Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Koronavirüs dünyayı nasıl değiştiriyor? Altı farklı uzman Der Spiegel’e değerlendirdi

Koronavirüs salgını sona erdikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Peki ne olacak? Bütün dünyayı kasıp kavuran bu değişimin sonunda kim kazançlı çıkacak? İktisatçı, diplomat ve kamuoyu araştırmacılarından oluşan altı uzman, koronavirüs salgını sona erdikten sonra bizi nasıl bir dünyanın beklediğine dair tahminlerini Spiegel International ile paylaştı. Der Spiegel’den Georg Fahrion, Jens Glünsing, Laura Höflinger, Britta Sandberg, Fritz Schaap ve Christoph Scheuermann’ın katkılarıyla derlenen yazıyı, Özge Somlyai-Çakır’ın çevirisiyle sunuyoruz.

Kıyamet alametleri burnumuzun dibinde. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre dünya, 1929-30 yıllarında yaşanan büyük buhrandan beri en çarpıcı ekonomik krizle karşı karşıya. Foreign Policy ise koronavirüs salgınının gezegeni baştan aşağı değiştireceğini yazıyor. Her yerde durum bu kadar kötü mü olacak gerçekten?

Şu anda bütün dünyada bir kriz iklimi hâkim ve hükümetler salgını kontrol altına almaya odaklanmış durumda. Bu dönemde yaşanan gelişmeler, geleceğe dair bazı ipuçları da sunuyor. Küreselleşmenin düşüşe geçmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Ulus-devletler krizin kazananları arasında yer alırken, uluslararası organizasyonlar krizin kaybedenleri arasında yer alacak. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) dünya sahnesinden çekilişinin hızlanacağını söylemek şu an için, özellikle de salgının yarattığı krizi fırsata çevirerek etki alanını genişletmeye çalışan Çin göz önünde bulundurulduğunda, erken bir tahminde bulunmak olur. 

Ancak Şili’den kamuoyu araştırmacısı Marta Lagos bu salgının bazı firsatlar doğurabileceğini düşünüyor, özellikle de hükümetlerin yalnızca bir grup elite değil, kamuya fayda sağlamak için çabaladıklarını vurguluyor. Güney Afrika’da siyasi coğrafya araştırmaları yürüten Jakkie Cilliers, Afrika kıtasının artan istikrarsızlıkların merkezi olabileceğini ama aynı zamanda bu krizin demokratikleşme adına olumlu gelişmelere yol açabileceğini düşünüyor. Tabii herkes bu kadar iyimser değil.

Fransız dış politika uzmanı Bruno Tertrais, koronavirüs salgını sonrasında dünyanın nasıl bir yer olacağına dair fikirlerini paylaştığı makalesi için, Çin burçlar kuşağında bu yıla verilen aynı isimden esinlenerek, “Sıçanların yılı” başlığını uygun gördü. Tertrais daha kötümser bir bakış açısını benimsiyor ve ekonominin düzelmemesi halinde hem devletin vatandaşlarını gözetim altında tutma eğiliminin artmasından hem de yüksek enflasyondan korkuyor. 

“Uluslararası ilişkilerde çok taraflılıktan kalan kırıntılar da başarısız oldu”

Daha fakir, daha acımasız, daha küçük bir dünya bizi bekliyor. Hatta dünya böyle bir yer haline geldi bile.


Küresel ekonominin küçülmesi bekleniyor. Ülkeler ilaç ve koruyucu ekipman için birbiriyle yarışıyor. Bu salgınla ancak birlikte mücadele edebileceklerini kabullenmek yerine birbirlerini suçlayıp sınırları kapatmayı seçiyorlar. Herkesin kendini, yalnızca kendini düşündüğü günlerden geçiyoruz. 

Bu salgın, bütün dünyayı bir araya getirecek, yakınlaştıracak bir şok etkisi yaratmakta önemli bir rol oynayabilirdi. Bunun yerine, koronavirüs, mali krizden sonra ortaya çıkan fay hatlarını derinleştirecek gibi görünüyor. Yerli ekonomiyi koruma yöntemi olarak korumacılık, toplumda kutuplaşma ve sağ siyasete doğru bir kayma gözlemleyeceğiz. Uluslararası ilişkilerde çok taraflılıktan kalan kırıntılar da başarısız oldu. Gücü elde etmenin nihai hedef olduğu iktidar siyasetine dönüşü yaşıyoruz. 

Sorun şu ki, küresel siyaset sahnesinde lider olmak isteyen gereğinden fazla aktör var. Japonya, Çin, ABD ya da Hindistan fark etmeksizin, dünyanın neresinde olursa olsun otoriter liderler iktidarlarının meşruiyetini aşırı milliyetçiliğe dayandırıyor. Uzlaşma ve fedakârlığın bir tür zayıflık belirtisi olarak görülmesinden endişelenen bu tür liderler için diplomasi daha zor hale geliyor. 

Bu yeni dünya düzeninde hedeflerine ulaşmak Hindistan için daha zor hale gelecek. Hindistan’ı bütün vatandaşlarının potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri bir ülke haline getirmek istiyoruz. Hindistan’ın bunu başarması ise ancak barışın olduğu ve küresel ilişkilere açık bir dünyada mümkün. Gelecekte her ikisini de bulmakta zorlanabiliriz. 

Endişe verici iki olasılık var: Birincisi Hindistan, küreselleşmenin nimetlerinden faydalabildi. Geçtiğimiz 30 yılda ülke tarihinin en iyi dönemini yaşıyordu ve fakirlik azımsanamayacak ölçüde azaldı. Bugün, Hindistan’ın gayri safi milli hasılasının neredeyse yarısı dış sektöre bağlı. İster enerji ya da teknoloji, ister sermaye açısından bakalım, kendi kabuğumuza çekilemeyiz. Küreselleşmenin sonunun gelmesini beklemiyorum: Virüs birbirimize ne kadar bağımlı olduğumuzu bir kez daha kanıtladı. Ancak belki mallara ve yatırımlara eskisi kadar açık olmayan, yeni fikirlere ve işçilere de büyük ölçüde kapalı olabilecek, yeni bir küreselleşme türünü deneyimleyeceğiz.

İkincisi, bu krizden kimin kazançlı çıkacağını söylemek için henüz çok erken. Ancak Çin ve ABD gibi iki büyük güç arasındaki çekişme ve eski düzenin kurallarını yeniden yazmaya niyetli olmaları büyük bir istikrarsızlık kaynağı olabilir. 

Yeni Delhi’nin bu değişiliklere hazırlanması gerekiyor. Her şeyden önce, ki bu noktada hükümetin iyi bir başlangıç yaptığını söyleyebiliriz, bu kriz sürecinde komşularına destek olması gerekiyor. Güney Asya’nın en büyük ülkesi olarak Hindistan, güvenlik, istikrar ve refahın bölgedeki sağlayıcısı olmalı. Sadece bu kıta parçasında değil, Hint Okyanusu’nun çevresinde, Afrika ve Güneydoğu Asya’nın bir bölümünü içeren bölgede de aynı rolü üstlenmeli.

Hindistan bu krizi fırsata dönüştürebilir. Daha önce defalarca kanıtladığımız gibi, kriz yönetiminde başarılıyız. Büyük ve temel yeniliklerimiz, ekonomimizin serbest hale gelmesi ve Hindistan’ın buna bağlı olarak yükselişi hep kriz dönemlerinde gerçekleşti.  

Eski bir Hint diplomat olan Shivshankar Menon,eski  Başbakan Manmohan Singh hükümetinde ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yaptı. Halen Yeni Delhi'deki Ashoka Üniversitesi’nde ders vermektedir.

“Uzun vadede, demokrasilerimiz kazançlı çıkacak”

Bu kriz bize birinci dünya ülkelerinin başarısız olduğunu düşündürüyor. New York’tan ya da Bergamo’dan gelen görüntüler bize ABD’nin ya da Batı Avrupa’nın olduklarını düşündüğümüz mükemmel pırıltılı taşlar olmadığını gösteriyor. Kuzey ülkeleri bize karşı hep sert oldu, hatalarımız yüzünden bizi payladı. Şimdi görüyoruz ki, kral çıplak! Yakın dönemde kuzeye gitmenin bir yolunu arayan göçmenlerin çoğu istikametlerini değiştirecek. Geleceğin göç rotaları güneye doğru çizilecek.


Kuzeyin itibar kaybını, hiçbir ülkenin küresel liderlik rolünü üstlenmeye istekli olmamasında da gözlemleyebiliriz. ABD artık küresel bir güç değil ve Çin de artık diğer ülkeler için bir rol model değil. Ulus devletlerin kendi yollarını çizdiğini görüyoruz. Ulus devletlerin bu krizden nasıl çıkacakları sorusunun cevabı, bize ileride kimin yolundan gideceğimizi de gösterecek.

Ben inanıyorum ki, ne kadar kusurlu olursa olsun, demokrasilerimiz uzun vadede bu krizden kazançlı çıkacak. İlk kez, karşı karşıya olduğumuz kısıtlamalar, toplumun yalnızca belli bir kesimini değil herkesi etkiliyor. Sözkonusu kısıtlamalar, otoriter bir rejim tarafından dayatılmıyor, aksine hukukun üstünlüğünü tanıyan demokratik sistemlerde gerçekleşiyor. 

Birçok ülkede insanlar ilk kez hükümetlerinin yalnızca küçük, güçlü bir grup elitin çıkarları için değil toplumun geneli için endişelendiğini görüyor. Latin Amerika ülkeleri daha fazla özgürlük, eşitlik ve demokrasi talep edecek. Bu da devrimden ziyade demokratik güç kullanımının yeniden tanımlanması anlamına gelecek toplumsal ayaklanmalara yol açabilir. Ekonomilerimizi yeniden düzenlememiz ve işsizler ile ayın sonunu zor getirenler için sosyal koruma politikalarımızı gözden geçirmemiz gerekecek. 

Koronavirüsle mücadelede en önemli rolü oynayan meslek grupları çöpçüler ve hemşirelerdir. Daha önce toplumun geri kalanının takdir etmeye tenezzül etmediği meslek grupları, şimdi toplumların vazgeçilmezi olarak değerlendiriliyor. Bu, yeni bir sosyal dengenin kurulmasını sağlayacak. 

Marta Lagos, Şili’deki kamuoyu araştırmaları merkezi Latinobarómetro’nun kurucusu.

“Çin ile işbirliği kurmak için kaçırılmış bir fırsat“

Koronavirüs salgınından çıktıktan sonra ABD’yi değerlendirirken iki temel faktör ön plana çıkacak: Birincisi, hem halk sağlığı hem ekonomi açısından düşünüldüğünde bu salgını ülke içerisinde ne kadar iyi idare edebildik? İkincisi, ABD küresel alanda bu salgına verilen uluslararası yanıtı yönetmede nasıl bir rol oynadı?

Tarihsel olarak ABD’nin üstlendiği rollere bakacak olursanız, önceki yönetimlerin, örneğin AIDS ile mücadelede bir adım öne çıktığını ve uluslararası topluma önderlik ettiğini görebilirsiniz. Aynı şey mali krizler için de geçerli. Ebola krizi sürecinde, Avrupa ülkelerini ve diğerlerini Afrika’da krizden etkilenen ülkelere yardım etmeye yönlendiren ABD idi. Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler diye ayırmaksızın ABD yönetiminden beklenen, özellikle gelişmiş ülkelerden oluşan müttefikleri ve ortakları tarafından, salgınla mücadele adına atılacak adımları organize etmesi idi. 

Ancak bu kez ABD büyük ölçüde çekimser davrandı ve bir çeşit güç boşluğu yarattı. Daha da kötüsü, tıbbi ekipman için giriştiği kaotik mücadelede, müttefikleri ve ortaklarıyla doğrudan rekabete girişti. 

ABD’nin tutumu liderlik açısından bakıldığında tam bir başarısızlık olarak değerlendirilebilir. Bu başarısızlık, dünyanın birçok yerinde ABD’nin nasıl algılandığını önemli ölçüde etkileyecek ve eğer kasım ayındaki seçimlerde bu yaklaşıma itiraz edilmezse, aynı şekilde olumsuz etkilemeye devam edecek. 

Büyük resme baktığımda, bu ülkedeki herkesin ABD’nin küresel siyaset sahnesinden kendi kabuğuna çekilmesini desteklediğini düşünmüyorum. Anket sonuçlarına bakınca görüyoruz ki pek çok Amerikalı, ABD’nin küresel siyasette aktif rol oynamasının ülke içinde çıkarların korunması için ne kadar önemli olduğunun farkında. 

Buna rağmen buradaki insanlar birkaç noktada tepkili. ABD’nin küresel liderlik rolünü üstlenmesine yönelik olumsuz tepkilerin bir kısmının temeli beklenen sonuçların alınamadığı, özellikle Afganistan ve Irak’taki bir dizi askeri müdahaleye dayanıyor. Gerek sağ gerekse sol cenahta, siyasi aktörler arasında rejim değişikliği hedefiyle büyük ölçekte askeri güç kullanımını savunanların sayısı önemli ölçüde azalmış durumda. 

Birçok Amerikalı, özellikle büyük ölçüde küreselleşmiş sektörlerdeki işçiler serbest ticaret anlaşmalarına daha kuşkulu yaklaşmışlardır. Çünkü bu anlaşmalar bazı durumlarda ABD’de iş kaybına yol açmıştır. Küreselleşmenin artıları ve eksileri var. Koronavirüs salgınından yola çıkarak, tıbbi tedarik zincirlerini ulusal güvenlik çerçevesinde ele almalıyız. Bir krizde önceliğimiz Amerikalıları’n hayatını kurtarmak ise, Çin’de üretilen ekipmana bağımlı olabilir miyiz gerçekten? Sağlık hizmetleriyle ilgili malların tedarik zincirinde çeşitlenmenin arttığını görmemiz muhtemel. 

Amerikalı seçmenlerin “Önce Amerika” sloganıyla gelen Trump’ı başkan olarak seçmesi, müttefiklerimizin zihninde soru işaretleri oluşturdu. Müttefiklerimiz, “ABD yeniden kabuğuna mı çekilecek?” diye sormaya başladılar. Dünya genelindeki müttefiklerimizin zihnindeki şüpheyi ortadan kaldırmak ve ülkenin çıkarları için ABD’nin uluslararası arenada aktif olması gerektiğini anlayan bir yönetim için bir dizi seçim sürecinden daha geçmemiz gerekecek. Müttefiklerimiz Trump’ın bir anomali, bir istisna olduğunu anlamak zorunda. İklim değişikliği, nükleer silahların yayılması ve bu koronavirüs salgını gibi büyük çapta problemleri çözmenin tek yolu, uluslararası düzene, neyin işe yarayıp yaramadığını ayırt edebilen, açık gözlü ve faydacı bir aktör olarak katılmaktır. 

Küresel siyasette ABD liderliğinin hayati önem taşıdığının farkında olan ve uluslararası toplumu bir araya getirmeye istekli ve bunu başarabilecek bir başkan seçebileceğimizi düşünüyorum. Ancak bu, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi dünyanın en büyük gücü olduğu günlere döneceği ya da yeniden Soğuk Savaş sonrası dönemin tek kutuplu düzenine döneceğimiz anlamına gelmiyor. 

Sadece ABD’nin liderlik rolü değil, aynı zamanda bütün dünya değişiyor. Uluslararası sistem, Çin’in yükselişiyle birlikte çok kutuplu bir hale geliyor. Güç yayılmaya devam ediyor. 

Çok kutuplu, rekabetin daha yoğun olduğu bir küresel ortamda ABD liderliğine giden yol, bizimle aynı çıkarları ve değerleri paylaşan diğer demokrasilerle ortaklıklarımızı ve ittifaklarımızı daha iyi kullanmaktan geçiyor. Ayrıca, Kuzey ve Güney Amerika, Avrupa ve Asya’daki demokrasiler arasındaki faaliyetleri düzenlemek için, G-7, G-20 ya da Birleşmiş Milletler’den (BM) daha kuvvetli mekanizmalara ihtiyacımız olacak. Bir dizi geçici önlemin alındığını göreceğiz. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi örgütler, özellikle gelişmekte olan ülkeler ve kendi başlarına hastalık kontrol mekanizmalarına sahip olmayan ülkeler için yadsınamaz öneme sahip ve BM Güvenlik Konseyi gibi organların büyük oranda etkisiz olduğu durumlarda bu ülkeler için yol gösterici haline geliyor. Donald Trump’ın küresel bir salgının ortasında DSÖ için ayrılan hazine kaynaklarını kestiğini duyurması anlamsız. ABD, DSÖ’den şikayet edecek kadar çaba göstermedi, terk etmek yerine iyileştirmek için çaba göstermeliyiz.

Ayrıca, acil konuları daha basit ve bütünsel bir şekilde ele alabilmek için Çin ile ABD arasında çok daha fazla stratejik diyalog görmeyi isterim. 

Salgının ilk aşamasında uluslararası kamuyou ile gerekli bilgiyi paylaşmadığı, gerçekleri saptırdığı ve salgın hakkında insanları erkenden uyarmaya çalışanları cezalandırdığı göz önünde bulundurulunca, salgından güçlenmiş bir Çin’in çıkmasına kesin gözüyle bakmak zorlaşıyor. Bununla birlikte, bu süreç ABD için Çin ile işbirliği yapmak, krizi geniş ve uluslararası boyutlarıyla ele almak adına kaçmış bir fırsat. Bir ABD başkanından beklenen, G-7 ya da G-20 zirvesini toplantıya çağırmak ve bu forumlar aracılığıyla, bir güç boşluğunun doğmasına neden olmak yerine Çin’i de dahil ederek, krize uluslararası çapta yanıt verebilmek için bir yol aramaktı.

Yeni Amerikan Güvenlik Merkezi adlı düşünce kuruluşunun kurucu ortağı olan Michèle Flournoy aynı zamanda Washington D.C.’de faaliyet gösteren WestExec Advisors şirketinde siyasi danışmanlık direktörü olarak görev yapıyor.

“Virüs devletlerin istikrarını da tehdit edecek”

Koronavirüs salgını Afrika için geçmişten kopuş anlamına gelmeyecek, aksine mevcut eğilimleri hızlandıracak. Bu durum Çin’in önemi için de geçerli, Afrika’nın Çin’e bağımlılığı için de. Aynı şekilde göç akımları, terörizm ve savaşlar için de geçerli.

Virüs Afrika’da dünyanın diğer bölgelerine göre daha geç yayılmaya başladığından, doğru tahminler yürütmek için henüz erken. Ancak halihazırda açıkça görülebilen bazı sonuçları var. Afrika’nın mevcut mutlak yoksulluğu ortadan kaldırmak için yıllık yüzde 10 ile 14 arasında ekonomik büyümeye gereksinimi var. Bu hedeflere ulaşılsa dahi on yıldan fazla zaman alacak bir süreçten söz ediyoruz. Şiddetli bir küresel durgunluk, Afrika’nın büyüme hızını hayati derecede etkileyecektir.

Bu yıl ve önümüzdeki yıl, mutlak yoksullukta daha hızlı bir artış, gelirlerde ise azalma göreceğiz. Güney Afrika’daki büyümenin yüzde 5 oranında düşmesi, sadece burada mutlak yoksulluk koşulları altında yaşayanlara 2 milyondan fazla  bireyin eklenmesi anlamına gelecektir. Burada bile, fakirlik belli bir noktaya ulaştığında huzursuz seslerin yükseleceğini düşünüyorum, ki bunu Afrika’nın daha fakir diğer ülkelerinde gözlemlemek işten bile değil. 

Afrika büyük ölçüde emtia ihracatına bağımlı olduğu için birçok ülkenin ekonomisi zarar görecek. Dünyanın geri kalanında ekonomik büyümenin yavaşlaması, Afrika’nın bu ihracatlarda önemli bir düşüş göreceği anlamına gelir. Bunun sonucu, Çin’e daha da bağımlı hale gelmek olabilir. Çin tarafından Afrika’ya büyük yardım çabaları olduğunu görüyorum. Çin’in bu çabalarının meyve vereceğini düşünüyorum çünkü ABD şu anda Afrika’ya yardım eli uzatmak için hiçbir şey yapmıyor. Böyle giderse Çin gelecekte Afrika için bugün olduğundan daha önemli bir ticaret ortağı haline gelecek.

Ancak virüs aynı zamanda devletlerin istikrarını da tehdit edecek. Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altındaki barışı koruma faaliyetlerinde azalma görülebilir. Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki BM faaliyetleri zayıflatılabilir. Birliklerin geri çekilmesi ya da faaliyetlerin azaltılması, Sahil’den Orta Afrika’ya ve Afrika Boynuzu’na kadar uzanan şeritte yer alan ülkelerde istikrarın sağlanması anlamında yavaş ve emin adımlarla kaydedilen ilerlemenin de tehlikeye atılması anlamına gelebilir. Bunun sonucunda komşu ülkelere yayılan istikrarsızlık, bölgesel istikrarsızlığın da yeniden canlanmasına neden olabilir. 

Virüs ayrıca organize suçlar, isyanlar ve terörizm faaliyetleriyle mücadelede hükümetleri zayıflatacak. Mücadeleye dahil olabilen kolluk güçlerinin sayısı, koronavirüs salgını nedeniyle sınırlanmış olacak. Sahayı, kısmen de olsa, bugüne kadar gördüğümüzden daha da güçlü bir şekilde çarpışmaya girecek terörist gruplara bırakmak zorunda kalacaklar. Muhtemelen Avrupa’ya doğru daha büyük göç dalgalarının görülmesi için bir neden de bu olacak. 

Ancak, Afrika’daki otokratların uzun vadede kârlı çıkacaklarını düşünmüyorum. Elbette bu kriz, bariz suiistimalleri, devlet teşkilatlanmasındaki aksaklıkları, temiz su arzının bile garantisini veremeyişlerini gözler önüne seriyor. Başka yerlerdeki durumun aksine, Afrika’da daha fazla demokrasiye yönelik bir eğilim var ve bence Kovid-19 bu eğilimi güçlendirecek. Şimdi Afrika’nın kanayan yarasına parmak basılacak, geçmişte yapılan hatalarla yüzleşilecek ve insanlar birilerinin hesap vermesini isteyecek.

Jakkie Cilliers, Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü'nde (ISS) mütevelli heyeti başkanı olarak görev yapıyor. 

“Yüksek enflasyon toplumda huzursuzluğa neden olabilir”

Öyle bir aşamadayız ki, herkes kendi görüş ve varsayımlarının koronavirüs krizi süresince doğrulandığına ikna olmuş durumda. Bu Batı için de geçerli, Doğu için de. Hatta sağ ve sol için de aynı şekilde geçerli. Ama krizin muhtemel sonuçları kendini göstermeye başladı bile.

Krizin sonuçlarından biri, küreselleşmenin düşüşe geçmesi olacak. Bu düşüş, salgının patlak vermesinden önce başlamıştı. Ekonomik nedenlere bağlı olarak ve aslında güvenlik endişesiyle, Batı ülkeleri uzun zamandır Çin’e bağımlılığı azaltmayı hedefliyordu. Mevcut koronavirüs krizi bu eğilimin tırmanmasına neden oluyor ve karşılıklı ekonomik bağımlılık azalacak. Özellikle sağlık hizmetleri sektöründe, stokların artırılmasına odaklanılacak. 

Burada ortaya ilginç bir soru çıkıyor: Bu sorun ulusal düzeyde mi çözülecek, yoksa diğer ülkelerle işbirliği içinde mi olacağız? Sağlık hizmeti sektöründe tek başımıza mı hareket edeceğiz, yoksa Avrupalı müttefiklerimizle birlikte mi hareket edeceğiz? 

Bu krizin diğer bir sonucu da popülizmde düşüş ve ulusal egemenliğe verilen önemin artması şeklinde olacak. Birçok ülkede bu şiddetli salgının sonunun geldiği görülmeye başlandığında insanlar popülist yönetimlerin diğerleriyle kıyaslandığında kriz yönetiminde daha kötü olduğunu fark edecekler. Popülist liderlerin çoğu, hepsinden önce Donald Trump, vatandaşlarının en acil kaygılarına yanıt vermekte, en azından bir parça empati göstermekte hayret edilecek derecede başarısız oldu. 

Ancak bütün bunları tehlikeye atabilecek bir şey var: Krizden sonra ekonomimizi iyileştirmeyi başaramazsak, popülistler yeniden destek kazanacak. Örneğin, yüksek enflasyonun geri dönüşü toplumda huzursuzluğa yol açabilir. 

Öte yandan, ulus devletler krizin en büyük kazananları olacak gibi görünüyor. Sağlık sektöründe olduğu gibi, gıda tedarikinde de yeniden yerelleşmeden faydalanılacak. Ulus devletler kendi kabuklarına çekilme ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı daha fazla koruma talep etme eğiliminde olacak. Bu, Avrupa’nın sınırları açtığı Schengen sisteminin gözden çıkarılması anlamına gelebilir. Burada da ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Bu yeni egemenlik ulusal mı olacak, Avrupalı mı? 

Aynı zamanda bir tür dijital otoriterlik çağına girip, bazı özgürlüklerimizden feragat etmek durumunda mı kalacağız? Ben bu noktada kötümserim. Her halükârda, toplumun büyük bir kısmı, özgürlüklerinin büyük ölçüde kısıtlanmasını kabullenmeye hazır olacak gibi görünüyor. Tıpkı 11 Eylül’den (2001) sonra olduğu gibi, daha fazla, daha sıkı kontrolü kabulleneceğiz. 

Bazı büyük güçler bu salgın sürecinden bir zafer elde ederek çıkacak mı? Hiç sanmıyorum. En azından önümüzdeki iki yıl için böyle bir öngörüm yok. ABD artık uluslararası arenada liderlik rolünü üstlenmiyor olabilir, ancak bu rolü üstlenmek için öne çıkacak başka bir güç de olmayacak. Hiçbir ülke bu krizden güçlenmiş olarak çıkmayacak. Önümüzdeki beş yıl içinde önümüzde farklı bir resim olabilir elbette, ancak o zamana kadar ABD kendini yeniden konumlandıracak. Avrupa’yı gömmekte hep aceleci davranıyoruz, ancak unutmamalıyız ki, Avrupa, krizlere uyum sağlamak konusunda büyük ölçüde başarı gösterdi. 

Bruno Tertrais, Paris’teki dış politika düşünce kuruluşu Fondation pour la Recherche Stratégique’de (Stratejik Araştırma Merkezi) müdür yardımcısı olarak görev yapıyor. 

“Çin artık savunma halinde değil gibi görünüyor”

Benim düşüncem, yalnızca bir yıl civarında sürmesi koşuluyla, bu salgının ABD ile Çin arasındaki coğrafi-ekonomik güç dengesinde köklü değişimlere yol açmayacağı yönünde. Muhtemelen her iki ülkede de, eninde sonunda güçlü bir ekonomik toparlanma gözlemleyeceğiz. Bununla birlikte, bu salgın Çin ile Batı’da yer alan demokrasiler arasındaki ilişkileri aşağı çekme noktasında etkin bir rol oynayabilir. Daha kötüye giden yanlış algılamalar ve güvensizlikler sözkonusu olacak. Bu durum, ABD ile Çin arasında yeni bir soğuk savaşa dahi neden olabilir. Bu da küresel liderlik rolünü üstlenmek iddiasındaki Çin için kesinlikle iyi bir haber değil. 

Salgının başlangıcında yaygın düşünce, Çin’in izlediği politikalardaki aksaklıkları, eksikliklerin koronavirüs salgını ile açığa çıktığı yönündeydi ve Çin’in liderlerinin meşruiyeti sorgulanıyordu. Fakat tuhaf bir şekilde, Çin artık savunma pozisyonunda değil gibi görünüyor. ABD “Önce Amerika” yaklaşımını takip ederek kendisi için tıbbi malzeme toplarken ve gelişmekte olan ülkelerin yardım beklentilerini karşılayamazken, Çin uluslararası arenada liderlik rolünü üstlenmese de daha yardımsever bir müttefik olarak görülüyor. 


Bunun Çin toplumunda da yankılarını görmek mümkün. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkani Şi Cinping daha güçlü ve etkili bir lider olarak görülmeye başlandı, halkın ülkedeki siyasi sistem ve yönetimle ilgili görüşleri önemli ölçüde değişti. Bir zamanlar hükümeti eleştiren vatandaşlar, hükümetin (bu salgın sürecindeki) politikalarını desteklemeye başladılar. Küresel açıdan baktığımızda da ABD ya da Almanya gibi Batılı devletlerin salgınla mücadelede Çin kadar etkili bir rol oynayamadığı görüşü hâkim. Bu algı, tek partili yönetimin benimsendiği ve ekonominin devlet kontrolü altında olduğu Çin modelinin gelişmekte olan ülkeler için daha cazip bir model haline gelmesine yol açabilir.

Bununla birlikte, Batı’da Çin’e yönelik, kronavirüs salgınının başlangıçta örtbas edildiği, vaka sayısının tam ve doğru olarak bildirilmediği ve kasten yanlış bilgi paylaşıldığı gibi suçlamalar katlanarak devam ediyor. ABD’de, bu salgının kontrolünü bile isteye elden bıraktığı gerekçesiyle Çin’in ekonomik yaptırımlara maruz kalması yönünde sesler bile yükseldi. Batı toplumlarının verdiği yanıtlara bakacak olursanız, en kibar haliyle “karmaşık” yanıtlar geldiğini söyleyebiliriz, bu bile çok kibar olurdu.

Küresel liderlik savaşının sonuçları, salgının neler getireceğine bağlı olarak gözlenebilecek. Özellikle Çin’de, virüsün yeniden yayıldığı, ikinci bir dalganın ortaya çıkmasından gerçekten endişe duyuluyor. Çin hükümeti, yaz aylarında koronavirüs vakasının yükselişe geçmesi ihtimaline karşı hazırlıklarını sürdürüyor. Diğer ülkelerde, nüfusun büyük çoğunluğu enfekte olduktan sonra koronavirüs hastalığını atlatabilir ve “sürü bağışıklığı” sağlanabilir. Çin’de ise insanların çoğu virüsle temas etmedi, bu da “bağışıklık açığı” dediğimiz duruma yol açıyor. 

Koronavirüse karşı etkili bir aşı yaygın hale gelmedikçe bu durum Çin için bir tehlike oluşturuyor. Diğer ülkeler ekonomilerini yeniden dışa açabilecek duruma geldiğinde, Çin sert kapalı ekonomi önlemlerini sürdürmek zorunda kalabilir. Ancak Çin uluslararası toplumla iletişim halinde olmak istiyorsa, sınırlarını yeniden açmak zorunda kalacak. Küresel liderlikte gelecek vaat eden, Çin gibi bir ülkenin sonsuza dek kabuğuna çekilmesi düşünülemez. 

Çin kökenli bir Amerikan vatandaşı olan Yanzhong Huang, New York merkezli bir düşünce kuruluşu olan Dış İlişkiler Konseyi’nde küresel sağlık alanında çalışan kıdemli bir akademi üyesi.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.