Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’nin heder edilen “yumuşak güç”ü

Barack Obama ABD Başkanı seçildikten sonra ilk deniz aşırı ziyaretini Türkiye’ye yapmış ve 6 Nisan 2009’da TBMM’den sadece Türkiye’ye değil tüm İslam dünyasına seslenmişti. O dönem “yumuşak güç”ü ile tüm dünyanın ilgisini çeken Türkiye’den geriye pek bir şey kalmadı; artık “bölgesel güç” olma iddiasını gerçekleştirmek için “sert güç”e başvuran ama kendisinden daha güçlüler tarafından her seferinde önüne set çekilen bir Türkiye söz konusu.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba iyi günler, iyi pazarlar. Yakın dönemde Türkiye, Suriye’ye askerî müdahalede bulundu ve bu müdahale belli bir aşamadan sonra önemli güçlerin –özellikle Rusya’nın– müdahalesiyle ve ABD’nin de uyarılarıyla belli bir noktadan öteye gitmedi. Ardından Türkiye Libya’da bir faaliyet yürüttü, Libya’daki çatışan taraflardan birisinin, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da tanınan Trablus yönetiminin yanında tavır aldı ve buraya askerî anlamda da destek verdi. Ama o da belli aşamadan sonra başka güçlerin de devreye girmesiyle beraber belli bir yerde durdu, en azından dondu. Daha sonra Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin hamlelerini gördük –Libya’yla yaptığı anlaşmadan da güç alarak– ve Yunanistan ile çok ciddi bir gerginlik yaşandı. Bu gerginlik de belli bir aşamadan sonra, Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere başka güçlerin devreye girmesiyle o da bir anlamda askıya alındı. En son, Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerilimde aktif bir şekilde taraf oldu, hatta belli anlamlarda müdahil de oldu. Bu gerilim de Rusya’nın devreye girmesiyle en azından bir ateşkesle bir anlamda askıya alındı. Bütün bu söylediğim yerlerin hepsinde gerilim potansiyeli hep var; ama buraların her birinde Türkiye –yakın örnekleri veriyorum– bir şekilde askerî olarak varlık gösterdi ya da varlık gösterme kartını kullandı. Bu askerî güç meselesi uluslararası ilişkiler literatüründe “sert güç” olarak tanımlanıyor. Her ülkenin askerî kapasitesi var, sert güç kapasitesi var ve bunu gerektiğinde komşularıyla olan ilişkilerinde kullanıyorlar ya da kullanma tehdidini dile getiriyorlar. Bu sert güç de tabii ki uluslararası ilişkilerde birçok dengeyi değiştirebiliyor. Ama bir de “yumuşak güç” diye bir kavram var; askerî olmayan alanlar; öncelikle ülkelerin ekonomisi, nüfusu, eğitim düzeyi, kültürel düzey gibi olan güçlerine de yumuşak güç deniyor. Bunu uluslararası ilişkiler Harvard Üniversitesi’nden Joseph Nye teorileştirdi büyük ölçüde, yakın zamanda. Onun geliştirdiği bir başka kavram da “akıllı güç”. Akıllı güç de sert ve yumuşak güç arasındaki dengeleri ustalıklı bir şekilde, stratejiler ve taktiklerle kullanmak. Ona göre, akıllı gücü kullanan, bölgesinde ve dünyada daha etkili olabiliyor. Onun teorilerinin özellikle Clinton ve Obama yönetimleri tarafından büyük ölçüde benimsendiğini biliyoruz. Bu ABD’deki Demokrat Parti’nin daha çok ilgi gösterdiği bir yaklaşımdı. Demokrat Parti yönetimleri dünyayla olan ilişkilerinde o hep bilinen sert güçlerini, yani ordularını, silahlarını kullanmak yerine ekonomilerini ve diğer yumuşak güç imkânlarını kullanmayı daha çok tercih ettiler. Ama özellikle Clinton’ın –bir ölçüde de Obama’nın– sert güce de başvurduğunu biliyoruz. 

Bu kavram Türkiye’de de bir ara AKP iktidarı tarafından çok benimsenen bir kavram oldu ve Türkiye’nin bölgesel güç olmasında çok kullandığı bir kavrama dönüştü. Türkiye bölgesinde herkesle ilişki kurabilen bir ülke olma iddiasındaydı — bir dönem hakikaten de böyleydi. Gerginlikler genellikle geri plana itilmişti ve Türkiye mesela Suriye’yle ortak kabine toplantıları yapabiliyordu; Irak’ta tam başarılamadı belki, ama tüm güçlerle Kürtler’le arası çok iyiydi, zaten Türkmenler’le tarihî ve kültürel bağları var, aynı zamanda Sünni Araplar’la ilişkisi vardı, buna ek olarak da Şii Araplar’la da ilişki geliştirmeye hep özen gösterdi ve Irak’taki diğer güçlerle olan ilişkilerini Şii Araplar’la ilişkilerini gölgeletmemeye çalışan Ankara vardı. İran ile ilişkiler zaten bütün farklılıklara ve rekabetlere rağmen iyi tutuluyordu. Ama onun ötesinde Türkiye –özellikle İslâm dünyasında– genç nüfusa câzip gelen bir özelliğe sahipti: İktidarda İslâmî hareketten gelmiş bir parti vardı, ama Türkiye AB’ye tam üyelik yolunda gidiyordu, Türkiye ABD’yle çok ciddi bir stratejik ortaklık içerisindeydi ve hatta İsrail’le de hiç de fena olmayan ilişkileri vardı. Erdoğan’ın İsrail ziyaretleri, Yahudi lobisinin ABD’de kimi durumlarda Türkiye lehine pozisyonlar alması vs.. Böyle bir ortamda Türkiye sadece İslâm dünyasının ilgisini çekmekle kalmıyordu; İslâm dünyasında yükselen şiddet eğilimlerinden –El Kaide başta olmak üzere, yıllar sonra IŞİD onun yerini büyük ölçüde aldı– ürken Batılılar için de Türkiye’nin bu yönü câzip geldi ve Türkiye’yi bu anlamda model ülke olarak gördüler, görmek istediler ve bunu başka İslâm ülkelerine taşımaya niyetlendiler. Özellikle burada kastedilen Arap ülkelerinde ve başka İslâm ülkelerinde de İslâmcı hareketler çok ciddi toplumsal taban üzerinde yükseliyorlardı ve siyasî bir güçleri vardı. Bu hareketlerin Batı’ya meydan okuyan değil de Batı’yla barışık, çoğulcu perspektife taşınabilme ihtimali Türkiye’ye bakılarak pekâlâ mümkündür diye düşünenler olmuştu. Türkiye bu anlamıyla bakıldığında yumuşak gücüyle hem bölgesinde hem genel olarak İslâm dünyasında, ama tüm dünyada da bir ilgi odağıydı. Belli bir andan itibaren Türkiye bu özelliğini kaybetmeye başladı. Bunun tarihi, Türkiye’de AKP iktidarının kaybetme endişesine kapıldığı anlardır. Bunun da en net göstergesi 2015 Haziran seçimleri, tek başına AKP’nin kaybetmesidir. Ama onun öncesinde Türkiye’de çözüm süreci de başlı başına bir ilgi odağı olmuştu, Türkiye kendi en önemli sorununu barışçıl yolla çözmeye çalışan bir ülkeydi. Yine unutmayalım, Ermenistan’la bir futbol diplomasisi oldu, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül milli maçı izlemeye Ermenistan’a gitti vs.. Birçok ülkeyle, Yunanistan’la, Suriye’yle, bütün komşularıyla ve komşularının ötesindeki ülkelerle iyi ilişkiler kuran, kurabilen, kurmak isteyen bir Türkiye vardı. Böyle bir dönemde Türkiye BM Güvenlik Konseyi üyeliğine aday olduğunda çok geniş bir oyla seçilmişti. Bir ara böyle bir Türkiye vardı ve o Türkiye artık yok. Türkiye artık yumuşak gücünü değil, sert gücünü hep ortaya sürmeye çalışan bir ülke. Çünkü Türkiye belli bir andan itibaren yumuşak gücünden uzaklaştı. İlk aklına gelen diplomasi, diyalog, kültürel ilişkiler vs. değil, şiddet kullanımı, silah kullanımı oldu ya da bunu bir kart olarak ortaya sürmek oldu. Bu arada tabii Türkiye savunma sanayii konusunda çok ciddi gelişmeler katetti, bunu da arkasına alarak AKP iktidarı, Erdoğan yönetimi askerî anlamdaki iddiasını birçok şeyin önüne geçirdi. 

Burada ilginç olan ve aslında üzerinde uzmanların çok ciddi bir şekilde tartışması gereken bir husus da şu: 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ordu o kadar büyük bir kayıp yaşamışken –birçok anlamda, en azından kadroları anlamında, prestij anlamında– Türkiye’nin asker kullanımını alabildiğine ön plana çıkarması, yani sert gücü alabildiğine ön plana çıkarmasında dışarıdan bakıldığında bir çelişki var gibi görünüyor. Ama bu konuya hâkim olan isimlerin bu konu üzerinde kafa yorması lâzım, açıkçası çok karşıma çıkmadı. Benim söyleyeceklerim çok spekülatif olacaktır, onun için bu sorunun cevabını verme iddiasında değilim; ama bunun çok ciddi bir soru olduğunu düşünüyorum. 

Şimdi Türkiye ne yapıyor? Düne kadar İsrail ile Suriye arasında arabuluculuğa talip olan –olmadı tabii, çok zordu, ama teorik olarak bakıldığında bu imkânsız değildi; çünkü Türkiye’nin her iki ülkeyle de bayağı iyi ilişkisi vardı, şimdi bu ülkelerden hiçbirisinde büyükelçisi yok– byle bir ülkeden, şimdi hemen hemen her yer ile sorun yaşayan bir ülkeye… Şu hâliyle bakıldığında İran, Irak kısmen istisnadır, ama Türkiye’nin birçok yerde sorunu olduğunu görüyoruz. Tabii ki bu sorunların her birinin yüzde 100 sorumlusu Ankara değil; son Doğu Akdeniz’de ve Ege’de yaşanan meselelerde, Yunanistan’ın AB üyeliğine aşırı güvenerek çok daha cüretkâr çıkışlar yaptığını biliyoruz. Ama Türkiye’nin bütün buralarda eskisi gibi diyalogla harekete geçmek yerine askerî gücünü, sert gücünü öne çıkardığını gördük. Ama sonra ne oldu? Hemen hemen her birinde sert güç olarak kendisinden daha güçlü olan ülkelerin güçlerinin devreye girmesiyle beraber belli bir yerden sonra Türkiye durmak zorunda kaldı. Suriye’de böyle oldu, diğer yerlerde de böyle oldu. Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’de YPG/PYD varlığı konusundaki rahatsızlığını tekrar gündeme getirerek “Bize verilen sözler tutulmadı, biz kendi işimizi kendimiz görebiliriz” dedi. Bunu ne derece yapabilir? Daha sonra göreceğiz. Bu zamana kadarki yapılan, Suriye’de YPG’yi hedefleyen operasyonlara belli aşamalara kadar izin verildi. İzin verildi diyorum, çünkü Suriye’de Rusya’nın izni olmadan bunları Türk ordusunun yapabilmesi çok kolay bir şey değil. Bundan sonrasının ne olacağını göreceğiz. 

Buradaki bir başka husus da şu: Ankara’nın, Erdoğan yönetiminin dış politikadaki bu hamleleri, hem dışarıdaki birtakım sorunları çözme iddiasıyla, ama aynı zamanda içeride yaşadığı siyasî krizi geçiştirmek, örtbas etmek için de kullanmak istediğini görüyoruz. Yani dış politikada yapılan hamlelerin hemen hemen hepsinin iç politikada bir karşılığı var ya da karşılığı yaratılmak isteniyor. Ama şu âna kadar açıkçası benim görüşüme göre…, Suriye’de YPG’ye karşı yapılan operasyonlarda büyük ölçüde bir kamuoyu yaratılabildi. Ama orada şunu unutmamak lâzım: Bir kamuoyu operasyonlar lehine oluşurken, Kürt kamuoyu da operasyonlar aleyhine oluştu ve her iki tarafın da hafızasında –kimisinde olumlu kimisinde olumsuz olarak– bunlar kaydedildi. Bu operasyonlar Türkiye’deki var olan kutuplaşmanın bir anlamda daha derinleşmesine yol açtı. Ama şurası da muhakkak ki Erdoğan, Suriye’de YPG’ye yönelik yaptığı operasyonlarla kendi partisinden olmayan belli bir seçmen kitlesinin ve muhalefet partilerinin desteğini almayı bildi. Buna karşılık, Libya’nın ve Doğu Akdeniz’in içeride o kadar büyük bir hareketlilik yarattığını görmedik. Belli ölçülerde bir ilgi yaratmış olabilir, ama çok büyük bir milliyetçi kabarışa yol açmadı. Azerbaycan meselesinde belli ölçülerde milliyetçi kabarış oldu, ama onun da açıkçası iktidarın beklediğinden daha düşük düzeyde olduğu kanısındayım. 

Şimdi gelinen bu noktada Erdoğan ne yapabilir? Elinde çok fazla bir şey yapabilme imkânı yok, çünkü yumuşak güç denen husus öncelikle ekonomiyle doğrudan ilgili bir husus. Türkiye zaten ekonomik kriz yaşıyor, bu ekonomik krizle beraber Türkiye’nin yumuşak gücü çok büyük yara aldı. Üzerine bir de koronavirüs salgını eklendi. Türkiye, en çok turizm konusunda çok büyük zarara uğradı. Turizm derken her yerden gelen turistleri vurgulamak lâzım; Arap dünyasından, Rusya’dan, Avrupa’dan gelen, Uzak Doğu’dan gelen turistleri vurgulamak lâzım. Bunlarda eğlence boyutu tabii ki var, ama Türkiye’nin tarihiyle, kültürüyle bir câzibe merkezi olduğu gerçeği de var. Türkiye bunları alabildiğine kullanabilen bir ülkeydi. En son alınan Ayasofya ve Kariye kararlarını da bu anlamda bir yere not etmek lâzım. 

Evet, Türkiye yumuşak güçle başladığı, AKP iktidarı yumuşak güçle başladığı bölgesel güç olma iddiasını belli bir noktadan sonra kaybetmeye başladığını görünce, sert gücü ön plana çıkardı. Belki bazılarının korktuğu, ama genel olarak kendisine çok sempati duyulmayan bir ülke olmaya doğru gitti. Bu hiç de iyi bir nokta değil. Kısa süre içerisinde Türkiye, gülümseyen bir ülke konumundan asık suratlı bir ülkeye dönüşmüş durumda. Asık suratla belki birilerini korkutmak mümkün, ama bu tür uluslararası ilişkilerde sert gücün her şeyi çözdüğüne inanmıyorum. Diğer husus da tabii, diyelim ki askerî güçle, sert güçle birçok şeyi yapmak mümkün, ama gerek bölgemizde gerekse dünyada askerî anlamda, ekonomik anlamda bizden çok daha güçlü ülkeler olduğu için, bunların da belli bir sınırı var. Türkiye dün kendi sert gücünün sınırlarını bilerek, yumuşak gücünün sınırlarını geliştirmek ve onu öne çıkarmayı düşünmüştü ve akıllıca hareket ediyordu. O anlamda Joseph Nye’ın “akıllı güç” kavramına başvurabiliriz; ama şimdi bu aklın geri plana itilmiş olduğu kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.