Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (4): İdlib ateşkesi ve Odatv olayı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la yine karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte bu haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Bu haftanın gündemi çok kalabalık; İdlib olayı ve mülteciler konusu var. Basına yönelik birtakım yeni uygulamalar ve baskılar var. Kemal, İdlib konusu çok önemli tabii, ama şu anda devam eden önemli bir konu daha var: OdaTV. genel yayın yönetmeni Barış Pehlivan’ın da ifadesi alınıyor şu sıralarda. Daha önce, Libya’da öldürülen bir MİT mensubu ile ilgili haber yaptıkları gerekçesiyle, haber müdürü ve bir muhabir tutuklandı. Ama sadece bunlardan ibaret değil; Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel de ifadeye çağrıldı bugün. Daha önce, Yakın Doğu haber sitesinin genel yayın yönetmeni gazeteci-yazar Alptekin Dursunoğlu da tutuklanmıştı. Sputnik’e baskın yapıldı ve 3 gazeteci gözaltına alınıp ifadeleri alındıktan sonra bırakıldı. Bugün yine Yeni Yaşam gazetesi genel yayın yönetmeni Ferhat Çelik de ifadeye çağrılmış. Bunlar birbirinden farklı, birbiriyle bağlı olmayan, siyasî yelpazenin farklı yerlerinde duran yayın organları. Ama hepsi, çeşitli vesileler ve bahanelerle… 

Kemal Can: Evet. Sosyal medyada görüyorum; sosyal medya paylaşımları nedeniyle ifadeye çağrılan ya da gözaltına alınan insan sayısında bir artış var. İki türlü şeyin işlediğini düşünüyorum. Birincisi, son 1 ay içerisinde –aslında Osman Kavala davasında bunun işaretini görmüştük– topyekûn, muhalefetin tamamına birden lâf söylemek yerine, nokta hedefleri öne çıkartan, onlara dönük önce sosyal medya linçleri veya hedef göstermeyle başlayan, ama sonra biraz ayrıştırarak, senin de söylediğin gibi birbiriyle doğrudan bağlantılı olmayacağı düşünülen kişileri…

Çakır: Hatta onları aynı odaya koysan, aralarında kavga edecek insanlar diye düşünmüştüm. 

Can: Doğru. Önceden, bu tür baskı ya da sindirme ataklarının, bir çevreye dönük olarak başlatılıp, o çevreye yoğunlaştığını görüyorduk. Şimdiyse, birbirinden alâkasız çevrelere, birbirinden farklı gerekçelerle yapılıyor. Biraz sonra konuşacağımız mutabakat ya da Moskova görüşmesinin yarattığı ve yaratacağı siyasî atmosfer dolayısıyla, bu tür şeylerin artacağını düşünüyorum. “Tatlıya bağladık” diye dönülen Moskova, buraya tatlı bir rüzgâr getirmeyecek.

Çakır: Ama zafer çığlıklarıyla geldiler. Uçağa binen çok sayıda gazetecinin bunu resmetmelerini gördük. Hatta bir tanesi, Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak “Kılıçdaroğlu’nun korktuğu oldu, ateşkes imzalandı” dedi. İstanbul Valiliği’nin yasağı sürüyor mudur hâlâ? “Savaşa Hayır” diyerek harekâtı eleştirmeyi ve her türlü etkinliği 10 Mart’a kadar yasaklamıştı Valilik. Zaten 10 Mart’a kalmadan, savaş başlamadan bitti. 

Şöyle bir husus var — sen de, birçok kişi de yazdı; geçen, hafta bu durumu görenlerden birisi olan Aydın Selcen’den de epey alıntı yaptık: Orada Türkiye’nin sürdürebileceği bir savaş yok. Türkiye Suriye ordusuyla başa baş olsa belki böyle bir ihtimal olabilirdi — ki onun da olabileceğini düşünmüyorum. Ama Suriye ordusu ve oradaki yönetim, İran’ın, ama esas olarak Rusya’nın desteğiyle varlığını sürdürüyor. Yıllardır oraya yatırım yaptılar. Rusya’nın Suriye’ye yönelik ilgisi, Sovyetler Birliği’ne kadar uzanıyor. Yani orada en önemli müttefiklerinden birisi. Böyle bir şeyin akıl kârı olmadığı da ortadaydı. Ama buna rağmen, Cumhurbaşkanı da irrasyonel bir şekilde olaya dahil oldu. Devlet Bahçeli çok daha açık bir biçimde dahil oldu. Ve birtakım destekçiler de… Mesela geçenlerde Yasin Aktay “İdlib diye başlıyor, ama bunun Şam’a kadar yolu var” demiş. Bu akıldışı, gerçekleşmesi reel-politikle hiçbir şekilde bağdaşmayacak şeylerin üzerinden konuşuluyor. Üstelik o çizdikleri alanın içine girmeyenlere, her türlü hakaret ve suçlama yapılıyor; hatta belki yargı da devreye sokuluyor. Sonra bir bakıyorsun, itiraz edenlerin dediği noktaya yaklaşıyorsun — ateşkes gibi. Barış istemekle ateşkes yapılması arasında çok az fark var. Bu sefer de, sanki hiçbir şey olmamış gibi, zaten denilen noktaya gelinmiş gibi, “İstenen buydu” gibi bir havaya giriyorsun. Bütün bu retorik, sadece İdlib’le ilgili olmuyor. Türkiye’de son dönemde yaşanan krizlerin hepsinde aşağı yukarı böyle bir süreç yaşıyoruz. Önce çok sert bir pozisyon alma, “Ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Bir dakika!” diyenlerin hepsini dışlama, sonra da itiraz edenlerin pozisyonuna yakın bir yere geldiğinde baskın çıkmak

Can: Evet. Bu yapabilirlik kapasitesi meselesinde iktidar bir süredir, iç politikada da dış politikada da yapabilecekleri sınırları zorlayarak, bunu kabul ettirerek bir şey yapıyor. Bunun kendi yapabilirliği tarafına da işleyen bir yönü var. Yani şunu yapıyor: Eskiden, iktidarın, birkaç yıl içerisinde değişen politik pozisyonları, ittifakları üzerine konuşuyorduk. Şimdi haftalık, aylık düzeyde değişen birtakım şeyler görüyoruz. Bir söylenenin hemen sonrasında aksini söylemenin şaşırtıcı bir tarafı kalmadı artık. Bu, Cemaat meselesinde böyleydi, ekonomik kriz meselesinde böyleydi, ittifaklar meselesinde, Ergenekon, Balyoz sürecinde, Rusya uçağının düşürülmesinde böyleydi. Hepsinde böyleydi. Şimdi artık, üzerine mizah yapılamayacak kadar şaşırtıcı, çarpıcı, neredeyse aynı gün içerisinde birbirini ezen lâfların edilebildiği bir süreç yaşıyoruz. Mesela, İdlib meselesiyle ilgili ortaya çıkan tabloda, “Biz oradan çıkamayız. Çıkarsak Hatay’ın kaybı, memleketin kaybı olur” meselesinin özeti, bir biçimde, “İdlib’de ne işimiz var?” sorusunun cevabı. Yani çıkamayacağı bir yere girdiğinin itirafı aslında. Moskova’da ortaya çıkan tablo, Rusya’nın Türkiye’ye bir çıkış senaryosu olarak hediye ettiği bir şey değil. Tam tersine, şu anda imzalanan mutabakat, çıkamamanın imzalandığı bir mutabakat. Çünkü Soçi’den itibaren Türkiye’ye taşıtılan risklerin hepsi, fazlasıyla yüklenerek Türkiye’nin alanı daraltılıyor. Mutabakattan çıkan bu. Dolayısıyla, çıkılamayan ve kimsenin çıkmasına izin vermediği bir şeyi, bir meşruiyetle savunmaya çalışıyor. 

Çakır: Tabii burada şu hususu da vurgulamak lâzım: Sanki bir ara Rusya ile de karşı karşıya gelebilir gibiydi, hatta bu konuda “Vekâlet savaşları” yakıştırmaları da yapıldı; ama böyle bir şey olmadı. Çünkü Türkiye tek başına kaldı. ABD Patriot bile vermedi. Birtakım lâfların dışında, mülteciler için verilen paralar milyon dolarlarla ölçülüyor. Bu, hiçbir yaraya merhem olmayacak bir şey. Diyelim ki Türkiye, “Gerekirse Rusya’ya da meydan okuma” iddiasını mümkün kılabilecek hiçbir desteğe kavuşamadı ve kavuşacağı da yok. 

Can: Evet, ben de öyle düşünüyorum. Türkiye kendi çıkış formülü olmaksızın, çıkmasının çok zor olacağı bir yere girdi. Buna ister bataklık de, ister başka bir şey. Oraya girdi, ama oradan çıkış kapısını kendisi kuramadığı için, kendisine bir onurlu çıkış ya da güvenli çıkış imkânının birileri tarafından, bu zorlamayla sağlanabileceğini düşündü. Ama senin söylediğin gibi, ne ABD ne Rusya bir çıkış kapısı göstermediler. Tam tersine, kendi mecburiyetlerini dayattılar. Amerika açık vekâlet koşulu koyarak bir tür “Orada kal. Kalmanı desteklememin koşulu, senin orada vekil olarak görev alman” dedi. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Rusya açısından da benzer bir durum çıktı. Bence Rusya ve Suriye’nin, İdlib’i almaya zaten niyeti yoktu. Çünkü İdlib belalı bir yer şu anda. Askerî olarak alınması ve elde tutulması çok zor. Şimdi daha daraltılmış bir alanda, İdlib yine Türkiye’nin sırtında kalmış bir mesele. Bu açıdan, çıkışsızlığın derinleştiği bir tablo. 

Ama neticede, ateşkes iyi bir şeydir. Ne kadar “başarı” diye paketlenirse paketlensin –ki bence bu çok zorlama bir şey ve karşılığı olan bir şey değil– tersi bir şey yapılsa da olacaktı. İdlib sorununun iç politikaya yansıması, oradan çıkacak sonuç ne olursa olsun, her durumda negatif olacaktı. Şu andaki tabloda bunun “başarı” diye lanse edilmesi imkânsız. Ama Türkiye için, kayıpları engelleyecek her türlü frene basma durumu pozitif bir şeydir. Ama iktidarın bu konuyu tekrar iç politikaya sokma biçiminin hayırlı olup olamayacağı konusunda tereddütlerim var. 

Çakır: Metropoll Araştırma Şirketi’nin yaptığı “Türkiye’nin Nabzı, Aralık 2019” anketinde,Erdoğan’ın görev onayı zaman grafiğini görmüşsündür. Orada şöyle dikkat çekici bir şey var. Ne zaman sert bir şeyler olsa, 17-25 Aralık operasyonu, 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki o şiddet sarmalı, 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi,  Erdoğan’a güven ya da onay artıyor. En son artışı, Barış Pınarı Harekâtı zamanında oluyor. %50’yi bulamıyor, yanlış hatırlamıyorsam %48. Ama sonra tekrar iniyor. Bu olaydan önceki onayı %41’e inmişti. Şehitler söylemiyle, o hamasetle belki biraz yükselmiş olabilir. Ama şu anda yine inmiş durumda. Artık o tablo da gösteriyor ki Erdoğan bir şeyleri sertleştirmediği müddetçe ya da Türkiye’de kutuplaşmanın, kaos algısının güçlü olmadığı, ülkede insanların önüne bakabildiği dönemlerde Erdaoğan’a onay azalıyor. En son yerel seçimde olduğu gibi, o dönemde girdiği seçimlerde de kaybediyor. Mesela 7 Haziran 2015 seçimlerinde oran düşmüş. Seçimi kaybetmiş. Terör tırmandıktan sonra oran yükselmiş ve 1 Kasım seçimini kazanmış. Ama daha sonra yine düşmüş. Şu anda belki biraz yükselmiş olabilir.

Can: Benim o grafikten izlediğim çok net bir şey var. Dediklerin doğru. Bir tek, daha önceki dönemlerde geçici yükselişler sağlıyor ama, son olayda… İdlib meselesinin gerilimi son haftanın meselesi değil, yılbaşından itibaren tırmandı. “Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz,” “Bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek neredeyse reklamı yapılarak tırmandırıldı. Yılbaşından itibaren iki ay boyunca, tırmanmanın devam ettiği süreçte yükselme olmamış.

Çakır: Artık pek işe yaramıyor yani. 

Can: Dolayısıyla, artık bu düğmenin çalışmadığı anlamına geliyor. 

Çakır: Peki, popülaritesini, onayını yüksek tutabilmek için ne bulacak Erdoğan? Ekonomideki sorunları çözebileceğe benzemiyor. Birçok konuda insanları motive edemiyor. İleriye dönük hiçbir şey söyleyemiyor. En fazla yapabildiği, baskıcı, otoriter uygulamalarla birtakım şeylerin önünü kesmeye çalışıyor. Ama pozitif bir mesaj veremiyor. Onun yerine de, beka meselesini sunabileceği inandırıcı bir şey kalmadı. Şu anda bulabileceği bir şey de yok. PKK saldırısı olsa belki orada yürüyebilir; ama Suriye’de YPG-PYD olayı da bir statükoya bağlandı, o konu da kapandı. Ne olacak peki? Yunanistan’la ya da başka bir ülkeyle bir gerilime mi gireceğiz? Bu noktada benim dün yaptığım yayından bir örnek vereceğim. Argümanımı tekrarlamak istemiyorum; CHP’nin Erdoğan’a verdiği cevap meselesinde senin görüşünü merak ediyorum. Ben yanlış yaptığı kanısındayım.

Can: O konuda tam olarak senin gibi düşünmüyorum. Birinci sorundan, “Elinde ne kaldı?” meselesinden başlayayım. Gerilim yükselterek konsolidasyon üretme imkânının azaldığını biliyoruz.  Ama bunu yapabildiğine ilişkin inanç hâlâ devam ediyor. Hem kendi tarafında hem de muhalefet tarafında. Hâlâ işleyen şey bu. Gerilim yaratarak, savaş ya da çatışma ihtimalini yüksek tutarak bir konsolidasyon üretemiyor; Metropoll’ün araştırmasında da görüyoruz. Ama bunu yapabileceğine ilişkin inanç, oradaki desteğin çok üzerinde. Sosyal medyada son 1 ayda, özellikle muhalefet cephesinde, “İşte bu yüzden yapıyor. Bu gerilim, ‘Şehitler Tepesi’ oldukça, oyu artacak. Çünkü savaşı bahane edip seçimden kaçacak’ cümleleri var. Ya negatif anlamda, ya pozitif anlamda. Sürekli yapabilirliğini yükselten bir durum. Hâlâ bunu devam ettirebiliyor. Dolayısıyla, fayda elde edememesine rağmen bu gerilimi yükseltmesinin sebebi bu. Çünkü bu gerilimin her durumda işine yarayacağı inancı hâlâ tutabiliyor. 

Çakır: Özellikle muhalefet tarafında. 

Can: Bu bir yandan muhalefetin hareketini de engelliyor. Hatırlarsan, yerel seçimde de “Niye bu saçmalığı yapıyor?” denmesine rağmen, bunu yapmaya devam etmişti. Bu, iç ve dış her alanda senelerdir konuşulan şey.

Çakır: Ben şöyle görüyorum: Genellikle “Bir bildiği var ki yapıyor” diyorlar. Halbuki hiçbir şey bilmediği için mecburen yapıyor birçok şeyi. 

Can: Evet. Mesela bu İdlib geriliminde de, iktidarın bekası için ülkeyi ateşe atmayı göze alan bir… Onun öyle olmadığını gördük. Moskova’dan “Tatlıya bağladık” diyen Erdoğan’ın, kendi sınırları olduğunu görüyoruz. Ama kendisinin gördüğü bu sınırlar, karşısındakiler tarafından görülmek istenmiyor nedense. 

Çakır: Peki diğer hususa gelelim. 

Can: Bu karşılık verme meselesinde, üslûbu, yapılış biçimini ayrı tutuyorum. Ama şurada bir ayrım yapılması gerektiğini düşünüyorum. Gerilimde iktidarı yalnız bırakmak ya da kutuplaştırmaya aynı dille karşılık vermemek doğru bir tavırdır. Hele kampanya döneminde, bir alternatif olarak ortaya çıktığınızda bunu yapmamak doğru bir şeydir. Yerel seçimde de bunun sonucu alındı. Ama bu, şu sınıra götürüldüğünde bir dilsizleşmeye yol açıyor. Yaratılan şeyin gösterildiği bir aynayı mümkün kılacak reaksiyonsuzluk hali, yapılan hiçbir şeye asla karşılık vermemek… Bu karşılığın biçimini ve dilini kurmak önemli. Tıpkı, “Şehitler Tepesi” diye bir şey tırmandırılıyor, size bu yüzden “Hain!” deniliyorsa, siz de Şehitler Tepesi’nin boş kalmasının sözünü vererek karşılık verebilirsiniz. Aynı “Hainlik” karşılığını vermeniz gerekmez. Ama karşılık vermemek, dil olarak gerilimden uzak durmanın tek aracı değil. Orada doğru dili kurmak önemli. Ben, aynı dille cevap vermenin alternatifinin, görmezden gelmek olmadığını düşünüyorum. Bir Cumhurbaşkanı, Meclis’te, anamuhalefet partisinin liderine ya da herhangi birine, bu ülkenin diğer yarısına uluorta hakaret edememeli. 

Çakır: Hepimize dedi onu.

Can: Buna bir şey denmesinin yolu olmalı. O hakarete bir şey denmesinin yolu bu mudur, tartışılabilir. 

Çakır: Bence değil. 

Can: Ama duymazdan gelmenin de doğru olmadığını düşünüyorum. Bu, hukuk meselesinde de geçerli. Mesela, bir mahkemeden çıkmış bir karar çok mesele oluyor, “Bu hukuksuzluktur!” “Hukukun sonudur!” diyorsun. “E ne olacaktı ki? Zaten hukuk var mıydı?” tepkisi geliyor. Bu şaşkınlığı sürekli sürdürmek gerekiyor. Ya da, “Tamam, artık bitti, bu da böyle bir realite” diye kabul edilemez. Bu çok yaygın bir şey. “Sanders niye Amerika’da solculuk yapıyor?” veya “Corbyn niye İngiltere’de solculuk yapıyor?” tartışmalarına kadar ucu giden bir konu. Meseleye, karşı tarafı durdurmanın taktik yöntemleri açısından bakıldığında, nasıl reaksiyon verdiğinin, lâfını nasıl söylediğinin bazı sorunları olabilir. Ama bunun alternatifi dilsizlik olmamalı. O açıdan seninle farklı düşünüyorum.

Çakır: Tabii ki dilsizlik olmamalı. Ama aynı dili konuşarak, karşındakini kavga alanına çektiğin zaman…

Can: Bir şey söyleyeceğim. “İktidar seçmeni üzerinde bu tür şeyler etki göstermiyor” argümanı var. Doğru. Ama Erdoğan’ın çıkışının, aynı kelimeler açısından sorunlu olduğunu, iktidar çevrelerinin de düşündüğünü sanıyorum. Hatırla; 23 Haziran yerel seçim döneminde, İmamoğlu’na yakıştırılan Pontus tartışması meselesinde gördük.

Çakır: Burada şöyle bir nüans olduğu kanısındayım. Erdoğan’ın o konuşması çok aşırı ve zorlama olduğu çok bâriz. Bu, bir kavga davetiydi. O kullandığı “hain, alçak, şerefsiz, haysiyetsiz” sıfatlarının her biri tek başına bir kavga nedeni. Tam bir provokasyon. Ona bu yaptığının yanlış olduğunu söylemenin yolu “Sensin!” demek değil. Hatta senin de dediğin gibi, kendi tabanında da “Niye bu kadar gerginlik yaratılıyor? Madem savaşa gidiyoruz, kimseyi ürkütmeyelim. Onları da kazanmaya çalışalım” diyenler de vardır. Onun yolu bunu anlatabilmek. Böyle yapınca tabiî ki çok daha fazla dikkat çekiyor. Neyse, bu konuyu çok uzatmayalım. 

Son olarak, bu mülteciler meselesi üzerinde konuşalım. Çarşamba günü “Transatlantik” programında Gönül Tol da özellikle vurguladı. Ben de söylemiştim, ama Gönül Tol sadece iç politika yönünü söyledi; Mültecilerin sınıra doğru itilmesinin, bir nevi  “Cambaza bak” durumu olduğunu belirtti. Yani İdlib, şehitler konusu ve oradaki açmazlık durumu konuşulacakken, birdenbire bütün dikkat mülteciler konusuna çekildi. Çok önemli bir husus daha var: AK Parti tabanı ve muhalefet tabanında da çok güçlü olmak üzere, kamuoyunda bir yabancı karşıtlığı ve Suriyeli sığınmacılardan duyulan bir rahatsızlık var. AK Parti şu âna kadar bunu frenlemeye çalışıyordu. Ama daha fazla frenleyemeyeceğini de gördü. Ve fırsattan istifade bunu yaptı. Gönül Tol’a göre en bâriz nedeni bu. Avrupa’yı bir şeye çekme boyutu da var. 

Bir diğer husus da şu: Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerinde elindeki yegâne koz mülteciler konusu. Bunu da kullandı, denedi; bir panik yarattıysa, yarattı. Ama artık söyleyebileceği şey yok. İnsanlar artık bir deneyim elde ettiler. Bir sonraki hamlede ona göre tedbir alacaklar. Ve bu artık elinde bir koz olmaktan da çıkacak. Ben, mültecilerin, sığınmacıların bir koz olarak kullanılmasını hiçbir şekilde tasvip etmiyorum. Dışarıdan bakıp bir analiz yapmaya kalktığında, iktidarın bunu bir koz olarak kullandığını görüyorsun. Ama bu kozu da ciddi görünen ilk olayda kullanıp bitirdiler. 

Can: Ben Gönül Tol’un söylediğiyle ilgili birkaç soruyla döneyim sana. Mesela, iç politika için bunu kullandı ve İdlib baskısını kendi üzerinden atmak için bunu bir gündem başlığı haline getirdi. Peki, işe yaradı mı sence?

Çakır: Yok canım, kesinlikle yaramadı. Belki ilk gün biraz heyecan yarattı.

Can: Ama toplamına bakarsan; şu anda gündemde İdlib meselesi hiç konuşulmuyor, tamamen unutuldu. “Şehitler Tepesi” ve “İdlib’de ne işimiz var?” konusu kalktı. Hele Moskova’dan sonra, “Hiç konuşulmuyor” diyebilir miyiz? Bunun yerine, Türkiye kamuoyunun meselesi Avrupa’nın ikiyüzlülüğü mü oldu? Avrupa’nın ikiyüzlülüğü, yeni bir bilgi, yeni bir gündem açan bir özelliği yok zaten. Sadece Avrupa Birliği açısından söylemeyelim. Batı’nın, Suriye meselesinde, hatta Irak’a müdahaleden başlayarak, bütün bu insanlık dramı karşısındaki ikiyüzlülüğünün bir gündem değeri yok. Dolayısıyla, Gönül Tol’un söylediği şey açısından tersinden bakarsak; işe yaradığını görmüyoruz. Hatta Soylu’nun gazetecilere verdiği reaksiyon, Türkiye’den Avrupa’ya giden mülteci sayısı üzerinden bir tartışma açılmaya çalışılması da faydadan çok zarar getirecek şeyler.

Eldeki koz meselesine dönelim. Koz açısından elde ettiği şey nedir? Mesela, daha fazla para verilmesi olabilir. Bir şeyi kullanarak daha fazla para almak, kuvvetli bir dış politik koz mudur? Bu meseleye girilmesinin nedeni Suriye’deki harekâta politik ve askerî destek sağlamaktı. Bu anlamda işe yaradı mı diye bakalım.

Çakır: Hayır. Zaten buradaki husus şu: İç politikayı dengelemek için yapıyor, işe yaramıyor. Bunu yapıyor işe yaramıyor. Avrupa’yı yanına çekmek için yapıyor, işe yaramıyor. Bu aslında tamamen çözüm üretme, önünü görebilme yeteneğini iyice kaybettiğini gösteriyor. Ben bu olayı ilk duyduğumda “Bir Ayasofya’nın ibadete açılması kaldı” diye düşündüm. Elde başka bir şey, kitle desteği oluşturabilecek bir argüman kalmadı çünkü. Şimdi adını hatırlayamadım, birisi de “Seçim öncesinde onu da yapıyorlardı, son anda vazgeçtiler” dedi. Gerçekten ne Batı’yla ilişki kurarken ne kendi kamuoyuna yönelik olarak sunabildiği bir şey yok.  En fazla sunabildiği, “Şehitler Tepesi” diyerek insanlara ölmeyi sunan bir iktidar; kutsal, şerefli, onurlu ölümü sunuyor. İktidara geldiği andan itibaren, onu en çok ileriye doğru götüren, iyi bir yaşam sunmasıydı. İyi bir yaşamı belki tüm Türkiye’ye sunmuyordu; ama kendi muhafazakâr, dindar tabanına, “Siz yıllarca dışlandınız. Ben sizi merkeze taşıyacağım ve bu imkânlardan yararlanacaksınız” diyordu. Öyle de oldu. Daha iyi bir yaşam, daha müreffeh bir hayat sundu. Bu son olayda da gördük, şimdi insanlara sunabildiği tek şey kutsal ölüm. İdlib meselesinde “Biz İdlib’de duracağız. Sonra sizin şu, şu, şu imkânlarınız artacak” diye söylenen bir şey yok. “İdlib giderse, Hatay gider” diye söylenen birtakım zorlama şeyler var.

Can: Baştaki “Şam’a yürüyoruz, alanda etkin olacağız” söylemi, şimdi savunmacı bir pozisyona dönüştü. Önce, “Omuzlar üzerinde baş bırakılmayacak”ken, şimdi, “Bıraksaydık, Suriye taş üstünde taş bırakmayacaktı” diyerek birdenbire savunma diline döndü. Madem iç politikayla kapatıyoruz, şuna da bakalım: Özellikle, Haziran’da tekrarlanan İstanbul yerel seçiminden sonra, iki üç ay bir durgunluk geçirildi. Ama ondan sonraki altı ayda, 8-10 majör atakla, neredeyse bütün düğmelere basarak, kayyum hikâyesi, peşinden İdlib gerilimi, üstüne Libya, oradan çıkıp Kanal İstanbul, İş Bankası hisseleri, Ayasofya, mülteci meselesini gündeme getirdi. Şu anda normalde bu iktidarın gerilim üretme torbasında birkaç yıl idare edebilecek malzemeyi dört beş ayda ve çok da dişe dokunur karşılıklar alamadan saçtığını, kullandığını görüyoruz. Değerlendirme yaparken çok ilginç bir tablo. 

Çakır: Ben, bunun bir çaresizlik olduğunu, belli bir bilinç düzeyinde olan seçmen –ki AK Parti tabanında da var bu seçmenlerden– bunu görüyor. Bu anlamda, bir türlü kurulamayan Ali Babacan’ın partisi, söylendiği gibi haftaya kurulacak olursa, ona gösterilecek ilgi, tepki birtakım işaretler verecektir diyerek noktayı koyalım. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada sonlandırıyoruz. Söyleyeceklerimiz bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.