Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

CHP’nin seçimi: Seren Selvin Korkmaz, Hatem Ete, Burak Bilgehan Özpek ve Ruşen Çakır tartışıyor

Ruşen Çakır, sosyal bilimciler Seren Selvin Korkmaz, Hatem Ete ve Burak Bilgehan Özpek ile CHP kurultayını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ittifak stratejisini tartıştı.

https://soundcloud.com/medyascopetv/chpnin-secimi-seren-selvin-korkmaz-hatem-ete-burak-bilgehan-ozpek-ve-rusen-cakir-tartisiyor

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 37. Olağan Kurultayı başladı. Bu kurultayı, CHP’yi ve CHP’nin stratejisini üç konuğumla birlikte değerlendireceğiz. İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü ve siyasetbilimci Seren Selvin Korkmaz, Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Hatem Ete ve bizim “freelancer” serbest siyasetbilimci Burak Bilgehan Özpek. Hepiniz hoşgeldiniz. CHP Kurultayı üzerine çok konuşacak bir şey olmayacağı görülüyor. Zaten Covid-19 salgını nedeniyle kurultay seyircisiz yapılacak. CHP Kurultayı’nda delegeler, kurultay alanındaki görevliler ve basın mensupları olacak. Tabii ki konuşmalar önemli. Kılıçdaroğlu, seçimi kazanacak gibi görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun karşısında üç isim var. Ama onlar aday gösterilebilecek mi? Gösterilse bile çok fazla oy alma ihtimalleri gözükmüyor. Dolayısıyla önümüzde, Kılıçdaroğlu’nun yeni döneme nasıl, hangi söylemle ve hangi kadrolarla hazırlanacağı meselesi var. Seren, içimizde CHP’yi en iyi bilen sensin; İçerisinde de deneyimlerin var. Bu kurultayın diğerlerinden farkı nedir? Bir formaliteden mi bahsediyoruz, yoksa hakikaten söylem ve isim bazında dikkat etmemiz gereken birtakım noktalar olacak mı sence?

Seren Selvin Korkmaz: Benim gözlemlerim, iddia olarak ve bütün parti kadrolarına göre, CHP bu kurultayı ilk kez “iktidar kurultayı” olarak görüyor. Söylemsel olarak bir “iktidar kurultayı”; ama artık CHP ve kadroları, çok uzun süren o hantallıktan sonra, “Biz artık iktidar yolundayız” diye kendilerini inandırmış durumdalar. En büyük farkı bu. Dolayısıyla, kimin seçileceğinden ziyade… Çünkü Kemal Bey bu kurultayda seçimi kazanacak gibi görünüyor. Çünkü bu, hem parti içi bütün dengelerle, hem de delegelerin zaten bu yönetim tarafından atanmasıyla ilişkili. Kemal Bey’in karşısında da çok iddialı bir aday görmediğimiz için, Kemal Bey’in kazanacağı bir kurultaydan söz ediyoruz. Burada esas mesele şu: CHP, bu kurultaydan başlayarak, “Nasıl bir Türkiye ütopyası çizilecek?” Bu ütopya aslında CHP’nin iktidara giden anlayışı. Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazıyla, “Yeni devletçilik” diye bir felsefe ortaya koydu. Bir bu var. İkincisi de, Parti Meclisi’ne kimlerin seçileceği. Yani CHP’nin ana kadrosu değişecek mi, yoksa aynı kişilerle mi devam edilecek? Örneğin, son dönemlerde sıklıkla kullanılan bir “Z Kuşağı” meselesi var. Bu “Z Kuşağı”ndan adayların seçilip seçilmeyeceği, Parti Meclisi’ne kimlerin gireceği meselesi CHP Kurultayı’nın ince hatları. CHP’nin iktidar yoluna giden, kendilerince böyle gördükleri sürecin temel olarak şekilleneceği bir nokta.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazı enteresandı. Çünkü orada genel bir perspektif vermeye çalışıyor. Bu genel perspektifin, CHP’nin belki önümüzdeki dönem ideolojisini kurgulayacak anlayışın, “Yeni devletçilik” dediği felsefenin, kurultayın ana hatlarını oluşturacağını görüyoruz. Burada şunu görüyoruz: Türkiye sağının, aslında o ittifakları bir arada tutacak, geniş muhalefet blokunu bir araya getirecek devlet algısını terk etmek istemiyor CHP. Ben o yazıda şunu gördüm: Mesela “Halkçılık” kelimesi hiç geçmemiş. Kemal Bey o söylemde “halkçılığı” da kullanabilirdi. Fakat “devletçiliğe” vurgu var. Bunu yaparken, hem Kovid-19’dan dolayı ortaya çıkan eşitsizlikler meselesini, küresel tarihle ilişkilendiriyor. Hem de, Atatürk’e çok sık referans var. Ben bunu şöyle yorumluyorum: “Biz, CHP olarak yeni bir devletçilik algısı ortaya koyuyoruz. Ama biz köklerimizden kopmadık. Nasıl ki Cumhuriyetin kuruluşunda lokomotif bir rol oynadıysak, bugün de, Türkiye’yi krizden çıkaracak o lokomotif rolü oynayabiliriz” algısı var. Dolayısıyla, bence bu kurultayın iki ince hattı var. Birincisi, CHP’nin stratejisi ne olacak? Çünkü görünen o ki, hem Kemal Bey hem kadroları, yeni bir perspektif ve anlayış çizmeye çalışıyorlar. İkincisi de Parti Meclisi nasıl şekillenecek? Mesela, bunların karşısında, Kemal Bey’e veya politikaya karşı söylemi biraz daha sert olan İlhan Cihaner konumlanıyor. Onun da çıkış noktası şu: “CHP, daha çok merkez sağ bir politika ile Türkiye gündemini belirlemeye çalışıyor. Ama bu yanlış, CHP’nin solda olması gerekiyor” argümanı var. Bu karşı argüman ne kadar yer bulabilecek emin değilim. Çünkü Türkiye’de bu kadar geniş bir muhalefet blokunu bir arada tutabilmenin yolu, merkez siyasetten geçiyor. Ama Kemal Bey’in yazısında da vurguladığı şey, CHP sosyal-demokrat politikalar uygulayacak. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan sosyal devlet anlayışının taşıyıcısı olacak, ama kendini de merkezde konumlayacak diye algılıyorum. Fakat kadrosunun da nasıl şekilleneceği önemli.

Çakır: Evet, bu sağcılaşma meselesi CHP’nin üzerine bir damga gibi yapıştı. İçeriden ve dışarıdan eleştiriler de var. Hatem, Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP sağcılaşıyor mu sence? Sen sağdan birisi olarak ne düşünüyorsun?

Hatem Ete: Sağcılaştığını söylemek zor. Ayrıca, ben de kendimi sağda konumlandırmıyorum. Aslında 10 yıllık bir perspektifle bakmak lâzım. Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığı 10 yılını doldurdu. Bu 10 yıllık süre içerisinde iki şeyle çok yoğun bir şekilde uğraştı: Bir tanesi, sürekli kadro değiştirmesi oldu. Yani Baykal’ın CHP’sini, Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine dönüştürmeye imkân sağlayacak epeyce kadro değişikliği yaptı ve bununla ilgili de her yıl iki, üç kongreden geçti CHP. İkincisi de, çok temel bir siyaset değişikliği yaptı: Siyasî bir sembolizme sahip olan muhafazakâr, dindar seçmende bir karşılığı olan temel siyasî başlıklarla ilgili olarak, CHP’nin geçmişten gelen sert çizgisini yumuşatmaya yönelik bir siyaset izledi. Zaman zaman gerçekten direnç olmayı engelleyen adımlar da attı. Ama hatırlarsanız, ilk başlarda, siyasete bulaşmadan, ekonomi üzerinden, yolsuzluklar ve yönetim performansı üzerinden bir siyasî söylemle CHP’nin dönüşümünün geçişini sağlamaya çalıştı. Şimdi CHP’nin Kılıçdaroğlu döneminin 10 yılı doldu. Bence, çok ciddi bir siyaset değişikliğine ihtiyaç var. Bu siyaset değişikliğinin, isimlendirmemizi mümkün kılacak kadar güçlü ve kalın çizgilerle gerçekleştiğini düşünmüyorum. İttifak stratejisi CHP adına başarılı bir projeydi, fakat ikircikli bir projeydi hatırlarsanız. Tamamen seçim sonuçlarına endeksli, başarı sağlanırsa devam ettirilecek, başarı sağlanmazsa vazgeçilecek ikircillikte bir stratejiydi. Aslına bakarsanız çok proaktif bir strateji de değildi, edilgen bir stratejiydi ittifak stratejisi. MHP’nin iktidar kanadına yanaşması sonrasında kurulan İYİ Parti’nin ittifak kurduğu bir yapıydı. Mesela, HDP konusunda çok dirençli, inisiyatifi ele alan bir cesur çıkışı sağlayamadılar. HDP’nin CHP ile ittifak kurmasını sağlayan şey de CHP-İYİ Parti birlikteliği değildi; Erdoğan’la çözüm süreci üzerine yaşanan gelişmelerin kesintiye uğramasıydı. 31 Mart’ta çok ciddi bir başarı sağlandı; büyükşehirlerin çoğu AK Parti’den alındı, CHP’liler tarafından yönetiliyor. CHP’nin, o yönetimler için belirlediği adayların kompozisyonu kamuoyu tarafından satın alındı, bunu artık biliyoruz. Yapılan anketler bu aşının tuttuğunu da gösteriyor. Seçilen belediye başkanları, hem kendi illerinde bir popülariteye sahipler, hem kamusal bir görünürlüğe sahipler. Fakat muhalefetin siyaset değişikliğine işaret edecek, yeni bir “Güçlü Türkiye” vizyonunu ortaya koyabilecek, hem kararsız hem hoşnutsuz seçmen açısından, gençler, kadınlar, çevre meseleleri gibi dinamiklerle ortaya çıkan yeni siyasî kanallarla ilgili, bugüne kadar hâlâ proaktif bir siyaset yok. CHP, bütün bu konularda, seçmeni kendisine çeken aktif bir siyaset izlemek yerine, Erdoğan’dan kopan bir seçmenin adresi olmaya yönelik bir siyaset izliyor.

Benim bu kurultaydan beklediğim, ciddi bir kadro değişikliği olmayacağına göre, iktidara yürüyen bir partinin, kendi eksikliklerinin bir muhasebesini yapıp, bu eksiklikler üzerinden nasıl aktif bir çekim alanı oluşturabileceğine yönelik yeni bir stratejiyle ortaya çıkmasıdır. 31 Mart seçimlerinden bu yana CHP’nin izlediği siyaset, iktidarın ittifakı dağıtmasına blokaj uygulamaya çalışan, bunu engellemeye çalışan edilgen bir strateji. CHP edilgen konumunu sürdürdüğü müddetçe, iktidara alan kazandırıyor. Belki bu konuyu biraz sonra tekrar konuşuruz; ama benim görüşüm, CHP’nin herhangi bir yere kaydığını söylememizi sağlayacak güçlü emâreler olduğunu düşünmüyorum. Tamamen seçime endeksli, ittifakları dağıtmama, muhafazakâr tabanın blokajını kırma, iktidarın koyduğu perdeleri ortadan kaldırmaya yönelik, günübirlik, taktiksel siyasetler görüyorum. Bu kurultay kalıcı bir işlev yüklenecekse, seçime kadar sürebilecek bir proaktif stratejinin belirlenmesiyle bunun mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Çakır: Ben 10 yıllık Kılıçdaroğlu dönemini ikiye ayırıyorum: Bence Adalet Yürüyüşü bir milat. Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü’ne kadar, bir nevi Deniz Baykal’a benzer, Erdoğan karşıtlığı üzerinden bir politika yürüttü; 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, MHP ile işbirliği yaparak çatı aday olarak belirledikleri bir Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosu da var. Ama daha sonra başka bir çizgiye geldi. Onun da meyvesini referandumda biraz alır gibi oldu, ama asıl meyvesini 31 Mart yerel seçimlerinde aldı. Burak, sana şunu sormak istiyorum. Hatem ve Seren’in söylediği, kadrolarda ufak tefek değişiklikler olabilir; ama bir lider değişmeyeceğine göre, esas olarak, söylemin veya stratejilerin gözden geçirilmesi olacak. Şu son döneme baktığında, Kılıçdaroğlu’nun artıları ve eksileri olarak neleri görüyorsun? Nelere neşter atmasının daha akıllıca olduğunu düşünürsün?

Burak Bilgehan Özpek: Öncelikle,Kılıçdaroğlu bir seçim galibi olarak kongreye giriyor. Bir strateji uyguladı ve bu strateji çalıştı. Bu stratejinin çalışması, sadece CHP’nin kendi iç dinamikleri ile açıklanamaz, aynı zamanda yapısal değişkenlerle de açıklanması gerekir. Bunun da başında, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz geliyor. Yani, Türkiye’nin yönetişim beceriksizliği, 2018’in Ağustos ayından itibaren ekonomik alana yansıdı. İnsanlar büyük bir işsizlik sorunuyla, büyük bir enflasyon sorunuyla ve büyük bir belirsizlik sorunuyla yaşamaya çalışıyor. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun kendi içinden neşet eden bir stratejiden ziyade, bu stratejinin karşılık bulacağı yapısal ortam da meydana geldi. Aslında bu iki değişkenin aynı anda var olabilmesi çok nadiren gerçekleşir. AK Parti iktidarına son verebilecek bir durum bu. Böyle bir ortamda, Kılıçdaroğlu dışında başka bir lider olsaydı, bu fırsatı değerlendiremeyebilirdi. Ya da Kılıçdaroğlu böyle bir ortam olmadan bu şekilde hareket etseydi, çok iyi sonuçlar alamayabilirdi. Dolayısıyla tarihin çok ilginç bir noktasındayız bence.

İkincisi, dünyadaki popülizm üzerine yapılan tartışmalar ve bizim yeni bir kavram seti ile tanışmamız, CHP’yi de etkiledi. CHP’nin Kılıçdaroğlu zamanında yaptığı en önemli değişikliklerden bir tanesi, siyasetbilimcilerle, sosyologlarla, entelektüellerle etkileşimin artması oldu ve onlar Türkiye’yi bu popülizm kavram setiyle okumaya başladılar. Popülizm kavram setiyle okumaya başladığınız zaman AKP’yi kavramsallaştırma biçiminiz de değişiyor. Yani siz AKP’ye, bu kutuplaştırma meselesine daha farklı bakmak zorunda kalıyorsunuz. Merkez denen bir alanın boş olduğunu, merkez siyasetin de teknokratik bir dille konuşularak inşa edildiğini, ötekinin konuşulabilir aktörleriyle diyalog içerisinde olmanın, merkezi güçlendirdiğini görüyorsunuz. Yapısal durum da buna müsaade ettiği için, insanlar ekonominin verdiği tatmin duygusundan arınıp, daha gerçekçi yaklaşmaya başladıkça, merkez gitgide genişliyor. Bu merkezi kurmak aslında zannedildiği kadar kolay bir şey değil. Merkezi kurmak çok rahatsız edici bir şeydir. Mesela, bugün İlhan Cihaner’in çıkışı bu rahatsızlığı ortaya koyar. Merkezi kuracağınız zaman, sizin ahlâkî söylemlerinizden vazgeçmeniz gerekir. Ahlâkî söylem ise, Tayyip Bey’in 2002’den bu yana bir şekilde ustalıkla yaratmaya çalıştığı kamusal tartışmanın esasını oluşturuyor. Bizim, “Kılıçdaroğlu siyaset yapmaktan, hamle yapmaktan vazgeçti, sessizliğe gömüldü” diye adlandırdığımız şey, aslında bir siyasetsizlik durumu. Fakat bu siyasetsizlik durumu, çok temel bir siyaset hâlini işaret ediyor. Bu iki kavganın birbirine karışmaması için şöyle diyebiliriz. Siyasetsizlik durumu, yani dost-düşman ayrımı üzerine kurgulanan siyaset mefhumundan Kılıçdaroğlu’nun vazgeçmesi, ona büyük bir diplomatik yetenek kazandırıyor. Kime karşı kazandırıyor? AKP’den kopanlara karşı ve muhalefet bloku içerisindeki aktörlere karşı kazandırıyor. Artık, CHP’den Kemalist bir parti olmasını bekleyemeyiz. Kemalizm’in ahlâkıyla toplumu yargılayan bir CHP göremeyeceğiz maalesef. CHP’den, sosyalizmin ahlâkıyla toplumu yargılayan bir yaklaşım göremeyeceğiz. Bu, Kemalistler ya da sosyalistler için üzücü olabilir. Fakat bunu göremiyor oluşumuz, CHP’nin diğer aktörlerle daha pragmatik ilişkiler kurmasını beraberinde getiriyor. Yani, siyasetsizlikten neşet eden bir siyasî olma hâli ortaya çıkıyor. Dikkat ederseniz, Tayyip Bey’in son iki senedir, aslında belediye seçimlerinden bu yana, ısrarla, karşısında, tanımlanabilen, ahlâkı savunan bir rakip arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Toplumu devamlı ahlâkî bir tartışmanın zeminine çekmeye çalışıyor. Fakat o siyasetsizlik hâli AK Parti kadroları için o kadar sinir bozucu bir şey ki, şu anda, bu murâd edilen kutuplaşma ekseni bir türlü yaratılamıyor. Ben burada Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir payı olduğu kanaatindeyim.

Çakır: Bugün bir izleyiciden bir mail geldi. Kendisi bir mühendis. Çok kısa bir mail yazmış. Şöyle diyor: “Başkanlık Sistemi’nin iki yıl içinde çökmesinin en temel nedeni, belediyelerin kaybedilmesidir. Çünkü bu sistemde Erdoğan’ın kafasında, halkla ilişkiyi, toplumla ilişkiyi kurma mekanizması olarak belediyeler vardı. Başkanlık Sistemi’nde Meclis etkisiz hale geldi. Kabine, Bakanlar Kurulu diye bir şey kalmadı. Belediyeler çok fonksiyoneldi. Belediyeler kaybedilince, o ilişki de koptu” diyor. Adını not almadım, kusura bakmasın izleyicimiz. Ama gerçekten takdir ettim, çok iyi tanımlamış. 

31 Mart yerel seçimlerinde belediyeler çok büyük bir olay oldu ve hâlâ bunun etkisini yaşıyoruz. Bir yıl geçti. Ama belediye başkanlarına, özellikle İmamoğlu’na atfedilen şeyi yaşayamadık. Herhalde Kongre’ye gidecekler, orada bir​ ilgi olacak. Birlikte fotoğraf çektirecekler filan. Bu olay, sadece, Erdoğan’ın, devletin, onlara çıkardığı engellerle açıklanabilecek bir şey mi? Çünkü daha seçilir seçilmez, hatta ilk turun, yani 31 Mart’ın ardından, Ekrem İmamoğlu Erdoğan’ın rakibi olarak telaffuz edilmeye başlandı. Kendisi de çok fazla itiraz etmedi. Ama bu bir yıl içinde Mansur Yavaş’ı daha çok konuştuk. Gerçi o da kendini siyasî olarak konumlamamaya özen gösteriyor. Belediyelerin bir yıllık bilançosuyla da beraber düşünürsek, önümüzdeki dönemde… Çünkü izleyicimizin söylediği gibi, Erdoğan’a en büyük darbeyi vuran yer, gerçekten burası. Sadece seçim kaybetme anlamında değil. Bazen seçimi kaybedersin, üzülürsün. Ama burada aynı zamanda İstanbul ve Ankara başta olmak üzere çok önemli kurumlarını da kaybetti Erdoğan: Rant dağıtma, iş bulma, istihdam sağlama, ihale verme gibi…  Ne dersin Seren? 

Korkmaz: Soru çok iyi bir yere dokunuyor. Benim de bir süredir üzerine kafa yorduğum mesele. Başkanlık Sistemi Türkiye’de, o alışılagelmiş ahbap-çavuş ilişkilerini, yani rant ağlarını, ilişki kurma biçimlerini dağıttı bence. Bunu özellikle Anadolu’ya geldiğimde anlıyorum. O ilden çıkan bir milletvekilinin, bir bakanın yaptırım gücü vardı; siz o vekile, il başkanına ulaşırdınız. Yani Türkiye’deki ahbap-çavuş ilişkileri böyle yürürdü. Şimdi bu insanlar işlevsizleşti, bu bir. İkincisi, AKP’nin karar alması artık o kadar tekil bir hâle döndü ki; yani tek adam üzerinden yürüyor ki, biz siyasetbilimciler, AKP’nin parti olarak gerileyişine şahit oluyoruz. Dolayısıyla o insanların alışılagelmiş rant ilişkileri, siyasetten beklentileri, bunların hepsi karıştı Türkiye’de. Evet, belediyeler belki parlamenter sistemde de öyleydi. Ama bu sistemde, daha doğrudan halka ulaşabilecek, onların belli gündelik taleplerini karşılayabilecek alanlardı. Belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan, hiç hesaplamadığı bir şekilde belediyeleri kaybedince, evet, aslında bunları ortadan kaldırmış oldu. Ve ilginç bir şekilde bu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve muhalefet partilerinin avantajı oldu; daha da avantajlı bir konuma geldiler. Çünkü bugün sokağa çıktığınızda insanların en temel kaygıları, kutuplaşma üzerinden yürütülen gündem değil de, gündelik hayatta hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı gibi dertleri var. Bunlara doğrudan ulaşan ise belediyeler. 

İkincisi de, “CHP yönetemez” algısı vardı. Bu o kadar ciddi bir şekilde, tarihle de bağ kurularak perçinlendi ki… Belediyelerin başarısı ve özellikle Mansur Bey’in burada bir liderliği oldu; belki de sol politikalar diyebileceğimiz politikaları, belediyeler üzerinden uyguladı. Haliyle, o kentlerde yaşayan insanlar için “CHP yönetemez” algısını kırdı bence. Ekrem Bey için durum da şu: Siz de bahsettiniz ya ilk başta, bir cumhurbaşkanı adayı imiş gibi hareket etmesi meselesini. Bence Ekrem Bey’den beklentiler de çok yüksekti, tabii herkes için geçerli bu. Dolayısıyla orada beklenti yüksek olduğu için daha bir hayal kırıklığı olmuş olabilir. Ama bu dönemde biraz daha çok belediye hizmetlerine kaydığını görüyoruz Ekrem Bey’in. Hâliyle önümüzdeki dönem politikaları bunu belirleyecek. 

Fakat burada şunun da altını çizmek lâzım — ki Burak Hoca da ondan bahsetti: Siyasetsizleşme. Ben ona bir ekleme yapacağım belediyelerle ilgili. Son dönemde CHP, kutuplaşmadan kaçarken, ittifakı bir arada tutmaya çalışırken bence, belediyelere fazlasıyla bel bağladı. Yani siyaseti, sadece belediye hizmetleri üzerinden götürür gibi bir görüntü var. Bunun bir artısı şu: Benim gözlemlediğim, sıklıkla insanlarla konuşmaya çalışıyorum. İyi yöneten belediyeler, CHP’nin örgütlerini mobilize etti. Çünkü oradaki iyi örnekler veya Canan Kaftancıoğlu’nun İstanbul’da sağladığı o model, farklı il örgütlerine model oldu. Türkiye’de çok özgün bir siyaset göremiyoruz, onlar onu taklit ettiler. Ve bu CHP örgütlerini mobilize etti. Bence bu önemli bir artı. Ama yalnızca belediyelere bel bağlamak da işte o siyasetsizleşmeyi getiriyor. Evet, siyasetsizleşmek belki ittifakı bir arada tutmak için önemli bir dinamik, ama bir şeyi kaçırıyoruz: Siyaseti başka bir alanda kurmak lâzım. Kazanmak için oyun dengesini bozmak lâzım. Mesela, bugün CHP’nin kadın politikası, neden kadın yoksulluğu üzerinden gidemiyor? Özellikle Kovid-19 döneminde görüyoruz bunu. Yani en çok etkilenen kesimlerden biri kadınlar; ev işçisi kadınlar. Eşitsizliklerden bahsediyorum. Veya gençler üzerinden, toplumun ezilen dışlanan kesimleri üzerinden… Burak Hoca da bahsetti; o şartlar bunları siyasallaştırmaya çok uygun. Ama Kemal Kılıçdaroğlu, kendisini geri plana çekip ittifakları bir arada tutarken, etrafındaki kadronun, karınca gibi bu meselelere çalışması ve bunları siyasallaştırması lâzım. Çünkü Türkiye’nin şu çalkantılı durumunda sadece belediyelere dayanmak mümkün değil. 

Bununla ilgili son bir şey daha söyleyeyim: Popülist bir siyaset yapılırken, popülizm bu kadar hâkimken, bugün genel anlamda din ya da milliyetçilik kitleleri bir şekilde mobilize etmek için en temel dayanakken, merkezde siyaset yapmak çok zor. Ama bence artık ekonomik şartlar ve halkın bıkkınlığı o kadar müsait ki, siz başka alanlara, eşitsizliklere, adına belki “sol” demeden de, “Ben sosyalist bir siyaset yapıyorum” demeden de siyasallaştırmanız için bütün şartlar elinizde. Bence bu kurultaydan sonra CHP’nin performansını, başarısını burada göreceğiz. Bir, o alanları siyasallaştırmak; iki, ittifakı bir arada tutabilmek. Bu da Kemal Bey’in, CHP’nin kabiliyetini bize gösterecek. 

Çakır​: Seren’in bahsettiği meselede gözlemlediğim bir şey var. Bu arada, şu anda kendisi de Malatya’da zaten, Anadolu’yu anlatırken onu da vurgulayalım. Bu husus, yani Anadolu’da, parti teşkilatları meselesinde, gerek Gelecek Partisi, gerek DEVA Partisi’nden kişilerle konuştuğumda, çok yaygın bir gözlem alıyorum: Anadolu’da beklemedikleri kadar bir ilgi var. Normalde, “İktidardan korkar, selam bile vermezler” diye bekliyorduk. Ama gerek teşkilatlanmada, gerekse propaganda faaliyetinde bayağı bir ilgi görüyorlarmış. Bu da büyük ölçüde, bu yeni Başkanlık Sistemi’yle beraber, AKP’nin artık bir parti olmaktan çıkması ve Menderes Çınar’ın hep söylediği gibi, bir şirket, hatta aile şirketine dönüşmesi sayesinde. 

CHP’nin iyi kötü bir örgütü var. Bu örgüt hep genellikle hiziple anılır, ama sonuçta CHP bir parti teşkilatı olarak var. AKP’nin de, Refah Partisi’nden beri gelen, örgütlü çalışma alanında yarattığı bir boşluk var. Tam sayısını bilmiyorum, ama milyonlarca üyesi var herhalde. Ben Fazilet Partisi’ni de, Refah Partisi’ni de çok yakından izledim: Nasıl bir teşkilat yapısı olduğunu, ne kadar kuvvetli olduğunu bilirim. En önemlisi şuydu tabii: Eskiden insanlar vericiydi. Partiye bir şeyler katardı. Şimdi partiden alıyorlar. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin en büyük özelliği: Artık insanlar almaya gidiyor. Burada CHP, AKP’nin yarattığı bu örgütsel boşluğu doldurabilir mi? Yoksa önünde hep birtakım duvarlar olduğu için sağ tabana gitmekte zorluk çeker mi? Ne dersin Hatem? 

Ete:​ Bu, biraz önce söylediğim şeyle ilişkili bence. Kılıçdaroğlu, bu on yıllık süreçte çok önemli bir şeyi başardı: CHP’yi, özdeşleştiği Kemalist, laik siyasî çizgiden ayrıştırdı biraz. Muhafazakâr, dindar kesimler nezdinde olumlu bir şey. Bu, CHP’yi adres kılmaya müsait bir şey. Fakat bu bir aşama. Biraz önce Burak Hoca’nın ve Seren Hanım’ın da söylediği bu siyasetsizleşme meselesi, bir siyasî partinin iktidar yolculuğunda bir aşama olabilir, ama nihaî aşama olamaz. Bugüne kadar bu aşama yerine getirildi, bundan sonrasını nasıl yerine getireceğine bakmamız lâzım. Benim durduğum yerde, bir siyasî partiyi incelerken gördüğüm şey şu: Bir siyasî parti, kendi toplumsal tabanını ikna etmeden, kendi toplumsal tabanını dönüştürmeden, yürüyüşünü kendi toplumsal tabanına mal etmeden, toplumsal tabanının da razı olabileceği bir gelecek vizyonu üretmeden iktidara yürüyemez. Eğer bu toplumsal tabanı ihmal eden bir siyaset çizgisi izliyorsa; sadece elitler düzeyinde bir ittifak metni matematiğine bel bağlıyorsa, bu, belli anlara yönelik, çok anlık siyasî değişimlerle yürüyecek anlamına gelir. Şimdi, birinci aşamadan ikinci aşamaya geçmediği için, bir Kemalist, laik direnci kırdı; ama bunun yerine yeni bir siyaset inşa edemiyor. Yeni bir siyaset inşa edemeyince de birkaç şeyi birden ihmal etmiş oluyorsunuz. Bir: Tabanınızı olduğu yerde bırakmaya devam ediyorsunuz, taban dönüşmüyor bir kere. Taban da, aslında sizin bir siyasî strateji güttüğünüzü, vazgeçmediğinizi, iktidar için bunun bir oyun planı olarak kurguladığınızı okuyor. Dolayısıyla kendi yerinden kıpırdamıyor taban. 

İkincisi, tabanınızı genişletemiyorsunuz. Çünkü muhafazakâr dindar tabanlar ya da diğer tabanlar, sizde bir gelecek vizyonu, bir iktidar perspektifi görmüyor. Görmediği için de size gelmek için kendi durduğu yerden kopmaya yönelik meşru bir gerekçe bulamıyor. Üçüncüsü de, iktidarın alanını daraltamıyorsunuz. Yani 31 Mart’tan bu yana, baktığınız zaman CHP’nin ya da bu ittifak mekanizmasının, iktidarın alanını daralttığına şahit olmuyoruz. Bilâkis, bu siyasetsizlik hâli, aslında iktidarın “tek kale maç” yapmasına yol açıyor. Bunu, son birkaç hamleden de görüyoruz. Dolayısıyla benim önerim şu: İktidar, seçime endeksli bir siyaset yapmaktan vazgeçiyor aslında. İktidar artık seçimi başka bir zamana bırakıp, şu anda kendi tabanını muhafaza etmeye yönelik, tabanının bazen günübirlik, bazen yüz yıllık taleplerini gidermeye yönelik bir hamle üstünlüğü ile hareket ediyor. Bence CHP’nin de seçime endeksli siyaset yapmaktan vazgeçmesi, bugüne yönelik bir siyaset yapması lâzım. CHP’nin, ittifak için bugüne kadar yürüttüğü özverili tutum yeterli. Yani, herhangi bir ittifak bileşeni, bu ittifak denklemi dışında başka bir denkleme gidemez zaten. Çünkü bu denklemi bir arada tutan şey, CHP’nin ya da diğer partilerin, istekli, gönüllü ya da bir siyasî proje üzerinden yaptıkları bir şey değil. Bu, Cumhur İttifakı eksenine karşı zorunlu olarak oluşan bir ittifak zaten. Dolayısıyla, ben CHP’nin yerinde olsam, HDP’nin ikircikli tutumunu, taleplerini, “İYİ Parti AK Parti ile ittifaka gidecek mi, CHP’de kalacak mı?” gibi gelgitleri üzerine çok fazla yatırım yapan bir siyaset izlemem. Onların zaten gideceği başka bir yer yok. Dolayısıyla Cumhur İttifakı’ndan farklı olarak, Millet İttifakı şunu görmeli: Millet İttifakı bir siyasî ittifak değil, bir seçim ittifakı. Cumhur İttifakı ise bir siyasî ittifak. Bu bir seçim ittifakıysa eğer, her gün seçim olacakmış gibi ittifak dizginlerini, ittifak denklemini tutmaya yönelik bir tedirginlikle, siyasetsizliğe düşmeye gerek yok. Seçim günü geldiği zaman emin olabilirsiniz, o ittifak durduğu yerde duruyor zaten. Ve bir ittifak kurulacak. 

Bugünden seçim gününe kadar, “Oylar nasıl artırılabilir, Türkiye’ye bir gelecek perspektifi nasıl sunulabilir, iktidarın vaat etmediği ne vaat edilebilir?” üzerinden bir siyaset kurgularsa, senin sorunda bahsettiğin tabana cazip gelebilir. Bakın bir sürü kamuoyu araştırması görüyorsunuzdur. Ben de kamuoyu araştırması görüyorum, kendimiz de aylık kamuoyu araştırması yapıyoruz. 31 Mart’tan bugüne, ne CHP’nin ne İyi Parti’nin ne HDP’nin oyu, 1 puan bile artmış değil. 24 Haziran seçimlerinde siyasî partilerin oyu her ne ise, bugün üç aşağı beş yukarı o. AK Parti ile MHP’nin oylarında yüzde 1,5-2 civarında düşüş var. O düşüş de, bazen kararsızlar havuzunda, bazen yeni siyasî partilerde, kritik anlarda tekrar MHP’ye ve AK Parti’ye geri dönüyor. Dolayısıyla muhalefet bu stratejisiyle, ancak 31 Mart ânını ayakta tutabiliyor. Ben de, “Bu aşama geçti artık, 31 Mart’ı bırakalım. 31 Mart’tan sonra yeni bir aşamaya nasıl geçeceksin?” diyorum. Bu kongreden bunun cevabı çıkmalı bence. Bunun cevabı çıkarsa, o ittifak gerçekleştirilebilir. 

Son sözüm: Bir merkez siyaset yürütmek için ideolojiye ihtiyacınız, siyasî programa ihtiyacınız var. Merkez siyaset, siyasetsizlik değildir. Merkez siyaset kimlik siyasetinin radikal unsurlarını törpüleyen; toplumun geneline, toplumun genel çıkarına, kamu çıkarına, toplumsal taleplere, maceraya sokmadan cevap arayan siyasetlerdir. Bütün merkez sağ ve sol partilerin bir ideolojisi var. O yüzden “merkez sağ parti” ya da “merkez sol parti” diyoruz zaten. Dünyada da bu böyle. Dolayısıyla, Türkiye’de CHP’nin başka tabanlara ulaşması için hiçbir siyaset yapmaması gerektiğine yönelik noktadan çıkmak gerekir. CHP, eski siyasetten memnun değilse, değiştirmesi lâzım bunu. Yokmuş gibi devam edip, yerine de yeni bir siyaset koymadığı zaman, sadece yerinde saymış oluyor. Yerinde sayarak iktidar perspektifinin çantada keklik olmayacağını düşünüyorum. 

Çakır: Peki, şimdi iki ittifak var. Aslında bu ittifak adlarının ters olması lazımdı. Yani AKP ve MHP’nin “Millet İttifakı” adını, CHP’nin de “Cumhur İttifakı” adını alması gerekirdi.  Zaten adında Cumhur var, Cumhuriyet var. Her neyse. Burada Hatem’in söylediği çok önemli: Birisi siyasî ittifak, birisi seçim ittifakı. Buradan hareketle sana şunu sormak istiyorum Burak: CHP’nin tek başına iktidara gelmesi çok zor, onu görüyoruz, yüzde 25, yüzde 30 oy alabiliyor. CHP bir siyasî ittifak kurabilir mi? Seçim ittifakının ötesinde, bir siyasî ittifak kurabilir mi? Mevcut aktörler içerisinde kiminle, nasıl kurabilir? Ya da buna hiç gerek yok da diyebilirsin tabii. 

Özpek: Ben Millet İttifakı’nın bir siyasî ittifak olduğu kanaatinde değilim. Bence o ittifakın unsurları da kendi mikro iktidar alanlarındaki seçim stresini aşmak için böyle bir işbirliğine gittiler. 

Çakır: Cumhur İttifakı’nı kastediyorsun değil mi?  Millet İttifakı’nı değil. 

Özpek: Evet, Cumhur İttifakı, AK Parti-MHP’yi. Siz öyle deyince kafam karıştı. Devlet Bey, Milliyetçi Hareket Partisi içerisindeki meşruluk krizini de ittifak kurarak aşmış oldu. Aynı zamanda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin eriyen kurumsallığından bahsediyoruz. O kurumsallık bir gecede erimedi. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi’nden aldığı, ulusal güvenlik gibi, milli güvenlik gibi kavramların etkisiyle, artık siyaset yapmak zorunda olmadan seçimi kazanabileceğinin, iktidara gelebileceğinin farkına vardığı için parti teşkilatları önemsizleşti. Dolayısıyla Tayyip Bey’in etrafındaki o kliğin parti teşkilatlarına daha az ihtiyaç duyması, parti politikalarını daha teknokratik dille anlatan insanlara daha az ihtiyaç duymasının sebebi, o milli güvenlik çerçevesinin, Milliyetçi Hareket Partisi tarafından sağlanmasıydı. Aslında bu ittifak, hem AK Parti içinde hem Milliyetçi Hareket Partisi içinde, bazı kliklerin kendi iç muhalefetlerini bastırmaları için de çok yardımcı oldu. Şöyle bir düşünce var insanlarda: “Bunlar ideolojik olarak birbirlerine çok yakın partiler olduğu için bir arada duruyorlar.” Bu, yoruma çok açık. Milliyetçiliğin birkaç hâli var. Bahçeli’nin, duruma göre, pragmatik olarak bunları yorumladığını gördük. Yarın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin MHP’yi batıracağı ya da Adalet ve Kalkınma Partisi’nden giden oyların MHP’ye gelmeyeceği bir durumda, yani bu ittifaktan bir sonraki seçimde fayda kazanmayacağını anladığı durumda, Devlet Bey’in artık o ittifakı sürdürecek bir idealizme sahip olduğunu düşünmüyorum. Türk siyaseti içinde en idealist gözüken, fakat bana sorarsanız en pragmatik, en Makyavelist politikacı, Devlet Bahçeli. Benim düşüncem bu yönde. 

Öte taraftan, ben, Giddens’ın tabiriyle gerçekten “radikal bir merkez”i savunuyorum. O radikal merkez, bence yeteri kadar, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve Millet İttifakı bileşenlerinin öteki tarafa konuşabileceği bir platform sunuyor. Çünkü radikal merkezde, kutuplaşmaksızın, üzerinde uzlaşabileceğimiz teknik tartışma yürütebiliriz. Yani radikal merkez onun üzerine kuruludur. Bir ekonomi politikası, sağ ekonomi politikası ya da sol ekonomi politikası olarak tartışılmaz; verimliliğine göre, üretebileceği refaha göre, bundan fayda sağlayacak insanların sayısına göre ölçülür ve öyle değerlendirilir. Bir dış politika, sağ dış politika ya da sol dış politika olarak adlandırılmaz. Dolayısıyla teknik çalışma, sağda da olsanız solda da olsanız, sizi merkeze toplar. Çok küçük farklılıklar ortaya çıkar. 

Öte taraftan, siyaset yapmaya başladığınız zaman, kurulan siyaset ekseni, ahlâkîlik üzerine olduğu için, ahlâkî obsesyonlar bizi bir noktada buluşmaktan alıkoyar, buluşamayız. Mesela bugün Ayasofya meselesi bunun en önemli örneği. Burada buluşulamaz. Ekseni oradan çizdiğiniz zaman, buluşamayız. Ancak, Ayasofya meselesinin hangi ihtiyaçtan dolayı ortaya çıktığı ya da olası sonuçlarını, dış politikada ya da ekonomide olası sonuçlarını tartıştığınız zaman, ister sağcı olun, ister solcu olun, merkez noktada buluşabilirsiniz. O yüzden benim beklentim… Galiba Hatem Hoca’nın isyan ettiği nokta şu ki Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu çok oluyor: Yapay bir şekilde, muhafazakârlarla yakınlaşabilmek için, kriz durumlarında meseleyi geçiştirme eğilimi var. Mesela Ayasofya meselesi durumunda da hemen o meseleye destek vermek… E ama şimdi bu olmuyor. Yani, Davutoğlu yapınca oluyor, buna inanıyoruz ama Muharrem İnce yapınca inanmıyoruz; çok taktiksel olduğu ortada. Bence, muhafazakârlarla barışmanın yolu, böyle kriz durumlarında alttan almak ya da onların hoşuna gidebilecek söylemler üretmekten geçmiyor. Tam tersine, o kutuplaştırmayı anlamsızlaştıracak teknik bir tartışma ortaya koymaktan geçiyor. O yüzden mesela ben, son Ayasofya meselesinde, ne Mansur Bey’in ne İnce’nin ne CHP içindeki diğer isimlerin tepkilerini çok etkili buldum. Bana sorarsanız, tek etkili tepkiyi veren, Ekrem Bey’di. Meseleyi görmezden geldi, sonra ülkenin ekonomik, iktisadî sorunlarından bahsederek, ertesi gün İstanbul’un ilçelerinde tohum dağıtmaya gitti. Merkez siyaset hakikaten zor kurulan bir şey. Çünkü toplum, ister AK Parti yanlısı, ister karşıtı olsun, merkez karakterini kaybetmiş, fanatikleştirilmiş durumda. Ve bundan da kim kaybediyor biliyor musunuz? AK Parti’nin içindeki teknokratlar kaybediyor. Kaybettiler. Hatem Hocam çok iyi bilir; kaybettiler. Çünkü artık AK Parti’nin aklıselim bir adama, aklıselim bir politikaya, bir teknokrata ihtiyacı yok. Çünkü moral değerlerle, ahlâkî değerlerle her politikayı meşrulaştırabiliyorlar. Bu adamlar karşılarında da muhalefetin radikallerini görmek istiyorlar: Olabildiğince Kemalist, olabildiğince ihtilâlci, sosyalist isimleri görmek istiyorlar. Kürt hareketine baktığı zaman, olabildiğince radikal Kürtçüleri görmek istiyor. Demirtaş’tan, Kılıçdaroğlu’ndan hoşlanmıyor. Dolayısıyla, merkezi hep beraber kurmak gerekiyor.

Son olarak şunu söyleyeyim: Huntington’ın “İktidar Değişim Teorisi” vardır. O teorinin, otoriter sistemlerden demokratik sistemlere geçişte bazı gereklilikleri var. O gerekliliklerden bir tanesi de, muhalefetin kendi içindeki radikalleri bastırması. Yani, iktidar içerisinde ılımlı bir kanat olacak. Muhalefet içerisindeki ılımlı kanat, muhalefetin radikallerini bastıracak. Üçüncü şart da, iktidar, seçimleri kazanacağını düşünerek seçime girecek. Şimdi CHP Kongresi’ni konuşuyoruz. Kemal Bey’in izlediği o merkezci siyasetin, o ruhsuz, o Alman yapımı buzdolaplarını andıran siyasetin, hiç kimseyi heyecanlandırmayan, tatmin etmeyen, hiç kimseyi mutlu etmeyen, fakat AK Parti iktidarına son verme açısından işe yarayan bir strateji olduğunu düşünüyorum.

Çakır: Epeyce konuştuk, hızlı bir toparlama rica edeceğim. Anket sorusu gibi bir soru soracağım, ama kısa cevaplar alayım. Seren sen ilk başta, “İktidar Kongresi” diye adlandırdın. Ama biliyoruz ki CHP tek başına iktidar olmayacak, ittifak üzerinden kurgulanacak. İttifak yaptığı partiler belli. Daha Önce Saadet Partisi ile de yaptı. En son seçimde, İYİ Parti ile aleni, HDP ile örtülü ittifak yaptı. Şimdi yeni partiler DEVA ve Gelecek Partisi geldi. İkisine de teklif etti biliyorsunuz. “Seçime girmeniz için gerekirse sizlere milletvekili de veririz” dedi. Tabii bu arada, iktidarın bu ittifakı torpillemek için elinden geleni yapacağını da biliyoruz. CHP’nin en kolay ittifak yapabileceği partiler ve en çok zorlanacağı partiler hangisidir?

Korkmaz: Burada en kolay yine İYİ Parti var. Çünkü çalışan, yer yer belediyelerde ortaklaşan ve başarılı olmuş bir ittifak anlayışı var. Ama benim gözlemlediğim, bizim, siyasetbilimciler olarak da ısrarla, karşılaştırmalı örnekleri üzerinden incelediğimiz şey, bu popülist otoriterlikten çıkışın yolu. Türkiye’deki bütün sistemin matematiksel hesabını yaptığımızda, geniş bir koalisyon da mümkün. İki veya üçlü ittifak tartışılıyor. Benim hâlâ savunduğum nokta, geniş tabanlı, bütün muhalefeti bir araya getirebilecek bir ittifak. Burada da yine en problemli nokta HDP görünüyor ne yazık ki. HDP o kadar çok terörize edildi ki, bu merkezi tutarken, HDP’yi oraya dahil etmek, herhalde CHP’nin en çok zorlanacağı noktalardan biri olacak. Muhalefet liderleri, kendi egolarına, sadece partilerinin selametlerine sınırlı kalmazlarsa, geniş tabanlı bir ittifakın Türkiye’nin selameti için iyi olacağını düşünüyorum. Ben buradaki temaslarımdan da gördüm: Bence, ittifakı zorlayan nokta, büyükşehirlerde algı yıkılmış olabilir, ama özellikle Orta Anadolu’da, sağın güçlü olduğu yerlerde, CHP ile ittifakın bir sorun yaratabileceği soru işareti, DEVA ve Gelecek Partisi kadrolarında hâlâ var gibi gözüküyor. Burada da iş CHP’ye değil, DEVA ve Gelecek Partisi kadrolarına düşüyor. CHP nasıl ki kendi tabanına bu ittifakı anlatıyorsa, DEVA ve Gelecek kadroları da kendi hedef seçmen kitlesine bunu anlatabilirlerse, mutabakatın sağlanabileceğini düşünüyorum. Kemal Bey’in yeniden seçilmesi bu açıdan önemli. CHP kongrelerinde hep tartışmalar olurdu aslında. Ben son üç, dört kongreyi de çok yakından izledim; mutlaka bir tartışma olurdu. Bugün gittiğimiz süreçte, hem bütün kadrolar hem de genel seçmen kitlesi, son başarıyla beraber Kemal Bey’e inanmış gözüküyor. Haliyle seçmenin desteğini biraz daha aldı. O yüzden geniş kitleleri ikna edebileceğini düşünüyorum.

Çakır: Hatem, aynı soruyu sana da sorayım. CHP’nin en kolay ittifak yapabileceği partiler ve en çok zorlanacağı partiler hangisidir, ne düşünüyorsun Hatem?

Ete: Bence bu iki şeye bağlı. Bu iki şey üzerinden de üç senaryo mümkün. Yani bütün muhalefet, Cumhur İttifakı’na karşı birleşebilir. İki ittifak, iki farklı ittifaka bölünebilir. O iki farklı ittifak, kendi içinde iki türlü de şekillenebilir. Mesela, CHP ile HDP baş başa kalabilir veya CHP ile İYİ Parti baş başa kalabilir. Seçimin ne zaman olacağına bağlı olarak, bu her üç senaryo da bence masada. Ve hayata geçme imkânları da neredeyse birbirine eşit. Siyasetin bunu nasıl yöneteceğine bağlı. Başta da söylediğim gibi burada iki şey önemli: Birincisi, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı üzerindeki diyalogu, bir anlaşmayla sonuçlanıp sonuçlanmamasına bağlı. Cumhurbaşkanı Erdoğan karşısında yarışacak aday konusunda anlaşma olursa, büyük bir koalisyonla ittifak gerçekleşebilir. CHP, İYİ Parti veya küçük partiler kendi adaylarında ısrar ederse, orada bir ayrışma yaşanabilir. Dolayısıyla, o ittifaklar üzerine birinci derecede belirleyici olacak şey, cumhurbaşkanı adayının kimliği üzerinde bir uzlaşma sağlanıp sağlanamayacağı.

İkinci önemli nokta, o günkü ittifakın, Erdoğan’ı devirmeye yönelik bir ittifak mı yoksa geleceğin Türkiye’sini kurmak üzerine bir ittifak mı olup olmayacağına bağlı. Muhafazakâr seçmen bunun Erdoğan’ı devirmeye yönelik bir hesabın sonucu olduğuna ikna olursa –ki bence böyle giderse çok kolay olacak; o yüzden siyaset yapmasında ısrar ediyorum–; bugünden itibaren, geleceğin Türkiye’sine dair projeler, siyasetler, kavramlar hayata geçmezse; o günün matematiğinde, “Erdoğan’ı devirmek için bir araya geldiler” olması, bir sürü partinin bir daha düşünmesini sağlayacak bir şeye dönüşebilir. Çünkü orada DEVA da, Gelecek de, CHP gibi köklü partiler değil; seçmenlerini ikna etme potansiyelleri oldukça zayıf. Şu anda, seçmenin onlarda bir cazibe bulmasından öte, bu partilerin seçmene cazip gelmesi lâzım. Dolayısıyla orada kendi seçmenlerini ikna etme riskini göze alamazlar. Bu iki noktayı göz önüne alan bir siyasî planlama, ittifakı tekleştirir. Olmazsa, her üç seçeneğe de açık olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Çakır: Burak, aynı soruyu sana da sorayım ve programı bitirelim. CHP kiminle zorlanır, kiminle kolay ittifak yapabilir?

Özpek: Bence herkesle zorlanır. Herkesle de kolay ittifak yapabilir. Öncelikle, şu âna kadar bahsettiğimiz o siyasetsizlik hâlinin işini kolaylaştıran bir durum olduğunu düşünüyorum. Ancak, Hatem Hoca’nın söylediği “Bir proje ortaya koyma” aşamasında, hakikaten aynı arabaya bağlanan atlar gibi, durdukları yerde güzel durabilirler; ama hareket etmeye başladıklarında, farklı yönlere gidebilirler. Orada çok dikkatli olmak lâzım. Ama bu yine de bir projesizlik durumunu beraberinde getirmemeli. Bence muhalifler olarak bütün partiler, artık isimler üzerine yoğunlaşmaktan vazgeçmeliler. Eğer gerçekten bir geçiş dönemi planlıyorlarsa, kabineleri de dahil olmak üzere, geçiş planını, zaman planlarını, öncesinden halkla paylaşmalılar. Yani, ilkeler üzerinden bir koalisyon kurmalılar. Ortaya çıkacak koalisyon, Ekrem İmamoğlu’nun popülaritesi, Kürtler’in desteği, Anadolu muhafazakârlarının kaprisleri tarafından şekillendirilmemeli. Bunun yerine, sadece Tayyip Bey’i koltuğundan etmek değil, ondan sonra ülkeyi birkaç sene içerisinde nasıl idare edeceklerine dair bir geçiş planı üzerinde anlaşmalılar. Bu, cumhurbaşkanı adayının kim olacağından, hangi partinin kaç milletvekili alacağından daha önemli. Bunun çok zor ortaya çıkacağı kanaatinde değilim. Ben bir süredir siyasetin satır aralarına bakıyorum. Demirtaş’ın açıklamaları, Babacan’ın dünkü açıklaması, Meral Hanım’ın son iki aydır, Kürt karşıtı dili bir şekilde bastırması dikkatimizi çekiyor. Bunlar iyi gelişmeler. Bu, partilerin bir masa etrafında oturabileceğinin sinyallerini veriyor. Bütün partiler aynı masa etrafında oturamazlarsa bu işten kurtulamazlar, bu çok net. Aynı masa etrafında oturduğunuz zaman, doğru yemeği yemeniz ya da doğru sohbeti açmanız lâzım ki o birliktelik devam edebilsin. Orada benim düşüncem, lider tartışmak ya da parti kotası tartışmak, partileri tartışmaktan ziyade, ilkeler üzerinde bir birliktelik kurulması. Burada da sivil toplum önemli bir rol oynayacak. Son olarak: İktidar bloku, seçmenini bir şekilde fazla siyasallaştırmış bir blok. Şunu kastediyorum: Söylemsel olarak politikanın içinde olduğu kadar, aynı zamanda siyasî kadroların içerisine girmeye de teşvik ediyor. Bugün AK Parti’nin 10 milyon üyesi var. Ve bu insanlar deli gibi siyaset yapmak istiyor. Çünkü siyaset yaparak siyasetin rantına ortak olabilecekler. Yine MHP’li birçok insan, Ülkü Ocakları’nın tedrisatından geçmiştir. Fakat muhalefet tarafından baktığımız zaman, siyasî partiler ve sivil toplum arasında bir ilişki var ama, sivil toplum siyasî partileri idare ediyor gibi. Mesela, bizim muhalifler olarak CHP’den beklediğimiz şey, “Kemal Kılıçdaroğlu bir söz söylesin, biz hemen onu destekleyelim” değil. Tam tersine, sivil toplum üzerinde buluşan, entelektüeller, akademisyenler üzerinden oluşan söylemi, CHP’nin iyi temsil etmesi. O yüzden, zaten halihazırda partilerin örgütlemediği, organize etmediği bir kalabalık muhalif kitle var. O kalabalık muhalif kitleyi şekillendiremezsiniz. Abdullah Gül’ün adaylığı sürecinde de gördük bunu. Tam tersine, o kitleyi iyi dinleyip, onların heyecanını heba etmeyen bir hamle ortaya koymanız gerekiyor. O yüzden, isimleri, milletvekili sayılarını tartışmadan, ilkeler üzerine ilerlemeniz gerekiyor. O “Yeni Devletçilik” meselesi, bence orada herkesin üzerinde mutabık kalabileceği bir şey. Demirtaş’ın mahkeme tutanaklarındaki ifadelerini okumuştum. Ciddi ciddi “Weberyan kurumsal savunusu” yapıyor mesela. Çok enteresan.

Çakır: Zaten onun için de cezaevinde. 

Özpek: Evet.

Çakır: CHP’yi, CHP’nin seçimini, CHP Kurultayı’nı, ama Türkiye’yi de tartıştık. Seren Selvin Korkmaz, Hatem Ete ve Burak Bilgehan Özpek, sizlere çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.