Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

DEVA Partisi Genel Sekreteri Sadullah Ergin anlatıyor

DEVA Partisi Genel Sekreteri ve eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Ruşen Çakır’a Fethullahçıların bakanlığındaki ve devletteki örgütlenmesini, neden AKP’den ayrıldığını ve DEVA Partisi’nin durumunu anlattı.

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye’nin en kritik dönemlerinden birisinde, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında uzun süre Adalet Bakanlığı yapmış, şu anda da DEVA Partisi kurucularından ve Genel Sekreteri olan Sadullah Ergin’i ağırlıyoruz. Kendisiyle konuşacak çok konumuz var. Hoş geldiniz.

Sadullah Ergin: Hoş bulduk Ruşen Bey.

Çakır: DEVA Partisi ile ilgili, gerek benim tek başıma yaptığım, gerek konuk aldığımız yayınlara, özellikle Ali Babacan’la en son yaptığım yayına sosyal medyada farklı farklı insanlardan gelen yorumlarda, Adalet Bakanlığı görevinizden ve o dönemdeki Fethullahçı örgütlenmeden dolayı birçok kişi sizin adınıza bir mim koyuyor. Bu konu hâlâ bir şekilde birileri tarafından gündeme getiriliyor. Siz daha önce Yargıtay’da yaptığınız tanıklığı anlatmıştınız. O mesele halloldu mu? Sadullah Ergin’in Fethullahçılık’la ilişkisi olmadığı net bir şekilde ortada mı?

Ergin: Bunu sürekli canlı tutmak isteyen unsurlar var tabii. Ama bir de, tarihin akışı var. Bunların detaylarının konuşulması gerekecek. Benim bakanlık yaptığım süre 4,5 yıl; başlangıç ve bitiş tarihleri belli. Bu tarihler içerisindeki personel hareketleri belli. Bunları biraz sonra başlıklarıyla konuşuruz.

Çakır: O darbe girişimi, bu işler karıştıktan sonra, savaştan sonra oldu, ilk aşaması değildi, son aşamasıydı belki de. Kimin neci olduğunun belli olmadığı dönemlerde, özellikle de dışarıdan olan insanlar, herkese bir etiket yapıştırıyorlar. Ben gazeteci olarak sizi yıllardır biliyorum. Benim bildiğim, siz ailece Milli Görüş kökenlisiniz.

Ergin: Ben ikinci kuşağım diyeyim. Babam, 1970 ve 80 yılları arasında Hatay’da Milli Selamet Partisi’nin merkez başkanlığını yaptı. O dönem benim de ortaokul, lise yıllarım; ben de onunla birlikte, gezdiği kasabalarda, köylerde geniş zaman dilimlerinde babama eşlik ediyordum. 80 darbesinden sonra, Milli Selamet Partisi de diğer partiler gibi kapatıldı. 1982’de üniversite hayatım başladı. O dönemde de öğrencilerin kültürel hareketlerinin içerisinde bulundum. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim. Samanpazarı’nda, TEKDAV (Türkiye Ekonomik ve Kültürel Dayanışma Vakfı) vardı. Ağırlıklı olarak Milli Görüş çizgisinde faaliyet gösteren bir vakıftı. Ben yaklaşık 3,5 yıl onların yurdunda kaldım. Son senemde, kıdem yapınca birkaç arkadaş eve çıktık. Üniversite bittikten sonra, staj, askerlik ve Hatay yılları başladı. Hatay’da, beş yıl Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün avukatlığını yaptım kamu görevlisi olarak. O beş yıl içerisinde de Milli Gençlik Vakfı’nın Hatay İl Başkanı idim. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden ayrılıp serbest avukatlığa başladığımda da önce Refah Partisi Merkez İlçe Başkanlığı, 1 sene sonra da Refah Partisi Hatay İl Başkanı oldum. 1997’de Anayasa Mahkemesi tarafından Refah Partisi kapatıldığında, il teşkilatını kayyuma ben teslim ettim. Arkasından, Fazilet Partisi’nde İl Başkanı oldum. Fazilet Partisi de benim İl başkanlığımda kapatıldı; onu da kayyuma teslim ettim. Fazilet Partisi’nin kapatılma dönemi başladığında zaten “Yenilikçi Hareket” başlamıştı parti içerisinde. Siz zaten o dönemleri gayet sıkı takip ettiniz. Yenilikçi hareketle adımız anılmaya başlandı. O hareketin içinde Tayyip Bey, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç vardı. Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla beraber, AK Parti’nin kuruluşunda il başkanı olarak görev aldım. 2002 seçimlerinde milletvekili olarak parlamentoya girdim. 5-6 aylık vekillikten sonra, AK Parti Grup Başkanvekili oldum ve bu 6 yıl sürdü.

Çakır: Biliyorum. Nihat Ergün’le beraber Grup Başkanvekili oldunuz.

Ergin: Evet. 6 yıl Grup Başkanvekilliği’nden sonra Adalet Bakanlığı görevine geldim, 25 Aralık 2013’e kadar da bu görev devam etti.

Çakır: Çok kritik bir dönemde Adalet Bakanı oldunuz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı ve parti içerisinde çok güçlüydü. Dolayısıyla, Adalet Bakanlığı görevine getirdiği kişinin çok güvendiği bir isim olması gerekiyor değil mi?

Ergin: Herhalde öyleydi. O zaman Tayyip Bey itimat ederek göreve getirdi. Çünkü 6 yıl boyunca Grup Başkanvekilliği’ndeyken yakın çalıştık. İktidar partisinde Grup Başkanvekilliği zor bir görev. 25 bakanlık varsa, her bakan kendi görev alanı ile bilgi sahibi olmak durumunda. Ama Grup Başkanvekilleri bütün bakanların görev alanları ile ilgili. Meclis’te muhalefet bir eleştiri yaptığında bir şeyler söylemeniz gerekecek, dolayısıyla gündemi de çok yakın takip etmeniz gerekiyor. İktidar partisinde Grup Başkanvekilliği yapmak, muhalefete göre daha zor. Altı yıl epeyce yorulduk doğrusu.

Çakır: O tarihleri hatırlıyorum. AK Parti’nin Adalet Bakanlığı ve yargıya yönelik bakışında, rakip taraftan, laikler, Atatürkçüler, CHP’liler, Mehmet Moğultay döneminden kalan kadrolara karşı bir tedirginliği vardı. Tabii bir de Yüksek Yargı meselesi. Yüksek Yargı’nın AK Parti iktidarına karşı olduğu varsayılıyordu. Bu anlamda da, herhalde yargı mekanizmasını kendinize uygun bir şekilde düzenlemek gibi bir perspektifiniz vardı.

Ergin: Belki bir önyargı vardı; ama bu önyargının boş olmadığını, içinin dolu olduğunu gösteren uygulamalarla yürüdü AK Parti. 2002’de işbaşına geldikten sonra, yargı tarafından engellemeler, frenlemeler, geçmişte yapılmayan şeyler AK Parti döneminde uygulandı. Bunun en bâriz örneğini de 2007’de Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde çok net olarak gördük. 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimi yaklaştığında, AK Parti kendi adayını tespit çalışmalarını yapıyor. Abdullah Gül’ün isminin ön plana çıkması ile beraber, 27 Nisan’da “Sakın yapmayın, yoksa karışmayız!” edâsıyla Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde bir e-muhtıra yayınlandı. Aynı gün Meclis’te yapılan 1. tur oylamada da muhalefet partisi “367 milletvekili gerekir” şeklinde itiraz etti. Oysa o günkü şartlarda toplantı yeter sayısı 183-184. Muhalefet Partisi bunu Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Dört gün içinde de Anayasa Mahkemesi’nden “367 kararı” çıktı. Bugün bile o kararın ne kadar absürt olduğu görülüyor. Çünkü geçmişte aynı yöntemle 10 cumhurbaşkanı seçilmiş. 11.’sinin seçilmesinde böyle bir karar üretiliyor. Böylece fiilen Parlamento’nun cumhurbaşkanını seçmesi engellenmiş oldu. Şimdi, “Siz şunu yaptınız da bundan dolayı böyle oldu” gibi bir neden-sonuç ilişkisi kuruluyor ya. “Buna dayalı olarak özeleştiri yapın” talepleri geliyor. Aslında bunları karşılıklı yapmak gerekecek. 2007’deki bu 367 Kararı dayatması, 27 Nisan E-muhtırası yaşanmamış olsaydı… Hatırlayın, 2007’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin bir Anayasa değişikliği oldu. “Madem Parlamento’nun seçmesini engellediniz, o halde bu işi millet çözsün” gibi bir düzenleme yapıldı o zaman. Bu Anayasa değişikliği 2007’nin sonlarında oylandı ve yüzde 67 civarında bir “Evet” oyu çıktı. Belki o gün bu dayatma olmasa, bugün Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Sistemi ya da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne gelmiş olmayabilirdik. Bugünlerin yolunu açan olaylar, oradan başladı maalesef.

Çakır: Yargı’nın sizin iktidarınızı engellediğinizi düşünerek buna karşı mücadele etmek istiyorsunuz ve bir müttefik çıkıyor ortaya. O da Fethullahçılar.

Ergin: Oralarda yoklar ya da o dönemlerde böyle bir şeyden haberimiz yok. Ama karşı karşıya kaldığımız hâdiselerden bir tanesi, Anayasa Mahkemesi’nin 367 Kararı. Bu Anayasa değişikliği biraz da Anavatan Partisi’nin dayatmasıydı. O dönemde Anavatan Partisi ile bir görüşme yaptık; Süleyman Sarıbaş Grup Başkanvekili idi. AK Parti’den de ben görüştüm. Onlar, Genel Kurul’a girip 367 şartını karşılayabileceklerini, ama oy vermeyeceklerini ifade etmişlerdi. Onu yapsalar, Parlamento çoğunluğu seçebilecekti. Ve bunun için de Anayasa değişikliği şartını getirdiler. Nedir değişiklik? Cumhurbaşkanını halk seçsin. Başka? Milletvekilliği görev süreleri, 5 yıldan 4 yıla indirilsin. Bir de, cumhurbaşkanı adayı önermek için, “Meclis’te küçük partiler bir araya gelerek oy toplamları yüzde 10 olursa, onlar da bir aday önerebilsinler” gibi talepleri vardı. Bu konuda mutabık kalındı. “Bunu deklare edin” dediler. Tamam dendi. O zaman Meclis’te, Basın Ofisi’nde bir basın toplantısı yaptım AK Parti adına. 1 saat sonra tekrar aradılar, “Olmaz, bunu Genel Başkan da teyit etsin” dediler.  Tayyip Bey Meclis’e geldi ve “Bu taahhüt partimizin taahhüdüdür, bunları yapacağız” diye birlikte bir basın toplantısı daha yapıldı. Ama bir süre sonra bu da yetmedi. Anavatan Partisi milletvekillerini genel merkeze götürüp, grup toplantısını genel merkeze taşıdı. Zaten orada film kopmuştu. Sonuçta Anavatan Partisi yarı yoldan geri döndü; Meclis’e girmedi ve seçimi kilitlemiş oldu. Ama bu arada biz de topluma bu değişikliği yapacağımıza dair söz verdik. Dolayısıyla, seçime gitmeden önce bu değişiklik Parlamento’da yapıldı; “Cumhurbaşkanını halk seçsin” düzenlemesi çıkarıldı. Milletvekilliği süresi, 5 yıldan 4 yıla indirildi ve o yüzde 10’luk kota da Anayasa’ya konuldu. Seçimler yapıldı. Seçimlerden sonra MHP Genel Kurul’da grup kurdu, Meclis’e girerek 367 şartını sağladılar. Böylece Cumhurbaşkanını seçmiş olduk. Ama yapmış olduğumuz “Cumhurbaşkanını halk seçsin” düzenlemesi, sonbaharda referanduma gidiyordu, o süreç devam etti.

Biz 2007 seçimlerine gitmeden önce, Ergun Özbudun’dan bir anayasa çalışması talep ettik. Prof. Ergun Özbudun Ankara Hukuk’ta benim anayasa hocamdı. Sayın Genel Başkanımız, benim de olduğum bir zeminde kendisinden rica etti o dönem. Ergun Hoca akademisyenlerden oluşan bir takım kurdu; kendisiyle beraber, Serap Yazıcı, Zühtü Aslan, Levent Köker, Fazıl Hüsnü vardı bu ekipte. Biz seçim kampanyasını çalışırken, onlar da kodları parlamenter sisteme dayalı, bireysel hakların güçlendirildiği bir anayasa hazırladılar. 82 Darbe Anayasası’nın izlerini silecek, sıfırdan bir anayasa çalışmasıydı. Bu hazırlığı dört-beş ay içerisinde yaptılar. Bittikten sonra da biz bu paketi açıklamaya hazırlandık. Tam o esnada, Yargıtay’dan Başbakan Yardımcımız üzerinden bir mesaj geldi. Bu mesajda, “Bu anayasa taslağını açıklar ve yasalaştırma yoluna giderseniz, partinize kapatma davası açmak zorunda kalacağız. Üzerimizde çok baskı var. Bunu yapmayın.”

Çakır: Pazarlık mı ettiler?

Ergin: Hayır. “Bu yapılan çalışmayı kamuoyuna deklare etmeyin ve Meclis’e getirmeyin” mesajı geldi. O dönemde Başbakan yurtdışında. Cemil Çiçek, rahmetli Dengir Mir Mehmet Fırat ve ben, oturup bir değerlendirme yaptık ve bununla ilgili çalışmaları bir süre öteleme kararı aldık. Ama çok geçmeden, 14 Mart 2008’de, AK Parti’ye bir kapatma davası açıldı; iktidar partisi, beş ay boyunca kapatılma riskiyle Türkiye’yi yönetmek zorunda kaldı ve Türkiye gerçekten sıkıntılı bir sürece girdi. Avrupa ve ABD’de “Mortgage krizi” belirtileri başlamış, piyasalar sıkıntıya girmiş, Türkiye’de de “İktidar partisi kapanacak mı, kapanmayacak mı?” belirsizliğinin olduğu bir ortam devam ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 6’sı “Kapatılsın”, 5 üyesi de “Kapatılmasın” oyu kullandı. Nihayetinde, nisap oluşmadığı için AK Parti kapatılamadı. “Artık önümüze bakalım, Türkiye’nin ciddi sorunları var, buna yoğunlaşalım” süreci başladı. Biz böyle çalışmaya devam ediyoruz, ama Yargıtay’da yeni bir kapatma davası hazırlığı olduğuna dair kulağımıza dedikodular geliyor. Daha üç gün olmuş, partinin kapatama davası sonlanmış. Gelişmelerden bir süre sonra haberimiz oldu. Parti kapatma davası sona erdikten sadece 53 gün sonra, Yargıtay’dan Ankara Başsavcılığı’na yeni bir kapatma davasının müzekkeresi yazılıyor ve tekrar bir soruşturma başlıyor. Hal böyle olunca, iktidar partisi kendi içinde şu değerlendirmeyi yaptı: “Seçimlerde yüzde 47 oy alıp geldik. Üstüne bir kapatma davası yaşadık. Kapatma davası bitti, 53 gün sonra yeni bir kapatma davası soruşturması başlıyor. Anlaşılan bizi çalıştırmayacaklar. Dolayısıyla, önünde iki seçenek vardı iktidar partisinin: Bir tanesi, boynunu uzatıp, “Beni kapatın” diye beklemekti. İkincisi de, siyaseti dizayn etmek için çok hevesli olan aktivist yargıyı anayasal sınırlarına çekecek düzenlemeler yapmaktı. Nitekim 2010 Anayasa paketini hazırlama düşüncesi, bu yaşanmışlıklardan kaynaklandı. Yoksa o dönem, parti durduk yerde kendine böyle bir mecra arayışı içine girmezdi. Netice itibarıyla, parlamentoda çoğunluğu var, icraat yapması gereken bir hükümet bunlarla uğraşmazdı. Ama o dönem bunları yapmak, siyaset kurumu için “olmak ya da olmamak” haline geldi; yaşanmışlıklar bunu getirdi. Dolayısıyla bu paket hazırlığı yapıldı. 26 maddelik o pakette çok önemli iki madde vardı: Bir tanesi, 8.madde; siyasî partilerin kapatılmasını düzenleyen yeni bir düzenleme maddesiydi. Maddenin içeriği şuydu: Yargıtay Başsavcısı, bir siyasî partiyle ilgili kapatma davası açmak isterse, iddianamesini hazırlayacak. Parlamento’da kapatma davalarına bakan özel bir komisyon kurulacak ve bu komisyona, her siyasî parti, gücü oranında değil, eşit sayıda üye verecekti. Parlamento’da 5 grup varsa, her parti 5’er üye verecek, toplam 25 üye olacak gibi. İktidar partisi 5 üye verecek, muhalefet toplam 20 üye verecekti. Yani 25 kişilik heyette, 20 kişiye kendini teslim etmiş oluyordu iktidar partisi. Bu, özgüveni yüksek bir tavırdı. AK Parti, o dönemin yargısal aktivizminin geldiği noktada, muhalefet partilerini daha emniyetli gördü. Ve bu 8. madde anayasa paketine girdi. Meclis’te paketin geçmesi için asgari 330 oy gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, 327 ya da 328 oyda kaldı. AK Parti içinden de fire verdik ve o madde paketten düştü. 

O paketin içindeki önemli ikinci madde de Anayasa’nın 159. maddesi: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun terkibini yeniden yazan madde. Orada da, yaşadığımız süreçlerden ders çıkartmışız; Hâkimler ve Savcılar Kurulu tek bir görüşe mensup üyelerin elinde olursa neler yaşanabiliyor, bunları görmüşüz. Böyle olmasın, çoğulcu bir HSYK olsun diye madde yazılırken bir formülasyon yapıldı ve burada tek oy sistemi getirildi. O dönemde, oy kullanacak 11 bin 500 hâkim ve savcı var. Her hâkim ve savcı bir kişiye oy verecek. Dolayısıyla, blok liste çalışmalarını engelleyen, büyük adliyelerde sevilen insanların aday olabilecekleri, 300-400 kişiyi etrafında toplayıp seçimleri kazanabileceği bir iklimdi bu aslında. Her sosyal ve siyasî katmandan isimlerin temsil edilebileceği bir heyet oluşacaktı. Zaten, Bakan ve Müsteşar var. Yüksek Yargı’dan da 5 üye geliyor. 10 üye de, ilk derece mahkemelerinden seçimle gelecekti. Bunun terkibini yaparken de, çoğulcu bir HSYK olsun diye böyle formüle edilmişti. Teklif bu şekildeydi. Komisyondan bu şekilde geçti. Genel Kurul’dan bu şekilde yasalaştı ve referanduma bu şekilde sunuldu. Ama anamuhalefet partisi, Anayasa değişikliği paketindeki belli maddelerin iptali talebiyle, Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açtı; iptal edilmesi istenen maddelerden bir tanesi de tek oy sistemiydi. O dönemde “Bu madde sigortadır. Yapmayın” diye çok izah etmeye çalıştık. Ama Anayasa Mahkemesi, oy çokluğuyla bu maddeyi iptal etti. Böylece yeni bir madde yazılmış oldu, seçimler blok listeyle yapılmak zorunda kaldı. 

Hatırlıyorum, o dönemde, bu tek oy sisteminin iptal edildiği gün, Meclis’ten televizyonlara canlı bağlandım, gazetelere şöyle bir beyanat verdim: “Paketin ruhu bozulmadı mı?” sorusu üzerine, “Madde, paketten çıkmadı, maddenin içerisinden belli cümleler çekilip alındı. Bizim öngördüğümüz modelde çoğulcu bir yapı vardı. İptalden sonra ortaya çıkan tablo, çoğunlukçu yapıyı teşvik edecektir. Bu da, orta ve uzun vadede, diğerine göre daha sağlıksız bir yapıyı öngörür. Mahkeme çoğulcu bir yapıyı iptal etti, çoğunlukçu bir yapıyı öngördü.” Bunu iptal gününün akşamı söylüyorum. HSYK seçimlerine dört ay var.

Çakır: Peki, çoğunlukçu olmasından kim istifade etti sonunda?

Ergin: “Bu niye böyle oldu?” sorusunun da cevabı şurada: O dönemin Milliyet gazetesinde “İşte başvurunun hazırlandığı CHP’nin kozmik odası” başlığıyla çıkan haber — ki bu haberi de CHP kendi hazırlatmıştı. Yani anayasa değişikliği paketindeki maddelerin iptalini hazırlayan arkadaşlar, bunun PR’ını da yapıp Milliyet gazetesinde haberini yaptırmışlardı. Hesap şuydu, öyle anlıyorum: O dönemde, yargıda tek örgütlü yapı Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) idi. Onların 1500 üyesi var. Ama AK Parti’nin iktidar olduğu bir dönemde 1500 üye az değil; üye olmayan birçok taraftarı da var. Dolayısıyla, “Biz 10 üyeyi niye bölüşelim? Başka gruplar gelsin, 10 kişi, birli ikili gruplara dağılırız. Biz organize eder, hepsini alabiliriz” gibi bir iştahla girildi aslında. O iptalle beraber, maalesef hazin son oluşmaya başladı.

Çakır: FETÖ denilen Fethullahçılık olgusu var. Bunların yargıda çok etkili olduğu biliniyor. Bu anayasa değişikliğinden çok memnun olduğu, hatta Fethullah Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘evet’ oyu kullandırmak lâzım” dediğini biliyoruz. Burada çok kaba tabirle AK Parti, “denize düştüğü için yılana mı sarıldı”?

Ergin: Hayır. Mesela, o düzenleme iptal olmasa, hiçbir grup bir ittifak içerisinde olma ihtiyacını duymayacaktı; herkes kendisi gibi girecekti: Milliyetçi grup ayrı girecek, muhafazakâr-demokratlar ayrı birkaç aday üzerinden yoğunlaşmaya çalışacak, sosyal-demokratlar ayrı girecek. Orada 10 kişi içerisinde üç-dört tane sosyal-demokrat çıkacak, birkaç tane milliyetçi ya da muhafazakâr-demokrat grup çıkacak. 10 kişi, Türkiye’deki sosyal katmanların renklerine göre dağılacaktı. Ama bu iptalle beraber, YARSAV, farklı gruplarla beraber bu ittifakı büyüterek bir blok oluşturdu. O blok oluştuktan sonra zaten “O blokun karşısında ne yapılabilir?” düşüncesi çıktı. O dönemde, rahmetli müsteşarımız Ahmet Kahraman vardı; yıllarca bakanlıkta çalışmış, kürsüde çalışmış, teşkilatı iyi tanıyan biriydi. Mehmet Ali Şahin’in sınıf arkadaşı, Başbakan’ın da güvendiği bir isimdi. Bu seçim süreci onun koordinasyonu tarafından yapıldı. Ortaya çıkan tablo, istediğimiz bir tablo değildi maalesef. Şimdi deniyor ki, “2010’da HSYK seçim şeklini değiştirdiniz, bu hâle geldi, bunun sorumlusu sizsiniz.” İyi de, bizim getirdiğimiz metin bu değildi. Bizim Meclis’ten geçirdiğimiz metin bu değildi. Biz orayı çoğulcu bir yapı olsun diye dizayn ettik. Anamuhalefet talep etti, Anayasa Mahkemesi iptal etti ve iptalle beraber yeni bir seçim usûlü yazdı. O yapılan düzenlemeyle seçilen HSYK ve sorumlusu da, iktidar grubu, Sadullah Ergin. Şimdi bu ne kadar adaletli bir tutum? Biz bunu arzu etmemişiz. Bu olmasın diye uğraşmışız. Seçimden dört ay önce, iptal gününün akşamı “Bunu yapmayın” diye uyarmışız, ama maalesef dinletemedik.

Çakır: Peki, ne çıktı sonuçta?

Ergin: Blok listeler halinde gidildiği için, YARSAV ve ekibinin hazırladığı liste üye çıkartamadı. 10 üyenin hepsi bir listeden çıkmış oldu. Ama bu listenin içerisinde, bizim öngördüğümüz, “Bu gruba ait iki veya üç üye olacak” diye düşündüğümüz bir yapıydı. Yargıtay’daki beyanımda da söylüyorum, esas zorluk şuradaydı: Onlar seni beni iyi tanıyorlar; istihbarat birimlerinde varlar, kimdir nedir iyi biliyorlar. Ama biz onları çok iyi tanımıyoruz. Yedek diye listeye konan isimler, organize bir hareketle asil listeye geliyor ve asilden seçilmesi gerekenlerin önünü kapatıyor.

Çakır: Yani burada Fethullahçılar organize bir şekilde çalışıyorlar.

Ergin: Yedekleri asil listeye, asillerden yedeğe kaydırmalar yapmışlar. Ama biz bunu 7 Şubat MİT Krizi’ne kadar anlayamıyoruz. O yedeklerden gelenleri “Herhalde iyi çalıştılar” diye algılıyoruz. Ama MİT Krizi’nde olay çok ciddileşiyor ve bunların HSYK’daki tutumları netleşerek ortaya çıkıyor. O zaman, yedeklerden taşıdıkları isimlerin de bunlarla beraber hareket ettiklerini anlıyoruz.

Çakır: Burada kastettiğiniz, MİT Krizi çıktığı zaman, siz, bu krize yol açan savcılara bir şey yapılmasını beklediniz, HSYK onlara sahip mi çıktı?

Ergin: MİT Kanunu’nda bir hüküm var. MİT Müsteşarı’nı bu kadar palas pandıras ifadeye çağıramazlar; kanunu çiğneyerek bir işlem yapıyorlar. “Nasıl böyle bir işlem yaparsınız?” diye sorulduğunda, “Bir yanlışlık olmuş, bunu düzelteceğiz” diye beyan ediyorlar. Ertesi gün, söylediklerinin tam aksine, Ankara Başsavcılığı’na “Hakan Fidan’ın ifadesini alın” diye talimat gönderiyorlar. Bunun üzerine biz MİT Kanunu’nda daha açık bir hüküm yazarak hemen Meclis’e sevk ettik. Komisyonlardan geçirdik. Birkaç gün içerisinde yasa çıktı, kesinleşti. Böylece, Başbakan’ın izni olmadan MİT mensuplarına soruşturma yapılamayacağı hükmünü koyduk.

Çakır: Ben gazeteci olarak bu işleri incelemeye başladığım 85 yılından itibaren, bir tarafta Fethullahçılar, bir tarafta Milli Görüşçüler, bir rüzgâr gibi çarptı. Bunlar aslında birbirini sevmeyen, birbirine güvenmeyen ve birbirine sırtını dönmeyen iki yapı. Özellikle 12 Eylül döneminde, Erbakan içerideyken Fethullah Gülen askere destek veriyor; böyle bir yığın olay var. Refah Partisi’nin ilk yükseliş yıllarında, hatta 28 Şubat’ta da, Refah karşıtı bir pozisyon almış. Sonra ne oldu da kaderleriniz birleşti? Diyelim ki bu yapının devleti ele geçirmek gibi bir hesabı var, her türlü şeyi mubah görüyor. Siz de geleneksel olarak bu yapıdan ciddi bir şekilde şüphe duyuyorsunuz. Ama sadece yargıda değil, emniyette de, askerde de, devletin birçok kurumunda yer alıyor. Şimdi yapılan operasyonlarda da görüyoruz. Mesela, devletin telekomünikasyon binası olduğu gibi yıkıldı.

Ergin: Evet TİB. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı.

Çakır: Evet, İletişim Başkanlığı’nın binasını yok ettiniz sonunda. Nasıl oldu bu “Kandırıldık” meselesi? Siz de ailece Milli Görüş kökenli birisisiniz. Fethullahçılar’ın bu oyununa nasıl kapıldı insanlar? Hiç mi uyaran olmadı?

Ergin: Aslında şöyle: Biraz önce yaşanmışlıkları biraz anlattım. O süreçte iktidar partisi bunları yaşadı. Tehditler, kötü muamele, tasarrufların iptali… Yaptığı her tasarruf yargıdan dönüyor, tekrar gidiyor. Yaptığı kanun Köşk’ten dönüyor tekrar Meclis’ten geçiyor. Çift dikiş gidiyor yani. Ama bu süre içerisinde, 367 Kararı’nın alınması, Parlamento’da Cumhurbaşkanı seçtirilmemesi, arkasından kapatma davası açılması, ikinci bir kapatma davası soruşturmasının açılması… Bütün bunlar olduğu zaman, yüzde 47 oy almış bir siyaset kurumu oturup bekler mi? “Beni kapatın. Beni tasfiye edin” der mi? O da, bu yargısal aktivizmin mâkul bir yere gelmesi için hareket etti. 2010 Anayasa değişikliğinin arkasında yatan şey odur. Nitekim Ergenekon soruşturmalarının başladığı 2007 tarihinden iki buçuk yıl sonra ben Adalet Bakanı oluyorum. 12 dalga geçmiş, ben 13. dalga esnasında bakan oluyorum. Bir siyaset kurumunun, AK Parti’nin, hükümetin, bu süreçlere inanmasını sağlayacak bir mâkul şüphe var. Nedir? Türkiye’de, 1960 darbesi, 62-63 Talat Aydemir’in girişimleri, 69 girişimi, 9 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, arkasından 27 Nisan 2007 E-muhtırası ve AK Parti’ye kapatma davası. Bütün bunları arka arkaya koyduğunuzda, “AK Parti’yi çalıştırmak istemiyorlar, tasfiye etmek istiyorlar” şeklinde mâkul bir şüphe var. Dolayısıyla bu yargılamalar, o zamanki hükümetin hukuken müdahil olduğu yargılamalar. 16 Eylül 2008’de, AK Parti yetkili kurumlarında karar alınıyor ve AK Parti bu soruşturma ve kovuşturmalara mağdur sıfatıyla müdahale dilekçesi veriyor. Ben daha Grup Başkanvekiliyim. “Bu yargılamaların arkasında kim var?” diye soruluyor ya; bu yaşanmışlıklar var, somut olaylar var ve AK Parti’nin 2008 tarihindeki müdahale dilekçesi var. Nitekim bu müdahale dilekçesi kabul ediliyor. AK Parti bu davalarda taraftır. Yani bu dava karara çıktığında temyiz edebilir. Öyle bir hukukî sıfatı da oldu AK Parti’nin. Neticede Ergenekon süreci böyle. Bu süreçler başladıktan iki sene sonra ben bakan olmuşum; tutuklamalar yapılmış, iki tane iddia kabul edilmiş, mahkemeler duruşmalar başlamış, ben 2009’da bakan olmuşum. “Adalet Bakanlığı’ndaki merkez kadroları bu ekibe siz tahsis ettiniz” deniyor. Net olarak altını çiziyorum: Bunları tamamı gerçekdışıdır. Ben Mayıs 2009’da bakan oldum. Bakan olmadan dört ay önce, bakanlıkta geniş bir kadro değişikliği yaşanmış, ben daha grup başkanvekiliyken. Bakan oldum ve mevcut kadroyla çalıştım. Çünkü 7 yıl AK Partili iki bakan tarafından yönetilmiş bir bakanlık. Gelir gelmez oradaki bürokratlarla uğraşacak hâlimiz yok. Ama 7 Şubat 2012 MİT Krizi’nden sonra, ben bakanlıktaki bütün kritik noktaları, müsteşarımın tavsiyeleri ile beraber değiştirdim. Yani bakanlığın en önemli yerlerini, Personel Genel Müdürlüğü, Ceza İşleri Müdürlüğü, Cezaevleri Genel Müdürlüğü, Kanunlar Genel Müdürlüğü, Adlî Tıp Başkanlığı gibi 24 noktada kritik atamalar yaptık. Bu getirdiğimiz isimler, bugün de en üst noktada görevdeler.

Çakır: Siz de biliyorsunuzdur, anlatılan çok ilginç anekdotlar var: Mesela, çok kritik yerlere seçilecek üç aday var. Hepsinin hakkında soruşturma yapılıyor, birisi seçiliyor. Ama sonradan, üçünün de Fethullahçı olduğu öğreniliyor.

Ergin: Onlar Yargıtay seçimlerinde yaptıkları işlemlerdi. Benim şahitlik yaptığım dosyada da buna benzer ifadeler var aslında. Ben bakanlığa geçip oturduğum gün, var olan unvanlı kadronun önemli bir kısmı, müsteşar yardımcıları, daire başkanları, genel müdürler yargılanıyor şu anda. O bakanlıktaki unvanlıların içerisinde yargılananların tamamı, ben bakanlığa başladığım gün, o bakanlığın içerisinde unvanlıydılar zaten. Ben bakanlığı 25 Aralık 2013’te Bekir Bozdağ’a teslim ettim. Teslim ettiğim gün, mevcut unvanlıların tamamına yakını şu anda devlette üst noktalardalar. Nerede bunlar şimdi? Ceza İşleri Genel Müdürümüz Metin Kıratlı Cumhurbaşkanlığı İdarî İşler Başkanlığı’nda. Eski Başbakanlık Müsteşarı pozisyonunda bir görevdir; Türkiye bürokrasisinin tepe noktası yani. Mesela, Basri Bağcı. Basri Bey’in atanmasıyla ilgili çok önemli bir anekdot var: Ben 3 Aralık 2013 günü, AK Parti Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak gösterildim. O zaman Başbakan ilan etmişti. Belediye Başkan adayı olduğum için bakanlıktan gideceğim belli oldu. Ama adaylığım belli olduktan sonra yapılmış bir tasarruftur. Normalde siyasî etiğe pek uygun bir tasarruf değil. Müsteşarım Birol Erdem gelip “Basri Bey’i Müsteşar Yardımcısı yapmanızı istiyoruz” dedi. ‘’Birol, ben aday oldum. Birkaç güne kadar Bakanlar Kurulu değişir, ben Hatay’a gideceğim. Bu şık olmaz, doğru da olmaz. Gelen arkadaş ‘Gideceğin belli, sen bu atamayı nasıl yaparsın?’ diye sorar” dedim. “Efendim, kimin geleceğini bilmiyoruz. Ona anlatabilir miyiz? Ama şu açıdan çok önemli. 2014 HSYK seçimleri hayatî derecede önemli olacak. Bu yapıyı bunların elinden kurtarabilmemiz için, bizim Basri Bağcı gibi arkadaşlara ihtiyacımız var. Teşkilatı, merkezi, taşrayı bilir. Bunlarla yapılacak mücadelede bize çok lâzım bir arkadaştır” dedi.

Çakır: “Bunlar” dediğiniz Fethullahçılar. 

Ergin: Evet. Hakikaten çok zorlanmama rağmen –Basri Bey’in şahsından değil, etik olmadığından; çünkü yerime gelen arkadaş, “Bu tasarrufu niye yaptın?” diye sitem edecektir– Bakan oluruyla onu müsteşar yardımcısı görevine atadım. Hakikaten Yargıda Birlik çalışmaları yapıldığında çok büyük yararlılıkları oldu. 2014 seçiminin kazanılmasında kilit noktalardan birisi Basri Bey’dir. Daha sonra Yargıtay’a seçildi. Şimdi de Anayasa Mahkemesi üyesi oldu. Bütün bunları şunun için anlatıyorum: MİT Krizi’nden sonra, Adalet Bakanlığı’nın unvanlı kadrolarını nakış işler gibi tek tek mutemet isimlerle bezemişiz. O gün getirdiğimiz isimlerin hepsi, bugün sistemin içerisinde. Çoğu da terfi etmiş, üst makamlara gelmişler. Sadullah Ergin’in Bakanlık’ta teslim aldığı tablo, şu anda yargılanan bir tablo. Ama 2013’ün sonunda benim bıraktığım kadro, şu anda devletin en üst katlarında görev yapmakta.

Çakır: Darbe girişiminden sonra yapılan operasyonlarda, Maliye Bakanlığı’ndan Diyanet’e, Ordu’dan Emniyet’e, devletin bütün önemli ve kritik yerlerine getirildiğini görüyoruz. Birçoğunun da AK Parti döneminde iyice çoğaldığını biliyoruz. Ergenekon, Balyoz soruşturmalarında, Başbakan’ın, bakanların, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün rahatsız oldukları operasyonlar yapılıyordu — ya da en azından rahatsız olduklarını dile getiriyorlardı. Mesela, Başbakan Erdoğan “Yeter bu dalgalar” diyordu. Ya da Ahmet Şık ve Nedim Şener içeri alındığında, Abdullah Gül Ekrem Dumanlı’yı çağırıp ona mesaj verme ihtiyacını hissediyordu. Bu nasıl bir şeydi? Halkın seçtiği parti sizsiniz, iktidardasınız. Ama devletin içerisinde, Yargı’nın, Emniyet’in içerisinde birileri size rağmen, hatta bazı durumlarda sizi zor durumda bırakarak iş yapıyorlardı. Mesela Emniyet’te, Milli Görüşçü polisleri görevden almaya, tutuklamaya kadar gidiyordu. Bu nasıl oluyordu? 

Ergin: Şöyle ifade edeyim: Bunlar Yargı’da, Emniyet’te vardı; ama hangi kurumda yoktu ki? Yani spesifik olarak “Şurada vardı, başka yerde yoktu” değil. Bu yapılar uzun yıllar devletin bütün kurumlarında belli şekillerde yer etmişler. Süreç içerisinde yerleşmişler ve yeterince güçlü oldukları hissine kapıldıkları dönemde de başkaldırmışlar ve absürt işlere girmeye başlamışlar. Bu açıdan, bir tek Adalet Bakanlığı veya İçişleri Bakanlığı değil, devletin bütün kurumlarına yerleşmişler. Hatta enteresandır, biraz önce bahsettin, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı diye bir kurum yoktu normalde. 2006 senesinde bir yasa çıktı. Türkiye’nin her tarafında başıbozuk dinleme ayrı ayrı yapılıyordu. Bunların bir zapturapt altına alınması amacıyla bir düzenleme yapıldı o dönem. “Bunlar Hâkim ve Savcı kontrolünde yapılsın, korsan dinleme olmasın” diye yapılan bir düzenleme. Ben de Grup Başkanvekili’yim.  Bu kurum 2006’dan sonra ihdas edildi. Müdürü yok, çaycısı yok, kapıcısı yok, hiçbir şeyi yok, bomboş bir kurum. Sıfırdan dizayn edildi. Ama üç sene sonra görüldü ki, yüzde 90’nın üzerinde bu grubun eline geçmiş. Dolayısıyla, bunlar bu örgütlenmelerde, “Bizim grubumuzun talebi budur” diye bir iş yapmıyorlardı.  Tek tek, illerin milletvekilleri üzerinden, farklı kanallardan, bazılarını muhalefet milletvekilleri üzerinden, kim nereye ulaşırsa, çok farklı yöntemlerle, yıllar üzerinden bir meleke kazanarak bu işleri yapmışlar. Dolayısıyla, lokal olarak “Burada vardı, şurada yoktu” değil. Başbakan’ın koruma müdürü, Genelkurmay Başkanı’nın yaveri, MİT Müsteşarı’nın özel kalemi. Bizim müsteşarımız, MİT Müsteşarı’nın Özel Kalemi’ne bilgi götürüyor. Özel Kalem Müdürü o bilgiyi görünce, “Sen bizi ihbar ediyorsun MİT’e” diye Adalet Bakanlığı Müsteşarı’na dünyayı dar ettiler. MİT Müsteşarı’nın Özel Kalemi’ne, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanı’nın özellerine sızmış bir yapıdan bahsediyoruz. Onun için, tekrar edeyim: Onlar seni beni çok iyi tanıyorlar, ama sizin onları çözmeniz, tespit etmeniz zaman alıyor. Avukatlıktan, hâkim ve savcılık mesleğine geçiş yaşı 35’di, Sırf bundan dolayı biz onu 45 yaşa çektik. Avukatlıktan mesleğe isim taşımak istedik. Çünkü yeni mezunların geçmişini, ne olduğunu bilemiyorsunuz; liseyi bitirmiş, fakülteyi bitirmiş, sınava girmiş, gelmiş.

Çakır: Sınavları da kontrol ediyorlar değil mi?

Ergin: Avukatlıkta 15-20 sene çalışmış insanları çözmeniz, onların bu yapıyla ilgisinin olup olmadığını anlamanız biraz daha mümkün. Onun için o yaş skalasını da artırdık. Aldığımız tedbirlerin içerisinde bu da vardı.

Çakır: DEVA Partisi’ni de biraz konuşmak istiyorum, ama şu konuyu bir toparlayalım. MİT Krizi, ardından 17-25 Aralık, ardından 15 Temmuz. Bu tarihler önemli anlar. Ama MİT Krizi ile başlamış bir savaş var. Ve savaşı Fethullahçılar, FETÖ kaybetmişe benziyor. Hakikaten bitti mi?

Ergin: Elbette bitmedi. Ama güçlerini yitirdiler. Organize hareket edebilecek kapasiteleri dağıtıldı. Bu işlerin tepe noktasındakiler, kaçabilenler yurtdışına kaçtılar. İçeride kalıp sesini çıkarmayan unsurlar kalmış olabilir. Detaylı bilgim yok, ama tahminlerimi ifade ediyorum. Normalde Türkiye’de bu tür yapıların yeşermesini, revaçta olmasını, gelişmesini önleyecek iklimleri üretmek lâzım. Nedir bunları palazlandıran? İnsanları, gençleri, çocukları bu tür yapılara sevk eden? Kamu hizmetlerinin üretilmesindeki yetersizlikler, öğrenci yurtları, barınma yerlerinin yetersizliği, maddi imkânsızlıklar karşısında fakir ailelerin çocuklarına yeterince katkı sunulamaması. Süreç içerisinde, 28 Şubat uygulamasından tutun, Türkiye’deki muhafazakârların üzerine yapılan değişik baskıların da, bu tip yapıların organize olmasında, belki yeraltına inmesine etkisi var mıdır, ayrı bir sosyolojik araştırmadır. Ama şunu ifade edeyim: Sadece bu tip bir yapı değil, kamu otoritesini, kamunun kendi hiyerarşisi dışında etkilemek isteyen ne tür bir grup olursa olsun, hepsine karşı benzer reflekslerin gösterilmesi şart.

Çakır: Benim şöyle bir tezim var: AK Parti ile Fethullahçılık arasında yaşanan çok sert savaş, genel olarak İslâmî câmiayı, hatta İslâm dinini de çok ciddi bir şekilde yaraladı. Kısa vâdede olmasa bile, orta ve uzun vâdede bunun etkilerinin görüleceğini düşünüyorum. Zaten gençlik içerisinde, deizmin, ateizmin yükselişe geçtiğine dair şikâyetler var. Bu meselenin de bunlarla bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu bir efsaneyi kaldırdı. İslâmî hareketin bir Cumhuriyet anlatısı vardır: Mağdur edilen dindarlar, zulüm gören dindarlar, yasaklanan Kur’an kursları vs.. Ama şu anda yaşanan, İslâmî iddialı bir yapıyla, bir başka İslâmî yapı arasındaki savaşın sonuçları, Cumhuriyet tarihinde yaşananların çok daha ötesinde.

Ergin: DEVA Partisi’nden bahsettin. DEVA Partisi kurulurken, ortak akılla yola çıkmayı kendine ilke edindi. Bir siyasî parti. Siyaset yapmak için yola çıktı. Bunu yaparken, hamâset, insanların inançlarını, inançsızlıklarını, inanç anlamındaki duygularını yaptığı işe bulaştırmadan, onları kullanmadan bir siyaset yapma ilkesini bunun için ortaya koydu. Yıllar yılı, siyaset adına ve sosyal cemiyetçilik adına yapılanlar, maalesef yapanların yanlışları, savunduklarını iddia ettikleri değerlere zarar verdi. “Biz Allah rızası için, İslâm’a hizmet için bu yola çıktık” diyen dernekler, vakıflar, siyasî partiler, yaptıkları yanlışlardan sonra bunun altında kaldılar. İnsanlar da bu yargılamalara bakarak, ciddi yargılamalar, muhasebeler ve muhakemeler yapmaya başladılar. Geçmişte yaşananlardan sonra, gelecek tasavvurunda, üzerinde mutabık kalacağımız değerleri ortaya koyarken, bu yaşanmışlıklardan önemli dersler çıkartmak gerektiğini düşünüyorum.

Çakır: Peki, siz nasıl kopabildiniz AK Parti’den? Ali Babacan ayrı bir yerde. Onun son dönemlerde belli bir rahatsızlığı vardı; dışlanmıştı zaten. Siz, Nihat Ergün, Mehmet Emin Akmen… Sizler, bir anlamda Erdoğan’ın prensleriydiniz. Ne oldu?

Ergin: Son dakika hâdisesi değil bu, bir süreç. AK Parti bugünkü duruma 1 günde gelmedi. 2001’de kuruldu bu parti. Kuruluş programına bakarsanız, bugün bile ufak tefek düzeltmelerle, o programın altına imza konulabilecek bir metin var ortada. Hakikaten, o gün o amaçlar altında birleşen bir ekiptik.Ama aşamalarda, o hedeflerden adım adım uzaklaşılmaya başlandı. Esas itibariyle, 2011 seçimleri sonrasında, ustalık psikolojisinin egemen olduğu dönemde, artık ihtisasların kıymetsizleştiği, değerini yitirdiği, ustalık dönemi tasarruflarının, yavaş yavaş ortak aklın yerini almaya başladığı dönemdir. O dönemden başlayan birtakım uygulamalar…

Çakır: Biz buna “Tek adam” diyoruz.

Ergin: Ben “istişaresizlik dönemi” diyeyim. Sizin değerlendirmeniz, kendinize ait. Bu süreçlerde başlayan bir ayrışma var aslında. Meclis’e getirilen düzenlemelerde birtakım ayrı düşmeler var. 2012, 2013 ve “Gezi Olayları” itibarıyla, bu iyice su yüzüne çıktı. Gezi Olayları’nda, biz arkadaşlarla, parti içerisinde, Yönetim Kurulu’nda, MKYK’da, uzunca bir süre bu olayların yanlış olduğunu, ilk başlangıç itibarıyla bu insanlarla daha farklı bir iletişim kanalı açmamız gerektiğini açıkça konuştuk. Fakat o dönem şu örnekleri verdiğimizi de hatırlıyorum: Biz, Cumhuriyet Mitingleri’nin yaşandığı 2007-2008 dönemlerinde, o eylemleri yapanlara, göstericilere, sağlık hizmeti verdik; ambulanslar koyduk, güvenliklerini sağladık, su dağıttık. Yaşlıların Anıtkabir’e yürümesi için toplu taşıma araçları tahsis ettik. Eylemcilerin bir kısmı “Ordu Göreve” diye pankart açtı. Ama biz onlara hizmet ettik. Herhangi bir şiddet, herhangi bir baskı yapılmadı. O dönemde o eylemleri yapanlar sandıkta kaybetti. AK Parti oyunu yükseltti. Doğru olan, o günkü yapılandı. Bunları da konuştuk Gezi sürecinde. Taksim Meydanı’nda toplananlara karşı, onların taleplerini dinleyip anlama, doğru ve haklı talepleri varsa onları karşılama noktasında, baştan bir iletişim kurulabilseydi, olaylar buraya evrilmeyebilirdi. Daha sonra marjinal grupların içeriye sızdığı doğrudur. Ama kamu otoritesi olarak siz gene doğruları yaparsanız, marjinal grupların yaptığı vandallıklar karşısında devletin yapacağı birtakım refleksleri toplum haklı görür.  Ama siz oradaki mâkul insanların oradan çekilmesini sağlayacak doğru adımları atın, vandallarla mücadelenizi hukuk çerçevesinde ayrıca yaparsınız. Bu anlamda, oradan başlayan bir duygusal kopuş yaşandı. 2013 sonunda da belediye başkanlığı adaylığım dolayısıyla ayrıldım. Zaten üçüncü dönemimdi, ondan sonraki dönemlerde de bir adaylık müracaatım olmadı. Ve kendi köşeme çekildim. Bu işlerin biraz daha düzelmesi için temennilerde bulundum. Ama bekleme süresi içinde, bu işler daha da sorunlu hâle gelmeye başladı. En nihayetinde, Ali Babacan’ın yaptığı çalışmalar esnasında kendisine bu çalışmalarda katkı vermeye çalıştım. “Gezi Olayları” sırasında, “Bunlar doğru değil, biz 2007-2008’de yaptıklarımızı yaparsak, bu toplumu kucaklarız. Zecrî tedbirlerle bunlara yaklaşmayalım” diyen arkadaşların önemli bir kısmıyla şu anda DEVA Partisi’nde beraberiz. 

Çakır: Peki, çekinmiyor musunuz? Çünkü iktidarı tekeline almış, iktidarını kaybetmek istemeyen bir Recep Tayyip Erdoğan var. Siz birbirinizi iyi tanıyorsunuz. Neyi yapabileceğini, sınırlarını da çok iyi biliyorsunuz. O da sizi biliyor. Ve herhalde sizin parti kurmanızdan hiçbir şekilde memnun değil.

Ergin: Evet.

Çakır: Neye güveniyorsunuz?

Ergin: Biz bunu bir sorumluluk olarak gördük. Böyle bir çalışma yapmayı, kendimiz, ailemiz, çocuklarımız ve yaşadığımız toplum için bir vecibe olarak değerlendirdik. Biz 2001’de yola çıkarken, buraya, Türkiye’nin bugünkü tablosuna gelmek için yola çıkmadık. Biz bu topluma, insanlara, demokrasiyi, özgürlükleri, Avrupa Birliği’ne tam üyeliği vaat ettik. Bireysel hakların sonuna kadar genişletildiği, bu coğrafyada kavgalı kimsenin kalmaması, “öteki” kalmayıncaya kadar bu mücadelenin devam etmesi ilkesiyle yola çıktık. Ama 2011’den, 2012’den sonra, evrilen bir hareket oldu AK Parti. Oraya kadar ufak tefek sapmalar olsa da, çok büyük problem yoktu. Ama özellikle 2012’den sonra, her ne kadar içeride, Merkez Karar Kurulu’nda, Bakanlar Kurulu’nda, belli şeylerde muhalefet ettiysek de, bunları kamusal alanda paylaşmadığımız için, vatandaş da, “Siz içeride muhalefetinizi yaptınız, ama bizim haberimiz yok. Biz bu muhalefetinizi kabul etmeyiz” diyor. Türkiye’nin bu hâle geliş sürecinde, bizim, bu hareketin (AK Parti’nin) içinde olmaktan kaynaklı bir mesuliyetimiz, bir vicdanî sorumluluğumuz da var. Böyle bir çalışmayla (DEVA Partisi) beraber, hem Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu sıkıntıyı aşacağı politikaları üretmek adına, hem de ülkeyi geleceğe dönük pozitif adımlarla daha üst liglere taşımak adına bir yolculuğa başladık. Bunu bir vicdanî sorumluluk olarak başlattık. Bu saatten sonra, dediğiniz birtakım çekinceler yok muydu? Vardı. Bu çekinceyi hissedenler hâlâ var. Ama sorumluluk duygusu daha ağır bastı. Bugün, başta ekonomik olmak üzere Türkiye’nin çok ciddi sorunları var. Ama ekonomik sorunlardan önce ve bunların nedeni olarak, özgürlük sorunu, adalet sorunu, hukuksuzluk sorunu var. Toplumsal gerilim ve toplumun fay hatlarına yüklenen enerji sorunu var. Bütün bunlara deva olmak üzere, yaklaşık 24 ayrı çalışma masasında, 300 civarında akademisyen, sivil toplumcu ve siyasetçi bir araya gelerek, 6 ay süren çalışmayla, bir politika metni oluşturduk. Bu, Türkiye’nin ortak aklı diyebileceğimiz bir hareket; Türkiye’yi selâmete çıkarsın diye uğraşıyoruz.

Çakır: Peki ne durumda şu anda?

Ergin: Biz hiçbir siyasi partiye, hiçbir sivil toplum kuruluşuna hasım ya da tehdit değiliz. Biz bu ülke için politika üretiyoruz; bu ülkenin daha iyi olması için arayış içerisindeyiz. Ortaya koyduğumuz ürünün, çalışma modelinin ve siyaset yapma biçiminin, bu ülkenin geleceğine damga vuracak bir hareket olacağını düşünüyoruz.

Şu âna kadar 60 il başkanı ataması yapıldı. Yaklaşık 100’e yakın ilçe başkanı yetkilendirildi. Bayram sonrasında, kısa bir süre içerisinde, 81 vilâyet ve yaklaşık 1000’e yakın ilçede teşkilatlanma çalışmaları daha da hızlanacak.

Çakır: Bu konuyla ilgili, farklı farklı yerlerden, DEVA Partisi’nin, hatta Gelecek Partisi’nin de, Anadolu’da, özellikle, kendini dışlanmış hisseden çok sayıda yerel siyasetle ilgili kişilerin, yeni partilere ilgisinin tahmin ettiğinizden daha fazla olduğu yolunda gözlemler duyuyorum. Gerçekten böyle mi, yoksa abartılıyor mu?

Ergin: Biz taleplere yetişemiyoruz Ruşen Bey. Hem görev almak isteyen hem gelip görüşmek isteyen, bu çalışmaya katkı vermek isteyen, “Çorbada bizim de bir tuzumuz olsun” diyen geniş bir kesim var hakikaten. Elimizde şöyle bir veri var: Biz web sayfamız üzerinden,”1) Gönüllü olmak istiyorum; 2) Teşkilatlarda görev almak istiyorum” diye bir başvuru linki açmıştık. Hatay’ın 1,5 milyon nüfusu var. Onun nüfusu neyse, başvuruların oranı o kadar. Hatay’dan yapılan başvuruyla, Tunceli’den yapılan başvuru, Hakkâri’den, Trabzon’dan, Muğla’dan yapılan başvurular, kendi nüfusuyla mütenasip bir oran içerisinde dağılıyor. Bu şunu gösteriyor: Bu hareket lokal bir hareket değil. Güneydoğu’ya veya Ege’ye mahsus, “kıyıların partisi”, “Karadeniz partisi” gibi bir yere hapsedilecek bir hareket değil. Edirne’den de, Erzurum’dan da, nüfuslarına göre benzer oranlarda başvuru var. Bu bizi çok sevindiren bir şey. Türkiye’nin her bölgesinde, neredeyse eşit oranda bir başvuru, bir muhataplık var. Bu ilgiye yetişmeye çalışıyoruz.

Çakır: Eski AK Partililer’le, sıfır kilometre siyasete girenler arasında uyumsuzluk olduğu yolunda birtakım söylentiler var.

Ergin: Adı üzerinde, söylenti. Zaten, teşkilatlar kurulurken de, en az yüzde 50’si, daha önce siyaset yapmamış olanlardan tercih ediliyor. Kalan yüzde 50’de de, hiçbir siyasî akımın salt çoğunluğu sağlamayacağı şekilde bir tercih var. Yani, daha önce CHP’de, MHP’de, AK Parti’de, İYİ Parti’de ya da başka siyasî oluşumlarda yer almış isimler olabilecek, ama orada bunların bir tanesi egemen olmayacak. Belli oranda bir araya gelen bir terkip öngörülüyor. Bunun çok isabetli olduğunu görüyoruz. Bu yaklaşımımız, her geçen gün ilgiyi daha da yükseltiyor. İnsanlar bizim Kurucular Kurulu’nu gördüler. O Kurul’daki profile baktılar. “Evet, bunları söylüyorlar, ama hakikaten söyledikleri gibi bir profil oluşturmuşlar” deniyor. Kurucularımızın kadın oranı yüzde 30’un üzerinde. Gençlerin oranı da yüzde 20. Tüzüğümüzde, kongrelerde oluşacak yönetimlerde yüzde 35 kadın kotası, yüzde 20 genç kotası var. Bu çok önemli. Daha doğrusu, “kadın” demeyeyim, “cinsiyet” kotası var. Erkekler azınlığa düşerse, yüzde 35’ten aşağıya düşmeyecekler, onun da garantisi var. Dolayısıyla, Anadolu’nun her köşesinden çok yoğun talep var. İnşallah bayramdan sonra, kısa bir süre içinde 81 vilâyeti tamamlamış olacağız.

Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım. Bayağı yoğun bir yayın oldu. Aslında, başka yayınları çağıran bir program oldu bu. Ama nasıl olsa biz gazeteciliğe, siz de siyasete devam ediyorsunuz; daha uzun bir süre, değişik vesilelerle bir araya geliriz. Ben izleyicilerimize özellikle şunu söylemek istiyorum: Bu hareketleri yakından takip eden bir insan olarak, ekibinizde yer alan insanların büyük bir kısmını da tanıyorum. Tabii bazı şeyler, gazeteci ve siyasetçinin bir araya geldiği yayınlarda tam olarak ortaya çıkamıyor belki. Ama o günleri herkes ayrı ayrı detaylarıyla bir anı şeklinde yazacak olursa, olayların daha çok aydınlanacağı kanısındayım. Ben yakında anılarıma başlayacağım, onu da buradan duyurmuş olayım. 

Ergin: Yazacak mısınız?

Çakır: Hayır yazmayacağım. Podcast yayın yapacağım. Gazetecilik anılarımı anlatmayı düşünüyorum. Orada siz de epeyce yer alıyorsunuz. Özellikle Ergenekon ve Balyoz dönemleri, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanmaları, kimin nasıl pozisyon aldığı konusunda efsaneler ve gerçekler var. Biz de o gerçekleri elimizden geldiği kadar anlatalım.

Ergin: Ahmet Sever onları yazdı bir parça.

Çakır: Bir miktar yazdı. Ben de onun yazmadığı kısımları, benim bildiklerimi anlatırım. O dönemde kimin, nerede, nasıl tavır aldığı konusunda epey bir bilgi kirliliği var. Fethullahçılık anlamında, özellikle kraldan çok kralcı olan birçok kişi, şu anda en baş FETÖ düşmanı olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir durum var.

Evet, programı sonlandırıyoruz. DEVA Partisi Genel Sekreteri Sadullah Ergin konuğumdu. Uzun bir süre, kritik bir dönemde Adalet Bakanlığı yapmış bir isim. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.