Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (8): 29 Kasım 1987 genel seçimleri – İnci Baba, Nurettin Yılmaz ve Kürt sorunuyla ilk sıcak temas

Gazetecilik anılarımın 8. bölümünde, sahada izlediğim ilk seçim kampanyasından, Şanlıurfa ve Mardin’den hatırladıklarım var. İnci Baba adlı mafya lideri Mehmet Nabi İnciler’in Şanlıurfa’da bağımsız milletvekilliğini kılpayı kaçırmasının; SHP’nin “Kürtçü” diye reddettiği Nurettin Yılmaz’ı Turgut Özal’ın kapıp Mardin milletvekili yapmasının öyküsü.

Burada sözünü ettiğim Le Monde Türkiye muhabiri Jean-Pierre Thieck’i merak edenler şu yazımı okuyabilirler: Jean-Pierre Thieck’in anısına

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 8. bölümünde 33 yıl önceye gidiyoruz. Gazetecilikte üçüncü yılım ve sâhada izlediğim ilk seçim: 29 Kasım 1987 genel seçimleri. Özal başbakan, Anavatan Partisi tek başına iktidar — Özal’ın güçlü dönemleri. Böyle bir dönemde seçime gidilmiş durumda ve ben gazeteciliğe başlayalı iki buçuk yıl olmuş. Nokta dergisinde başlamıştım; sonra ayrılmıştım, herhangi bir yerde çalışmıyordum ve İstanbul’da Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye muhâbiri arkadaşım Jean-Pierre Thieck’le komşuyduk aynı zamanda İstanbul’da. O, Güneydoğu’da seçimi Le Monde için izlemeye karar verdi. Bana da teklif etti. Ben de tabii ki büyük bir heyecanla kabul ettim. 

Jean-Pierre Thieck çok ilginç, olağanüstü bir insandı. Çok erken yaşta aramızdan ayrıldı. Kendisi aslen Osmanlı tarihçisiydi. Lübnan’da doktora çalışmaları yaparken, iç savaş nedeniyle Lübnan’ı terk edip Türkiye’ye gelmişti. Türkiye’ye geldikten belli bir süre sonra da, Le Monde’da boşalan Türkiye muhâbirliğine tâlip oldu ve bu işi bayağı başarılı bir şekilde yaptı. Kendisi çok çok iyi Türkçe konuşuyordu. Söylediğine göre Arapçası Türkçesinden daha iyiymiş. Tasavvur bile edemiyorum, çünkü Türkçesi gerçekten çok iyiydi. Sonuçta Jean-Pierre ile beraber uçakla önce Gaziantep’e gittik. Orada bir araba kiraladık ve onunla yola çıktık. Tabii kiraladık vs. diyorum, ama bütün bunların hepsini o karşılıyor… 

Ben zâten işsiz bir gazeteciyim, serbest gazeteciyim, ama daha iki buçuk yıl olmuş gazeteciliğe başlayalı. İlk çalıştığım yerden de ayrılmışım. Cebimde doğru dürüst para da yok. Yani kaba deyimiyle Jean-Pierre’in yanına kaynak oldum ve yola koyulduk. Antep’ten Urfa’ya geçtik. Urfa’da o tarihte çok ilginç bir olay vardı: Mehmet Nabi İnciler, bu kişi bir mafya babasıydı. Ankara’da yaşıyordu. Çok ünlü birisiydi. Çok eksantrik birisiydi. Evinde leopar besliyordu. Böyle ilginç bir şahıstı. Bilenler bilir. Şanlıurfa’da bağımsız milletvekili adayıydı ve Jean-Pierre onun kampanyasını özel olarak izlemek istiyordu. Çünkü Jean-Pierre böyle şeylere çok meraklıydı. Şanlıurfa’yı da iyi biliyordu. Benden çok daha iyi biliyordu. Benim de daha önce gitmişliğim vardı, ama Jean-Pierre Beyrut’tan Türkiye’ye geçtiğinde ilk olarak Şanlıurfa’da uzun bir süre kalmış ve orada bayağı bir bulunmuş ve Şanlıurfa’nın gece hayatını – niyeyse demeyin, o tarihlerde varmış – onu da çok iyi biliyordu. Jean-Pierre eşcinseldi ve Şanlıurfa’dan hep böyle güzel anıları olan bir şehir olarak bahsederdi. 

Onunla yıllar sonra beraber Urfa’ya gittik ve ilk olarak Suruç’a gittik. Suruç’ta herkes İnci Baba’yı konuşuyordu. İnci Baba’yı Suruç’ta temsil ettiğini söyleyen genç bir adamla tanıştık. Bir kahvede bize kampanyayı anlattı. Aslında anlatacağı çok fazla bir şey yoktu. İnci Baba’nın nâmı vardı. Para saçıyordu ve Şanlıurfaspor’u 1. lige çıkartmak gibi bir vaadi vardı. En önemli vaadi buydu. Sloganı da: “Gel, kim olursan ol gel” diye bir sloganı vardı. Ondan ibâretti. Neyse… Suruç’tan sonra Şanlıurfa’ya geçtik ve orada İnci Baba’nın basın danışmanı olarak kendisini tanıtan –ki galiba öyleydi– bir eski gazeteciyle konuşmuştum. Onunla kurduğumuz temas sâyesinde, bağlantı sâyesinde İnci Baba’yı bulduk. İnci Baba, bir akşam vakti, inşaat halindeki bir binâya geldi. Galiba kahve yapılacaktı binâ. Ama daha inşaat hâlindeydi. Ama üstü kapalıydı ve taburelerde oturan insanlar İnci Baba’yı bekliyorlardı. Biz de onlarla beraber bekledik. İnci Baba geldi. Üstü başı kan içindeydi. Çünkü her gittiği yerde kurban kesiyorlardı. O kesiyordu tabii, parasıyla kesiyordu ve ondan da üstü başı kan içerisindeydi. Oturdu orada. Tamamı erkek olan kalabalık bir gruba konuştu. Ama çok da fazla bir şey konuşmadı. Az şey söyledi. Genellikle susuyordu, bakıyordu. Arada sırada “Kim olursan ol, gel” diyordu. Bir iki kelime daha ediyordu. İşte Urfaspor’un 1. lige çıkması filan.

Bu arada biz kendisiyle görüşmek istediğimizi basın danışmanı aracılığıyla iletmiştik ve o bir yerinde şöyle bir cümle kurdu: “Evet, kim olursan ol, gel diyoruz. Bakın Le Monde gazetesinden Jean-Pierre de geldi” diye ve Jean-Pierre ayağa kalktı. İnsanlar neye uğradıklarını şaşırdılar. Yani orada bizi görüyorlardı da, Fransız gazeteci filan olduğunu bilmiyorlardı. Bayağı bir ilgi odağı olduk. O sırada İnci Baba’ya yakın yerlerde oturan bir genç adam, “Ben bu adamı tanıyorum” dedi ve ortalık sessizleşti. İlginç bir çıkıştı. Yani böyle sanki tehdit eder gibi bir çıkıştı, meydan okuyan. Jean-Pierre oturdu yerine. Ben Jean-Pierre’e Fransızca fısıldayarak: “Kim bu adam? Nereden tanıyorsun?” dedim ve tekrar aklıma bir yığın kötü şeyler geldi geçmişiyle ilgili. O da “Bilmiyorum” filan dedi. Sonra döndü, çok iyi bir Türkçe’yle: “Ben sizi tanımıyorum ama” dedi. O da: “Tanırsın, tanırsın” dedi. İyice gerildik ve ne olacağını merakla bekliyoruz. Sonra Jean-Pierre hatırladı adamı. Adını söyledi, şimdi unuttum. “Aa, sen şu kişisin…” filan. Meğer Jean-Pierre’in daha önceki Şanlıurfa mâcerâları sırasında tanıştığı ve bayağı muhabbet ettiği birisiymiş ve benim tabii ki orada ödüm kopmuştu açıkçası. 

Neyse. Fazla bir şey konuşamadık İnci Baba’yla. Onun üzerinde Şanlıurfa spor atkısı, çocuklar ellerini öpüyor, paralar dağıtıyor vs.. Geceyi orada geçirdik. Ertesi günü oradan Mardin’e gittik. Aslında Mardin dememek lâzım, Cizre’ye gittik. Çünkü o tarihte Cizre, Mardin’e bağlıydı. Sonra Şırnak’a bağlandı mâlûm. Cizre’de Nurettin Yılmaz vardı. Nurettin Yılmaz çok namlı bir avukattı. Kürt hareketinin en sivrilmiş, öne çıkan isimlerindendi. O tarihte 38 doğumlu olduğuna göre kaç oluyor? 49-50 yaşlarında. Nurettin Yılmaz’ın kampanyasını izlemek istedik. Çünkü ilginç bir olay olmuştu. Nurettin Yılmaz, daha önce bağımsız milletvekili olarak CHP’den seçilmiş ve o seçim öncesinde Nurettin Yılmaz ve Ahmet Türk, ikisi de Mardin’den CHP’den aday adayı oldular. Erdal İnönü’nün liderliğindeki SHP yönetimi bunları istemedi. Korktu ya da çekindi. Neyse. Kürtçü buldular. Ve ne oldu? Veto edildiler bunlar. Bayağı bir tartışma çıktı ve bu arada Nurettin Yılmaz’a Turgut Özal adaylık teklif etti. Mardin’de ya birinci sıra ya ikinci sıra. Nurettin Yılmaz da kabul etti. Çok ilginç bir olaydı. 12 Eylül’de Nurettin Yılmaz, Ahmet Türk’le beraber hapse girmiş ve üç yıl birlikte hapis yatmış. Şimdi ikisi birden SHP’den aday oluyor. İkisi birden veto ediliyor. Daha sonra Nurettin Yılmaz kabul edildi. Ardından Ahmet Türk’ü de SHP yönetimi baskılar ve eleştiriler üzerine kabul ettiler. İkisi, iki ayrı partiden aday olarak yarıştı ve ikisi de kazandı.

Şimdi oraya gittik, Cizre’ye. Cizre’de Nurettin Yılmaz’ı soruyoruz. Nurettin Yılmaz bir köyde seçim kampanyası yapıyor, dediler. İki tane genç, kendilerinin Nurettin Yılmaz’ın kampanyası için çalıştıklarını söylediler. Bizi yanına götürebileceklerini söylediler. Biz kendi arabamızı bıraktık, onların arabasıyla Nurettin Yılmaz’ın kampanyasını izlemeye bir köye gittik. Araba kalktıktan bir süre sonra bir kaset koydu şoförün yanında oturan genç. Biz arkada Jean-Pierre ile oturuyoruz. Kaset tabii ki Kürtçeydi. O tarihte, 87 yılında böyle bir şey… Yanılmıyorsam da Şivan Perwer’di. Çok emin değilim. Jean-Pierre hemen onlara; “Ya, Kürtçe yasak değil mi?” diye sordu. Onlar da: “Yasaksa yasak. Ne olacak?” dediler. Biz de dedik ki sonra: “Yani işte siz ANAP’lı adayın kampanyasındasınız. ANAP da iktidarda” vs.. Onlar da dediler ki: “ANAP bizim için önemli değil, biz Nurettin Abi için çalışıyoruz. Keşke SHP’de olsaydı” dedi bir tanesi. Diğeri de dedi ki: “Ya, zâten biz hep muhâlefet partilerine vekil çıkartıyoruz. Nurettin Abi bu sefer ANAP’tan seçilirse belki devlet biraz da buraya hizmet getirir” diyerek devam etti. Daha sonra Nurettin Yılmaz’ı köyde bulduk. Bayağı bir sohbet ettik ve döndük. Sonra da Ankara’ya, ertesi gün ya da bir gün sonra bir şekilde Diyarbakır’a geçip, arabayı orada bırakıp Ankara’ya seçimi izlemeye gittik. 

Ankara’da yabancı gazeteciler için tesis edilmiş olan basın merkezinde seçim sonuçlarını, daha doğrusu ANAP’ın bir kere daha kazanmasını izlemeye gittik. Bu olay benim açımdan gazeteci olarak, Kürt sorununu yerinde görme açısından bir yanıyla çok ilginç oldu. Deneyim anlamında çok ilginç oldu. Bir diğer yanıyla, İnci Baba olayı zâten siyâsette hep var olan popülizm meselesini gösterdi. Bu arada şunu söyleyeyim; İnci Baba bayağı bir oy aldı. Aslında seçiliyordu, ama bir şekilde seçilmesi mümkün olmadı. Çünkü 27 bin oy almıştı. ANAP, 97 bin oy aldı ve şehirdeki 7 milletvekilliğini birden kazandı. Çünkü o seçimde Özal, bir de bölge barajı diye bir şey koymuştu ülke barajına ek olarak. İnci Baba o barajı geçemediği için milletvekili sokamadı. Ama bir iddiaya göre, İnci Baba’nın oyu 27 binden daha fazlaydı. Ama onun seçmeninin, özellikle eğitim durumu, okuryazarlık oranı düşük olduğu için, İnci Baba lehine çok sayıda oyun geçersiz sayıldığı söylendi. Hattâ yine bir iddiaya göre, sandık başında İnci Baba yeterince müşâhit bulunduramadığı için, birçok oyunun bir şekilde sandıkta imhâ edildiği söylendi. Ama ne oldu sonuçta? İnci Baba seçilemedi. Bayağı etkili bir faaliyet yürüttü. Aslında seçiliyordu da. Seçilseydi ne olurdu, bilmiyorum. Ama en azından erken bir şekilde ölmezdi belki. Çünkü bu olaydan, yani 87 seçimi, 6 yıl sonra eski bir çalışanı İnci Baba’yı öldürdü. Yani öldüğünde 55 yaşındaydı; hayatını kaybettiğinde ve herhalde genç kuşaklar bir şekilde adını duymamışlardır, ama bir zamanlara damgasını vurmuş bir isimdi. 

Bunlar tabii ki benim açımdan Kürt meselesini yerinde görmek anlamında çok önemliydi. Orada tanıştığım insanların bir kısmıyla daha sonraki yıllarda da görüştüm. Nurettin Yılmaz bunlardan birisidir. İlginç bir şekilde Nurettin Yılmaz ömrünün son dönemlerinde, Ankara’da eski bir milletvekili olarak Meclis’e sürekli gelirdi. Özellikle de salı günleri ve HDP grubunda, önlerde otururdu. Onu da 2018’de yani iki yıl önce kaybettik. 80 yaşında öldü. Çok ilginç ve değerli bir isimdi. Anılarını kitap yaptığını biliyorum; ama okuma imkânım olmadı. Çok farklı bir isimdi. Onunla berâber hemen hemen siyâsî hayatları paralel olan Ahmet Türk’ün de başına geleni biliyorsunuz. Belediye Başkanı seçildi tekrar ve tekrar görevden alındı. Yerine kayyum atandı en son. Kobani soruşturmasında da yine sanık olarak yargılanıyor ve adlî kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Yani şu anda tutuklu değil Ahmet Türk. Ama onca zaman geçti, Ahmet Türk’ün kaderi pek değişmiş gibi gözükmüyor. Bundan önce SHP gibi bir parti aday göstermekte zorlanırken, tabandan gelen baskıyla ancak aday olup seçilebilmişti. Bugün de devlet eliyle, kendisinin kazandığı belediye başkanlığı elinden alındı.

Jean-Pierre de bu olaydan maalesef üç yıl sonra AIDS’ten hayatını kaybetti. Çok iyi bir insandı. Çok zeki bir insandı ve entelektüel yönü çok güçlüydü. Türkiye’yi bütün yönleriyle, bütün çoğul yönleriyle iyi bilen, seven bir insandı. Son âna kadar doktorasını bitiremeden hayatını kaybetti Jean-Pierre. Kendisiyle, daha sonra bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra yine Güneydoğu’ya gittik. Bu sefer 1988 Ağustos sonuydu. Orada Halepçe katliamından bir süre sonra, yine Kürtlere yönelik olarak Saddam Hüseyin rejiminin bir operasyonu olmuştu ve bu operasyon sonucu Peşmergeler, halktan ziyâde orada Peşmerge olarak, Barzani güçlerinde yer alan Peşmergeler’in Türkiye’ye sığındığı bir dönem yaşanmıştı. Bu Peşmerge göçü olarak adlandırılır. İlk Peşmerge göçü. Daha sonra, 1. Körfez Savaşı’ndan sonra daha büyük ikinci bir göç oldu. Orada Peşmergeler kadar, Peşmergeler’den daha fazla, sıradan insanlar, Kürtler de kaçtı. Ben ikisini de gazeteci olarak ayrı ayrı izlemiştim ve genellikle yabancı gazetecilere tercümanlık, mihmandarlık yapmıştım. Jean-Pierre ile işte o 88 Ağustos’unda, ağustos sonu Peşmerge göçünü de birlikte izlemiştik. Hattâ orada, karşı tarafta bir sınırda Irak askerleriyle, karşı taraftaki sıfır noktasında bir yerden geçiyorduk. Hakkâri tarafları yanılmıyorsam. Irak askerleriyle Arapça konuştuğuna da tanık olmuştum. Jean-Pierre gerçekten çok farklı bir insandı. 

Onu yanılmıyorsam “Gomaşinen”in değişik bölümlerinde tekrar tekrar anacağım. Anmaktan keyif aldığım, arkadaşlığından keyif aldığım çok değişik bir dünya vatandaşıydı. Bu olay bana Kürt meselesini öğretti. Daha önce bildiğimi sanıyordum. Ama gerçek anlamda Kürt meselesiyle ilk tanışmama vesîle olmuştur 87 seçimleri. Ardından 88’de Ağustos sonundaki Kürt göçü ya da Peşmerge göçü, bunun sadece Türkiye’nin meselesi olmadığını, bir bölgesel mesele olduğunu gösterdi ve o günden bugüne de zaten Kürt meselesiyle ilgili, elimden geldiğince, gazeteci olarak çalışmaya çalışıyorum. Çok tepki aldığımı biliyorum. Bu tepkiler çok da fazla rahatsız etmiyor. Artık alışmış durumdayım. Tepkilere bakarak yapılacak bir iş değil bizim mesleğimiz. Özellikle de eğer siz gazeteci olarak bir şeyi, toplumda sayıca çok olanları rahatsız ediyorsanız, yaptığınız işin bir değeri vardır diye düşünüyorum. Benim şu âna kadar 35 yıl olan gazetecilik hayatımdaki ilkelerimden birisi bu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.