Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Murat Yetkin & Ruşen Çakır tartışıyor: Malazgirt ve 30 Ağustos zaferleri, muhalefette Akşener farkı, Doğu Akdeniz krizi & salgınla mücadele

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gazeteci meslektaşım, arkadaşım Murat Yetkin’le epeydir ara vermiştik. Türkiye’yi konuşmaya kaldığımız yerden devam edeceğiz. Murat, merhaba.

Murat Yetkin: Merhaba Ruşen.

Çakır: Şöyle bir yöntem belirledim. Maşallahın var; sen YetkinReport’ta çok güzel yazılar, analizler üretiyorsun. Bu arada bir de kitap yazıyorsun. Malazgirt Zaferi’nin yıldönümü kutlamaları nedeniyle devletin tam kadro Malazgirt’te bulunmasından hareketle, YetkinReport’ta kaleme aldığın yazıda “Acaba 26 Ağustos’ta Malazgirt’te gördüğümüz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da görebilecek miyiz?” sorusunu sordun. Ama bu soruyu sorduğun zaman da gidilmeyeceğini öngördüğün belliydi. Nitekim gitmedi.

Yetkin: Gidilse iyi olurdu, hiç fena olmazdı.

Çakır: “Anıtkabir’den Dumlupınar’a gitmek çok zor olmazdı” diye yazmıştın. Anıtkabir’e gidildi. Hatta orada da “Erdoğan” sloganları atıldı. Sence niye bu bayramlar arasında bir sınıflandırma yapılıyor? Ya da buna “zafer kayırmacılığı” diyelim.

Yetkin: Bu aslında AK Parti’nin ilk zamanlarından beri olan bir şey. Zaman ilerledikçe kendini iyice gösterir hâle geldi. Bayram deyince, toplumun sadece dinî bayramı algılaması, millî bayramlara “olsa da olur olmasa da” gibi bir muamele gösterilmesi isteniyor âdeta. Ama bu tutmuyor. Bu yeni değil, yıllardan beri her millî bayramda, en küçük bir gerekçe, bayram yapılmaması ile sonuçlanıyor. O bayram kutlanmıyor, sadece resmî törenlerle onun gösterilmemesi çabası var sanki. Nedenini anlamak biraz düşünmeyi gerektiriyor. Dediğim gibi herhalde, bayram denince dinî bayramların algılanması isteniyor. Fakat bunun getirdiği sonuç, eskiden millî bayramlara o kadar önem verilmezken, şimdi toplumun ciddi bir kesiminin çok önem veriyor hâle gelmesi oldu. Bu da sivil bir şekilde oluyor. Daha önce millî bayramlar sanki askerin kutladığı bayramlarmış gibi algılanırken, şimdi bayrağını alan sokağa çıkıyor, balkonunda marş okuyor, alkış tutuyor. Böyle bir tepki geliştirmiş oluyorlar. Başka açıdan baktığımızda da, 26 Ağustos’ta Malazgirt Zaferi’nin kutlamalarında, hiçbir koronavirüs tehlikesi yokmuş gibi, kalabalık yerindeydi. Bu virüs ne hikmetse sadece 30 Ağustos günü çıktı ve kısıtlamalar getirildi. Bir baktık 31 Ağustos’ta, Giresun’da millet birbirinin üstünde; ne sosyal mesafe, ne maske, hiçbir tedbir yok. Bir de insanların üstüne çay atılıyor ki herkes kapışsın, iyice birbirine girsin. Bu yapılan, çifte standart. Her bakımdan rahatsız edici bir şey.

Çakır: Tam Giresun’u soracaktım. 30 Ağustos’ta sosyal mesafe, koronavirüs var. 31 Ağustos’ta Giresun’da sosyal mesafe yok, tedbir yok. Hatta Giresun için “koronavirüs döneminin ilk mitingi” diye söylendi. Aslında Ayasofya’nın açılışı da bir tür miting gibi olmuştu. 15 Temmuz’da bir ölçüde olmuştu, Ayasofya’da daha çok oldu. Giresun’daki de tam bir miting oldu. Bir de, Giresun’dakinin bir anlamı da yok. Hadi diyelim ki Ayasofya tarihî bir olay. Salgın konusunda özellikle Anadolu’dan çok kötü haberler geliyor biliyorsun. Yine YetkinReport’taki bu konudaki yazılarından gidelim: “Covid salgınıyla mücadele iyi gitmiyor” diyorsun. Bunu artık herkes görüyor. Sağlık Bakanı’nın açıklamalarına da dikkat edersen, bir gün çıkıp, “Vefat sayısı iyileşenleri geçti” diyor. Ertesi gün çıkıp “İyileşenlerin sayısı vefat sayısından az” diyor.

Yetkin: O şu anlama geliyor Ruşen: “Ben dün öyle dedim diye lâf işittim. Şimdi düzeltiyorum onu”. Şimdi sadece resmî rakamlarla konuşacağım — ki resmî rakamların güvenilir olmadığı, bugün artık Bilim Danışma Kurulu üyeleri tarafından da söylendi. Ama Türk Tabipler Birliği, “Resmî rakamlar güvenilir olmaktan çıktı” diye aylardır söylüyordu. MetroPoll Araştırma’nın bugün Twitter’dan yayınlandığı anket sonucunu görmüşsündür. Nisan ayında insanların açıklanan rakamlara güveni yüzde 70’lere yakınken, şimdi yüzde 40’ın altına düşmüş. Demek ki bu kendini toplumda gösteriyor. Yani, pislikleri ya da istemediğiniz şeyleri halının altına süpürerek onlardan kurtulmuş olmuyorsunuz; onları biriktirmiş oluyorsunuz.

Resmî rakamlara göre, günlük hasta sayısı 1500’lere yerleşmiş durumda. Oysa Haziran ayı başında, bilim insanları, “Bütün tedbirleri kabak çiçeği açılır gibi birden kaldırmayın, kademelendirin” diye uyarırken, biz bir tek okulları açmadık; onun dışında her şeyi açtık. Ticaret lobisi istedi, AVM’leri açtık. Turizm lobisi istedi, otelleri açtık. Camileri açtık. Ama okulları açmadık. E ne oldu? Haziran ayı başında açıklanan rakamlar, Temmuz sonuna kadar bütün kurallara uyulması halinde, günlük hasta sayısının 100’ün altına ineceği idi. Şu anda 1500’deyiz. Resmî rakamlara göre günlük hasta sayısı 15 kat artmış. Yüzde 100, yüzde 15, yüzde 10 filan değil 15 kat artmış. Burada neresinden tutacaksınız da doğruyu bulacaksınız? Artık mümkün değil. Buna rağmen hâlâ burnumuzdan kıl aldırmıyoruz. “Salgınla mücadelemiz çok güzel gidiyor. Ekonomi de çok iyi durumda. 30 Ağustos’u kısıtlayalım ama Giresun’da miting yapabiliriz.” Bir de Giresun’daki yapılaşmanın sorumlusu kim allahaşkına? AK Parti 29 yıldır iktidarda. Binaları gördünüz, hepsi yeni binalar, dere yataklarına yapılmış. Cumhurbaşkanı çıkmış diyor ki: “Dere yataklarına ev yapmayın”. Olur. Şimdiye kadar yapılanlara imar affı nasıl çıktı? Kim çıkardı? Bütün bunlar görülmüyor, ondan sonra çifte standart. Ama artık inandırıcılığını da yitirmiş durumda. Sen de öyle düşünmüyor musun Ruşen?

Çakır: Bu pandemi meselesinde olabildiğince iyi niyetli, yapıcı olmaya çalıştı insanlar. Ama bunların hepsi bir şekilde bastırılmak istendi. Tabii işin ekonomik boyutu çok ciddi. Türkiye zaten ekonomik kriz içindeyken bu salgına girdi. İlk başlarında bu olay idare ediliyor gibiydi. Hatırla, Cumhurbaşkanının en çok vurguladığı husus, krizi fırsata döndürme iddiasındaki en önemli husus, sağlık sektörünün buna direnç gösterebilmesiydi. İlk başlarda bunda çok ciddi sorunlar yaşanmadı. Ama şimdi gelen haberler tam da o noktada sorunların olduğunu gösteriyor: Hem yetersizlik, hem de sağlık personelinin tükenmişliği; çok sayıda sağlık personelinin hayatını kaybettiği haberleri geliyor. Türkiye’nin ilk aylardaki en büyük iddiası, sağlık sisteminin bunu çok kolay taşıyabileceğiydi; şimdi çok büyük bir gedik açıldı.

Yetkin: Sence neden?

Çakır: Erken normalleşme.

Yetkin: Doğru, ama başka bir şey daha var: Özel hastaneler meselesi. Sermaye yapısı bakımından özel hastanelerin ne tarafta olduğunu biliyorsun. İsyan etti onlar. “Hayır, biz artık pandemi hastanesi olmak istemiyoruz” dediler. Çünkü para kazanılmıyor oradan. Dolayısıyla iş sadece devlet hastanelerinin üzerine kaldı gibi bir görüntü var şu anda. Bu iş balkona çıkıp alkışlamakla olmuyor. Sen, ben balkona çıkıp alkışlarız; gazetecilik görevimizi yerine getirir, bunları konuşur, yazarız. Bu ayrı bir şey. Ama Cumhurbaşkanı’nın sadece balkona çıkıp alkışlaması yetmiyor. Sağlık personelini, hekimleri, hemşireleri, hastabakıcıları, laborantları, ambülans şoförlerini desteklemek için alkış yetmiyor. Mesela siz orduyu savaşa götürdüğünüz zaman yedekleriyle götürüyorsunuz, değil mi? Dinlenme süreleri veriyorsunuz, onları ayrı besliyorsunuz. Örneğin terörle mücadele bölgesinde polise, askere, jandarmaya ayrı tazminat veriyorsunuz. Ama burada, bütün toplumun savaşı olan bir alanda, tıp çalışanlarını, sağlık emekçilerini neredeyse kendi başlarına bırakmışsınız. Hatta cezalandırıyorsunuz; Koronaya yakalandı diye bazı haklarından olanlar var. “Ben her şeyi biliyorum ve böyle olacak!” iyi bir yöntem değil.  Geçenlerde Cumhurbaşkanı çıkıp şöyle bir açıklama yaptı — ki o gün de günlük hasta sayısı 1500’ü aşmıştı.  Cumhurbaşkanı, “Koronavirüs salgınına rağmen biz ekonomiyi durdurmadık” dedi. Tamam, üretimi durdurmayalım da, dükkânlar açıldı, AVM’ler açıldı, hastalık vakaları sıklaştı, dükkânlar boş kaldı. Müşteri olmasın, ama dükkânlar açık kalsın. Böyle tuhaf bir anlayış var. Turizmde büyük bir darbe yendi. Biz otelleri açınca zannettik ki bütün dünya buraya gelecek. Hayır, gelmedi. Çünkü senin koronavirüsle mücadele yöntemin şeffaf değil. Herkes de bunu söylüyor. Herkes Türk’e düşman da o yüzden mi bizi yalnız bırakıyorlar? Almanya Türkiye’ye koyduğu seyahat yasağının aynısını İspanya’ya da koydu. Hem de İspanya, Avrupa Birliği’nin önemli bir ülkesi. Aynı salgın orada da var, aynı gerekçeyle yasak koydu Almanya. Hatta İngiltere’ye de koydu.

Çakır: Bizim, çocukluğumuz, gençliğimiz hep Türk-Yunan gerilimiyle, savaşıyla geçti. Ama epeydir bir sorun yoktu. Ufak tefek pürüzler olsa da, dostâne ilişkiler yürütülüyordu. Karşılıklı turistik ve kültürel, siyasi ilişkiler de gelişti. Mutlu müreffeh yaşıyorduk diyeyim. Birdenbire ne olduysa, tekrar Türk-Yunan anlaşmazlığı meselesine geldik. Bu mesele, sadece Miçotakis’in gelmesiyle açıklanacak bir şey mi?

Yetkin: Miçotakis’in gelmesi çok önemli bir faktör oldu. Çünkü mesela Kıbrıs etrafında doğalgaz aramaları, kıta sahanlığı, hava sahası filan bunlar öteden beri olan sorunlardı. Biliyorsun Miçotakis sağ milliyetçi tabana dayanıyor. Çipras’ın yerine Miçotakis gelince, bir şeyler yapmak, Türk’e karşı kendini kanıtlamak istedi. Yunanistan’ın bir tane konusu var: Türkiye. O konuda başarı sağlayan politikacı öne çıkıyor. Neredeyse tek bilinmeyenli bir denklem halinde oynuyorlar neredeyse. Miçotakis bir şey yapma ihtiyacı duydu ve mevcut sorunları artıran, kriz hâline dönüştüren de o oldu. Bu kesin. Çünkü aynı sorunlar devam ediyor. Öyle bir münhasır ekonomik bölge haritaları ortaya sürmeye başladılar ki, hakikaten Türkiye sadece bir sahil şeridi ve Antalya Körfezi’ne neredeyse hapsolmuş vaziyette. Küçücük Meis Adası’na, 40 bin km. kadar devâsâ bir deniz alanı ilan ettiler. Bu şaka değil, ayağını suya soktuğunda neredeyse Yunan karasularına girmiş olacaksın gibi saçma bir durum ortaya çıkardı. Bu, Miçotakis hükümetiyle oldu. Çünkü Türkiye’yi öyle bir sahil şeridine hapsetme niyeti iyice açığa çıkınca, Türkiye de Libya’yla ayrı ekonomik bölge anlaşması imzaladı. Zaten ondan sonra olaylar tırmanmaya başladı.

Çakır: Tam da bununla ilgili, Doğu Akdeniz meseleleri aylar önce ilk çıktığı zaman, bu konu kamuoyunda henüz konuşulmazken, Gönül Tol, Transatlantik yayınında şöyle bir şey söylemişti: “Türkiye burada haklı, ama masada güçsüz. Türkiye diplomatik olarak o kadar yalnızlaştı ki, haklı olduğu davalarda bile hakkının takipçisi olamıyor” diye bir tespit yapmıştı. Bu tespit aylardır aklımda. Sen katılır mısın buna?

Yetkin: Kısmen katılıyorum. Tam değil, çünkü takipçisi olmadığını söylemek doğru değil. Takipçisi oluyor da, ne kadar ikna edici olur, mesele o. “Takipçisi değil” demek, bıraktı gitti demek. Böyle bir şey söyleyemem, haksızlık olur. Fakat şöyle bir başka durum da var: Türkiye’nin tezlerindeki haklılığı, biraz da Batı dünyasında, Avrupa’da, Amerika’da Erdoğan’a duyulan tepkiden kaynaklanan bir durum. Bir örnek vereceğim, ama nedense bu konu Türk medyasında çok fazla yer almadı. Prof. Christos Rozakis, çok önemli Yunanlı bir hukukçudur. Artık yaşı epeyce ilerledi. Ben şahsen tanışıyorum kendisiyle. Rozakis, Yunanistan’ın bugün de iddiacı olduğu deniz hukuku politikasının mimarıdır. Şöyle bir ek bilgi de vereyim: Rozakis, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski başkan yardımcısıdır. Ve halen de, Avrupa Konseyi İdare Hukuku Mahkemesi’nin başıdır. Bu kadar da etkili uluslararası bir hukukçudur. Rozakis iki hafta kadar önce bir Yunan televizyon kanalında şöyle dedi: “Biz bu Meis politikasıyla –Miçotakis’in politikasını kastediyordu– Uluslararası Adalet Divanı’na gidersek kaybederiz” dedi. Vay, sen misin bunu diyen! Bütün milliyetçiler adama öyle bir yüklenip paramparça ettiler ki… Atina Üniversitesi’nden attılar. Dışişleri Bakanlığı’nın Danışma Kurulu üyesiydi; oradan da attılar. Bütün kamu görevlerinden attılar. Böyle saçmalıklar sadece bizde oluyor zannediyoruz. Bir tek cümlesi yüzünden, “Meis’e bu politikayla gidersek kaybedebiliriz” cümlesi yüzünden, başına bunlar geldi. Yunanistan, Erdoğan karşıtlığı nedeniyle güçlenmiş olan Türkiye karşıtlığını kendisine basamak yaparak bir şeyler elde etmeye çalışıyor. Fakat ben bu bir şeylerin, Avrupa Birliği üzerinden elde edilemeyeceğini düşünüyorum. Merkel bu konuda kendisinden beklenmeyen bir tutarsızlık gösterdi. Çünkü Türkiye ile Yunanistan arasında arabulucu olmak için devreye giren Merkel… Bu arabuluculuk konusu şöyle yorumlandı: “Demek ki AB Yunanistan’ın arkasında durmayacak”. Ama gelinen noktada, Merkel de “Avrupa Birliği olarak Yunanistan’ın arkasında duracağız” dedi. Bu, Almanya’nın arabulucu pozisyonunu ortadan kaldırdı. Bugünlerde “Merkel-Erdoğan görüşmesi yapılacak” deniyor. Bakalım oradan ne çıkacak? Ama ben yine de çözümün Avrupa Birliği zemininde değil, NATO zemininde bulunacağına inanıyorum. Çünkü her iki ülkenin de üye olduğu örgüt NATO. Hatırlayalım, 1947’de, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan birlikte, önce Truman Doktrini ile Marshall Planı kapsamına alınmış. Daha sonra 1952’de “Ruslar’ın Akdeniz’e inmesinin önünde birlikte engel olsunlar” diye birlikte NATO’ya alınmışlar. “Nerede olsunlar?” —“Ege’de olsunlar. E peki ama, sen şimdi beni sadece yüzme mesafesinde tutmaya çalışıyorsun. E, bu olmuyor. Olmayınca, ABD devreye girer. Zaten Trump hem Miçotakis’le hem Erdoğan’la, “Ne oluyor ne bitiyor?” gibisinden çok temeli olmayan, ama “Çatışmayın” minvalinde telefonla görüşmüş. ABD daha önce, 1974’te, Türkiye’nin söylediğini ciddiye almadı, blöf zannetti, Kıbrıs hâdisesi meydana geldi. Bundan nasıl bir ders aldığını 1996’daki Kardak Krizi’nden görüyoruz. Kardak Krizi’nde baktı ki artık iş giderek tırmanıyor; her iki tarafta da milliyetçilik aldı başını gidiyor, bir çatışma, kaza kurşunu çıkabilir, ABD el koydu ve kriz olmaktan çıktı. Sorun çözüldü demiyorum, kriz olmaktan çıktı. 

Bugün de benzeri bir şey olabilir. Milli Savunma Bakanlığı, “Türkiye, NATO çerçevesinde,ABD Eisenhower uçak gemisinin şu firkateyniyle tatbikat yaptı. Şu Amerikan uçağına yakıt verdi” diyerek iki günde bir resimlerini yayınlıyor. Yunanistan Savunma Bakanlığı’nın sitesine girin, aynı resimleri orada görüyorsunuz. Aynı 6. Filo, neredeyse bir gün Türk donanmasıyla, ertesi gün Yunan donanmasıyla tatbikat yapıyor. Burada verilen mesaj çok açık: “Arkadaş, ben ikinizi de gözden çıkarmayacağım, boşuna uğraşmayın. İkinizin de çatışmasını istemiyorum. Gelin, ikiniz de bir adım atın, bu işi bağlayalım” demektir. Ben böyle okurum. Bu noktada da, Mevlüt Çavuşoğlu’nun Alman Dışişleri Bakanı ile yaptığı basın toplantısında bir cümlesi var: “Biz adım atmaya hazırız, karşı taraf da hazırsa” diyor. Oysa Yunanistan böyle bir şey demiyor. Dediği şu: “Sen önce benim tezlerimi bir kabul et, ondan sonra masaya oturalım”. “Peki senin tezlerini kabul edeceksem niye masaya oturayım?” gibi bir mantıksızlık çıkıyor ortaya.

Çakır: Son olarak biraz da iç politikadan kısaca bahsedelim. Sen geçenlerde yazdığın bir yazıda Meral Akşener’den epeyce bahsettin. Zaten şu anda muhalefette garip bir durum var. Kemal Kılıçdaroğlu pek ortada görünmüyor, genellikle de sessiz kalıyor. “Bizim ses çıkarmamızı istiyorlar, ama biz yapmıyoruz” da dedi. Ali Babacan, bir talihsizlik sonucu Covid-19 testinin pozitif çıktığını açıklamıştı. Eşi ve çocuğunun testlerinin de pozitif çıktığını açıkladı. Buradan da geçmiş olsun diyelim.

Yetkin: Geçmiş olsun dileklerimizi iletelim buradan.

Çakır: Partisi faaliyetlerini sürdürüyor, ama kendisi geri planda kaldı. Ancak çok ilginç; Ahmet Davutoğlu, çok açık ve net. Bir taraftan parti il kongrelerini yapıyor. Kimisine bizzat gidiyor, kimisine uzaktan katılıyor. Aynı anda birkaç kongreye birden seslendiği oldu. Farkındaysan, eleştirilerinin dozunu da giderek arttırıyor. Erdoğan’ı karşısına almama meselesini çoktan aştı. En son, Twitter hesabından değerlendirmelerini yaptığı bir video paylaştı, görmüşsündür. “Sayın Berat Albayrak’a haksızlık ediliyor! Kimse damat bakana yüklenmesin. Onu oraya getiren, ona bu yetkileri veren Erdoğan’dır” diyerek çok sert eleştirdi. Özellikle ekonomi konusunu çok sık kullanıyor. 

Meral Akşener’le ilgili yazın gerçekten ilginçti. Orada öne çıkarttığın hususlar da önemliydi. Ben de buna Davutoğlu’nu katmak istiyorum. Normal şartlarda ana muhalefet partisi olarak CHP, bir de “Yeni bir ANAP mı olacak?” denen DEVA Partisi, muhalefette daha çok dikkat çekecek sanılırken, hem İYİ Parti hem Gelecek Partisi, sanki rol çalıyor gibiler. Bu geçici bir şey mi, kalıcı bir şey mi açıkçası çok emin değilim. Bunu daha sonra uzun uzun konuşacağız zaten. Ben özellikle şunu sormak istiyorum: Sen Meral Akşener’in Şirin Payzın’la yaptığı söyleşiden hareketle yazmıştın o yazını. Birçok alanda birden etkili olduğunu ve en önemlisi de, cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrar edeceğini söylüyorsun.

Yetkin: “Israr edeceği” değil, ama bunu gündeme getirdiği bir gerçek. Söylemeyebilirdi, o soruyu geçiştirebilirdi. Şirin Payzın’ın sorusu da gayet yerindeydi. Bence Akşener soruya samimiyetle cevap verdi: “Herkes olmak ister. Ben de isterim” dedi. Burada insanın aklına şöyle bir şey de geliyor. Tabii bunu söylemediği için üzerine spekülasyon yapmak doğru olmaz, ama soru olarak sorabiliriz. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin değişip, tekrar parlamenter sisteminin gelmesini isteyen Meral Akşener değil mi? Evet. Hatta geçenlerde Bahçeli “Yuvaya dön” dediği zaman, Erdoğan bir göz kırptı Akşener’e. Ama Akşener ve diğer partilileri “Olur, her türlü işbirliğine hazırız. Yeter ki şu anayasayı değiştirelim. Bu başkanlık sistemi çıksın, parlamenter sistem gelsin” dedi. Dolayısıyla orada, “Karşı taraf ne diyecek, nasıl bakacak?” diye yoklamalar başladı diyebiliriz. Akşener ve İYİ Parti’nin, şu ara belki de en güçlü muhalefet yapan siyasî partiler arasında olduğu söylenebilir. Bunun da toplumda bir karşılığı olduğunu görüyorum. Tabii rakamlar bunu gösterecek. Ama en azından halkın arasına doğrudan iniyor. Öyle 40-50 arabalık konvoy ve korumalarla gitmiyor. Yanında bir tane koruma polisi var. Yüzünde maskesi var, örnek oluyor; “Siz takın maskeyi, ben takmam” kibri içinde değil. Çarşı-pazarda esnafla, vatandaşla konuşuyor. Kimisi samimiyetle “Meral Hanım” diyor, kimisi “Abla” diye hitap ediyor. Ben o yüzden biraz esprili olsun diye “Devlet Abla” duruşu diye yazdım. Akşener siyasette kendisine bir yer açtı. Ve vefasızlık yapmıyor, bu açtığı yerin Kılıçdaroğlu sayesinde olduğunu gösteriyor. O 15 milletvekili transferi olmasaydı, belki de yoktu Akşener. Meclis’e girdi, kendine bir yer açtı ve bir muhalefet partisi olarak da kendini gösteriyor.

Çakır: Tabii burada en kritik nokta, muhalefet ittifakının olup olamayacağı ve o ittifakta İYİ Parti ile HDP’nin açık ya da örtülü olup olamayacağı meselesi. 31 Mart’ta bir şekilde kendiliğinden bir formül gelişti ve o ittifak en azından büyükşehirlerde başarılı oldu. Ama bir cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçiminde bu çok daha zor olacak. Zaten iktidar da sürekli buraya oynuyor. Selahattin Demirtaş’ın yazısını ve attığı tweet’leri de görmüşsündür.

Yetkin: Pervin Buldan’ın da sözleri vardı.

Çakır: Selahattin Demirtaş yazdıklarında, neyin olması gerektiğini anlatıyor, ama nasıl olması gerektiğini anlatamıyor. Ya da anlatmıyor. Çünkü en kritik nokta: Tamam, demokrasi güçleri bir araya gelsin. Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi olsun tabii, ama…

Yetkin: Onu herkes söylüyor zaten.

Çakır: Evet. “Bunu nasıl yapacaksınız?” sorusunun cevabı yok.

Yetkin: “Nasıl?” sorusuna cevap verebilmesi için, HDP’lilerin çok ciddi bir kısmı Kandil’in nasıl tepki vereceğine bakıyor. Maalesef böyle bir durum var. Şimdi o bir “Nasıl?” söyleyecek, ondan sonra oradan Murat Karayılan ya da Cemil Bayık çıkacak “Ona öyle demezler” deyip, belki de çok zor durumda bırakacak. Orada “Nasıl?” sorusunun cevabı çok kolay değil. O cevabı olmadığı için belki de dokunmuyor. Ama siyasî ittifaklar, bazen anlaşarak değil çatışarak da olur. İkisi de aynı kapıya çıkar. İlla bir masaya oturup el sıkışmanız gerekmez; birbirinizle çatışmazsınız, o da bir ittifak sayılır.

Çakır: 31 Mart seçimleri de biraz böyle olmuştu sanki.

Yetkin: Evet.

Çakır: Ama Demirtaş’ın cezaevinden yolladığı mesaj olmasaydı, bence o kadar yüksek oyu tutturamayabilirdi. Garip bir durum oldu orada. Demirtaş, HDP’nin söylediklerinin üstüne sessiz kalsaydı, bir de, bir akademisyen üzerinden, devletin Öcalan planı devreye girmişti biliyorsun.

Yetkin: Ama tutmadı.

Çakır: Tutmadı, evet. Yarın öbür gün herhalde bunların detayları yazılacak. Artık biz yazmayalım, genç gazeteciler yazsınlar. Ama 31 Mart öncesinde çok ilginç şeyler olduğu kesin.

Murat, çok sağol. Bütün o hengâmede, yazıların ve kitap çalışmasının içerisinde yine bize zaman ayırdın. Çok teşekkürler tekrar.

Yetkin: Ben teşekkür ediyorum.

Çakır: Murat Yetkin’e çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.