şeyi seçiyor: Olayı kutuplaşma üzerinden götürmeye çalışıyor. Normal şartlarda bir ülke bir savaşa gidiyorsa, ya da savaşa benzer bir sürece giriyorsa, bütün anlaşmazlıkların, farklılıkların üstü örtülür, en azından örtülür gibi yapılır. “Hep birlikte, milli birlik ve beraberlikle” lâfı söz konusudur orada. Birlikte tavır alınmaya çalışılır ve burada söz konusu olan bütün çatışmalı taraflar birbirlerine doğru giderler; ama burada böyle bir şey yok. Erdoğan bulunduğu yerden herkesi yanına çağırıyor, herkesin kayıtsız şartsız kendisine hiçbir şey sorup etmeden, hiçbir şeffaflık vaat etmeden, şu âna kadar özellikle Suriye’de yaptığı her şey yanlış çıkmış olan bir siyasetçi olmasına rağmen, bu sefer de her seferinde yaptığının doğru olduğunu söyledi ve yanlış çıkınca başkasına geçti.
Şimdi de aynı şekilde herkesten, kamuoyundan ve muhalefetten, tüm vatandaşlardan kayıtsız şartsız itaat istiyor. İtaat etmeyene de bir dizi sıfatı uygun görüyor. Burada CHP’lilerin yaptığı –ya da en azından dün gördüğümüz Engin Özkoç’un yaptığı– ve Meclis’te kavgaya yol açan cevap bir tercih ve yanlış bir tercih. Çünkü Erdoğan’ın bu herkese, kendisi gibi düşünmeyip en ufak bir eleştiri ya da tereddütle yaklaşan herkesi dışlayıcı, ötekileştirici çok ağır suçlamalar yöneltmesiyle, Erdoğan tek başına dururken, birden o kavga alanına başkaları geldi ve iş sonuçta Meclis’te bayağı yumruklu bir kavgaya dönüştü. Bu bence Erdoğan’ın tam da arayıp bulamayacağı bir şeydi ve buradan zaten görüyoruz, “Siz nasıl Cumhurbaşkanı’na hakaret edersiniz?” diye davalar açılıyor, yayınlar yapılıyor, şu oluyor bu oluyor… Ama sanki Cumhurbaşkanı hiçbir şey söylememiş, sakin sakin herkese hitap ederek, sanki tüm kamuoyunu ikna etmeye yönelik yumuşak bir dille bir şey anlatmış da buna karşılık birtakım tahammülsüz CHP’liler cevap vermiş gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Bu hakkaniyetli bir durum olmayabilir; ama güç her anlamıyla, yargıda her şey elinde olan bir iktidar için böyle bir resim çizmek kolay. Dolayısıyla burada CHP’nin yaptığı birçok kişinin hoşuna gitmiş olabilir, kendini muhalif tanımlayan birçok kişinin hoşuna gitmiş olabilir; ama ben bu tavrın, bu cevap verme tavrının çok doğru bir şey olduğunu sanmıyorum ve CHP’nin şu zamana kadar, özellikle son seçimlerde izleyegeldiği tavırdan bir kopuş var — yani bir anlamda provokasyona gelmiş oldular. Şimdi, Metropol Araştırma’nın yaptığı bir tablo var: “Türkiye’nin Nabzı” araştırmasında. Metropol’cular sağolsunlar, Özer Bey başta olmak üzere. Bu tabloyu Aralık 2011’den itibaren görüyorsunuz ve bu tablonun ilk başladığı yer 17/25 Aralık operasyonu ve Recep Tayyip Erdoğan’ın görev onayı –zaman grafiği başladığı zaman cumhurbaşkanı değildi ama artık cumhurbaşkanı– 17/25 Aralık operasyonunda yani Fethullahçıların Erdoğan’ı devirmeye yönelik ilk yargı üzerinden devirmeye yönelik çabası sırasında Erdoğan’a olan güvenin yüzde 71 olduğunu görüyoruz, görev onayı yüzde 71. Çünkü burada doğrudan bir saldırı var, sert bir durum var ve insanlar orada Erdoğan’ın yanında yer alıyorlar. Ama daha sonra bunun adım adım indiğini görüyoruz. Bir sonraki, Aralık 2012’de, 47.2’ye iniyor yüzde 71’den. Sonra 31 Mart Yerel seçimlerinde yüzde 51’e çıktığını görüyoruz. Yüzde 71’den yüzde 43’e düşüyor Erdoğan’ın onayı. 7 Haziran milletvekili seçimlerinde –kırmızı olanlar Erdoğan’ı onayı, siyah olanlar Erdoğan’a onay vermeyenler–, 7 Haziran milletvekili seçimi –ki AKP tek başına iktidarı kaybetmişti– yüzde 37’ye düşüyor ve o tarihte seçime çok yumuşak girilmişti. Selahattin Demirtaş ana akım medyada da yer bulabilmişti.
Ama daha sonra 1 Kasım Milletvekili seçimleri –ki arada çok ciddi farklı terör saldırıları olduğu o tarihte– yüzde 47’ye çıkıyor Erdoğan’ın güveni ve zaten tekrardan 1 Kasım seçimlerinde tek başına iktidarı kazanmıştı. Ama ondan sonra tekrar iniyor ve çıkışı 15 Temmuz darbe girişiminde yüzde 67,6. Yine sert ve kritik bir olay ve burada Erdoğan etrafında kamuoyunun büyük bir kesimi toplanıyor. Ama bu belli bir süre sonra inmeye başlıyor. Başkanlık referandumunda yüzde 52’ye iniyor. Baktığım zaman, 31 Mart yerel seçiminde yüzde 45, 23 Haziran İstanbul seçiminde yüzde 43’e düşmüş bir durum var. Ama birden Barış Pınarı Harekâtı ile beraber yüzde 48’e çıkıyor. Orada tabii ki argüman bölücülüğe karşı, bölücü tehdide karşı bir operasyon iddiası vardı ve burada Erdoğan’ın desteği yüzde 48’e çıktı; ama şimdi en son rakamı baktığımız zaman Şubat ayında, şu son harekât tam şekillenmeden önce Metropolcülerin yaptığı araştırmaya baktığımızda, Erdoğan’a görev onayı verenler yüzde 41, onay vermeyenlerin oranı yüzde 51. Ben burada her vesileyle uzun bir süredir, hatta birkaç yıldır bir krizden bahsediyorum; herhalde bu anlatmaya çalıştığım şeylerin en iyi grafik göstergesi bu. Erdoğan’ın söyleyecek bir şeyi olmadığı zaman, ona yönelik destek, ona yönelik onay azalıyor. Ama Erdoğan söz yerine silahı devreye soktuğu zaman ya da gücü devreye soktuğu zaman, darbe girişiminde ya da teröre karşı mücadelede ya da Suriye’de YPG’ye karşı operasyon söz konusu olduğu zaman, onay artıyor; ama o belli bir süre kalıyor, ondan sonra bu sürdürülebilir bir şey olamıyor, çünkü onun etkisi –ki Barış Pınarı’nda bunu gördük– belli bir süre sonra unutuldu ve zaten operasyon da bitti ve Türkiye’de insanlar tekrar ekonomik sorunlarla ve bir yığın toplumsal-siyasî sorunla baş başa kaldı ve Erdoğan’ın burada onayının azaldığını görüyoruz. Ve şu anda tekrar Erdoğan’ın yine yeniden şiddete ihtiyacı var; kutuplaşmaya, sertliğe ihtiyacı var.
İdlib’de bunu belli bir yere kadar yapabiliyorsunuz. Çünkü bugün Moskova’daki görüşmelerde bu iyice şekillenecek. Çünkü alanı size büyük ölçüde Rusya çiziyor. Suriye’de Rusya’nın çizdiği alanın dışında varlık gösterebilmesi çok zor Türkiye’nin. Her ne kadar iktidarı destekleyen iktidar ortağı Bahçeli tersini söylese de. Ama Bahçeli’nin sözlerine de hep bir –dikkat edin– “Gerekirse” eki var. “Gerekirse Rusya’yı da göz ardı edelim, gerekirse Şam’a kadar gidelim…” Ama şu aşamada gerekmiyor, gerektirmiyor. Dolayısıyla İdlib’deki olayda, Suriye’deki olayda hep belli bir sınırın içerisinde kalmak zorunda ve dolayısıyla o beklenen sertliği ve kutuplaşmayı tek başına yaratamıyor. Dolayısıyla yine en kolayına dönüyoruz: İçeride özellikle anamuhalefet partisine yönelik olarak kutuplaştırıcı sözler — şöyle söyleyeyim: Kabul etmek değil de ses çıkarmaması imkânsız olacak derecede çıtayı yükseltti. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok ağır sözler etti ve belli ki bir yerden sonra artık buna cevap vermemiz lâzım gibi bir kararla Engin Özkoç’un ağzından bu cevap verildi. Tekrar söylüyorum: Bence yanlış yapıldı. Buradan toparlanır mı bilmiyorum. Peki ne yapılabilir? Yapılabilecek olan çok basit: Sakin bir şekilde yaşananlardaki yanlışlar dile getirilir, Türkiye’nin gerçek sorunları ısrarla gündeme getirilir — örneğin ekonomi, örneğin yaklaşmakta olan ve dünyanın her tarafında çok büyük bir şekilde gündemde olan koronavirüs diye bir olay var, bunun insan sağlığına etkisi, ekonomiye etkisi, toplumsal barışa etkisi… Bir dizi boyutu olacak ve Türkiye daha yol o konuda emekleme aşamasında ve burada herkesin yapabileceği çok şey var. Özellikle de ülkenin iyi yönetilmediğini iddia edenlerin bu olayı bir fırsata çevirebilmesi gerekir. Bu anlamda özellikle anamuhalefet partisinin elindeki belediyeler, büyükşehir belediyeleri devreye girebilir vs.. Ama buralarda siyaset ve icraat üretmek yerine Erdoğan’ın çizdiği alan içerisinde, ona fazlasıyla cevap vermek… Bir kere Erdoğan’a Erdoğan üslûbuyla cevap verdiğiniz zaman, kamuoyundan hiç kimseyi –diyelim ki Erdoğan yanlılarını– asla yanınıza çekemiyorsunuz; hatta öte yandan, tam tersine Erdoğan yanlılarının Erdoğan’la daha fazla kenetlenmesine neden oluyorsunuz. Kendi tarafınızda da zaten insanlar size destek veriyor, sizin Erdoğan’la ağız yarıştırmanız gibi bir beklentisi belki en fazla psikolojik olarak vardır, ama kendi tabanı da aslında muhalefet partilerinden, özellikle de anamuhalefet partisinden Türkiye’de iyi gitmeyen işlerin, çok kötü giden işlerin nasıl düze çıkarılabileceği üzerine birtakım politikalar, birtakım icraatlar bekliyor. Bunun yerine, bunları üretmeyip, bunları üretemeyip ya da bunları şu ya da bu şekilde geri plana itip, bir savaş daveti kabuk ediliyor –ki bu savaş asla eşit şartlarda olan bir savaş değil; bir tarafın her yerde eli kolu bağlı, öteki tarafın elinde her türlü silahı var–, böyle bir savaş daveti var.
Buna normal şartlarda katılmak, dahil olmak çok akıl kârı bir şey değil, hiçbir şekilde gerçekçi de değil. Burada yapılması gereken bence aslında –bu her şeyde böyle, benim bugün kendi örneğinde anlattığım gibi, çok zor olduğunun farkındayım– ama bu tür durumlarda en ideali bu tür saldırgan üslûplara karşı, içeriği olmayan, bir tartışma açmayan, bir tartışmaya davet etmeyen üslûplara karşı –haksız haklı iş onları bir kenara koyuyorum ama–, ortada demokratik, sakin ve nazik, medeni bir tartışma olmayan çıkışlara karşı yapılabilecek en iyi şey bence bunu görmezden gelmektir. Görmezden gelmek yenilgiyi kabul etmek ya da çaresizlik göstergesi değil.
Tam tersine enerjinizin buralarda tüketilmesini engelleyip, enerjinizi gerçekten her koşul altında, her şart altında bir şeylerin yapılabileceği düşüncesiyle oralarda üretken bir şekilde pozitif bir şekilde harcamak. Aksi takdirde oyuna gelmiş oluyorsunuz — ki CHP’nin dün itibariyle başına gelen budur, Erdoğan’ın çok sevdiği bir noktaya geldiler. Bakalım buradan çıkabilecekler mi? Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.