Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Seçim sonrasının ekonomi politiği

Uzun zamandır Türkiye ekonomisi siyasetin etkisi altında. Özellikle AKP’nin bitmek tükenmek bilmeyen seçim mücadelesi ve beraberinde uyguladığı “kutuplaştırma siyaseti” böyle bir etkiyi daha da kaçınılmaz kılıyor.

Üstüne bir de “tek adam rejiminin” oluşturduğu “irrasyonel” kurumsal düzen düşünüldüğünde, ekonominin siyasetten bağımsız kalması bir o kadar imkânsız bir hal almaktadır. Hatta bu kurumsal düzenin bizzat kendisi bugün karşı karşıya kaldığımız ekonomik sorunların kaynağı haline gelmektedir.

Doğal olarak ekonomik sorunların çözümü de, siyasi sisteminin değişimini bir “ön koşul” olarak zaruri hale getirmektedir.

Aslında siyaset-ekonomi ilişkisi, biz Türk vatandaşlarının hiç de yabancısı olmadığı bir durum. Sadece AKP dönemine de özgü değil. Geçmişte de bunun birçok örneğini gördük. Siyaseten sıkışan iktidarlar genellikle kendi yandaşlarını konsolide edebilmek ve iktidarları için gerekli yaygın kamuoyu rızası üretebilmek için ekonomiyi siyasetin aracı haline getirmekte hiç bir sakınca görmemişlerdir.

AKP de bundan farklı değil.

Rahmetli hocam Zeyyat Hatipoğlu, İTÜ’de bizlere Türkiye Ekonomisi anlatırken, ülkemizdeki ekonomik kararların siyasi maksatlarla alınmasını ekonomik sorunlarımızın en önemli kaynağı olduğunu söylerdi. Ekonomiyi siyasetten bağımsız kılmanın ise ekonomik sorunların çözümünün en önemli adımı atacağını belirtirdi.

Elbette demokratik, rekabetçi bir siyasi sistem içinde, kurumları yeterince gelişmemiş bir ülkede bunu başarabilmenin çok mümkün olmadığını bizzat yaşayarak öğrendik. Hocamın referans aldığı yıllar 1960-1980 arası dönemdi. Ama 1990-2024 arasında yaşananlar da o günlerden çok farklı olmadı doğrusu.

Günümüzde sadece ülkemizde değil, dünyada da artan ekonomik sorunların etkisiyle iktidarlar kamuoyu rızası üretmek için geniş halk kitlelerinde memnuniyet yaratacak ekonomik uygulamalara başvurabilmektedir. Bazen yapılan uygulamalar ülkelerin kendi imkânlarının ötesinde bir kaynak kullanımını gerekli kılsa da, bu durumun oluşturacağı ekonomik maliyetlerin de yine aynı kitleler tarafından rıza gösterilmesini sağlayabilmektedirler. Bunda da daha çok toplumun belli kesimlerini düşmanlaştırarak ve bu yolla kitlelerin iktidar etrafında kutuplaşmasını sağlayarak yapmaktadırlar. Günümüzde bu davranış tarzı “ekonomik ve siyasi popülizm” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zeyyat Hocam 1980’li yıllardaki amacı, o günlerde iktidarda olan ANAP’ın ekonomide yaptığı uygulamaların ardındaki siyasi motivasyona dikkat çekmekti. Oysa 1983 yılında iktidara geldiğinde, Turgut Özal’ın kendisi de ekonomik kararların siyasi saiklerle alınmasından şikâyetçi olmuş ve bu şekilde davranan eski siyasetçileri en ağır şekilde eleştirmişti.

Elbette böyle bir görüşü savunabilmesinde sahip olduğu en büyük avantaj, ülkede o günlerde hüküm süren askeri yönetim ve anti – demokratik baskıların oluşturduğu “steril” ortamdı. Ülkedeki siyasi alternatifsizlik Özal’ın kendi iktidarı için gerekli kamuoyu rızasını üretebilmek için ekonomiyi siyasetin bir aracı olarak kullanmasını gerekli kılmıyordu.

Ancak 1980’lerin sonuna doğru ülkedeki siyasi yasakların kalkması ve beraberinde ülkenin kısmen demokratik bir siyasi tartışma ortamına kavuşmasıyla birlikte artan siyasi rekabet, ANAP’ın zamanla siyasi saiklerle ekonomik kararlar almasına yol açtı. Bu kararların en bilineni 32 numaralı kararname ile daha ekonomik reform süreçleri tamamlanmadan, kamu sektörü reformu bitirilmeden mali piyasaların uluslararası sermaye akımlarına maruz bırakılmasıdır. Zira Özal bu yolla kamuoyu memnuniyeti sağlamak için yapacağı ekonomik uygulamaların mali kaynaklarını uluslararası sermaye akımlarıyla sağlamayı düşünmüştü. Bu uygulamamın sonucu Türkiye ekonomisinin 1990’lı yıllar boyunca karşı karşıya kaldığı ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar oldu.

Ülkemizdeki deneyimlere bakıldığında, siyasiler, iktidarları açısından sıkıntıya düştüklerinde ekonomiyi siyasi olarak araçsallaştırmakta bir beis görmüyorlar. Siyasi yarar elde edebilecekleri kararları alırken ya da siyasi olarak zarar görebileceklerini düşündükleri ekonomik kararları ertelerken, hiçbir sakınca görmüyorlar.

Bu durum bugünkü AKP yönetimi için de geçerli.

İktidara geldiği 2002 yılından günümüzü kadar geçen 21 yılda AKP iktidarı, toplamda 9 adet seçim yapmış ve bu seçimler yoluyla kendi lehine güçlü kamuoyu rızası üretmiştir. Bu seçimlerin bazısı genel, bazısı ise yerel seçimlerden oluşmuştur. Kalan üç tanesi de anayasa değişikliği amacıyla yapılan referandumlardır.

Buradan da anlaşılacağı gibi bu 21 yıllık sürede bu ülke, neredeyse her 2 yıl 3 ayda bir ülke çapında yapılan bir seçimle karşı karşıya gelmiştir. Yani seçimsiz geçirdiğimiz kesintisiz bir dört yıl bugüne kadar yaşanmamıştır.

İlginçtir ki, geçmişte siyasi istikrarsızlık nedeniyle siyasi mecburiyetlerden dolayı sıklıkla yapılmak zorunda kalınan seçimler, AKP döneminde onun kendi siyasi öncelikleri doğrultusunda ve kamuoyunu kutuplaştırıp bölerek yönetebilmenin bir aracı olarak, kısa aralıklarla seçim yapmayı gerekli görmüştür. Bu da ister istemez ülke ekonomisini sürekli olarak bir seçim atmosferine mahkûm bırakmıştır.

Seçim döngülerinin uzaması ekonomide popülizmden kurtulmanın bir koşulu olarak görülse de, son 21 yılda sıklıkla siyasi rızanın yenilenme ihtiyacı hisseden ve iktidarına “meşruiyet” arayışında olan bir iktidar tarafından tercih edilmedi.

Bu süre zarfında siyasi rekabetin yoğunluğunun düşük olması, dahası, iktidarın siyasi ve ekonomik uygulamalarının finansmanında herhangi bir kısıtlamaya maruz kalınmadan kamuoyu memnuniyeti üretilebilmesi siyasi saiklerle ekonomide popülist kararlar alınmasına ihtiyaç doğurmadı. Çünkü mali kaynakların bolluğu, yapılan ekonomik uygulamaların sonucunda toplumdaki büyük bir kesim için ciddi bir siyasi maliyete yol açmamaktadır.

Bu yönüyle AKP iktidarının ilk yılları, Turgut Özallı ANAP’ın askeri yönetim altında demokratik mücadelenin oluşturabileceği olası bakılardan muaf olunduğu ve bu yüzden de siyasi saiklerle ekonomide popülist uygulamalara gerek duyulmadığı steril yıllara benzemektedir. O günlerde de sınırlı olan kaynakların belli tercihler yapılarak küçük bir azınlık çıkarına kullanımının yaratacağı siyasi memnuniyetsizliklere liderlik edecek bir muhalefetin olmaması, o günkü ANAP iktidarının yaptığı uygulamalardan herhangi bir siyasi zarar görme ihtimalini ortadan kaldırmıştır.

Aynı geçmişte olduğu gibi, günümüzde de mali kaynak bolluğunun bitmesi ekonomide popülist eğilimlerin artmasına yol açmıştır. Her zaman olduğu gibi burada siyasilerin karşılaştığı sorun, kaynakların yeterli olmadığı bir durumda mevcut kaynaklardan kimlerin yararlanacağına karar verebilmek ve bu kararın başka kesimler nezdinde doğuracağı siyasi maliyetleri en aza indirebilmektir.

Bugün ülke kamuoyu 31 Mart seçimlerinin ardından 2028’e kadar başka seçim olmayacağı ve bu süre zarfında iktidarın herhangi bir seçim kaygısına düşmeden ve ekonomide popülizme gitmeden, sırf ekonomik sorunların giderilmesine yönelik “doğru” politikaları izleyebileceğine inanmaktadır.

Yani 2028 yılına kadar seçimsiz geçireceğimiz koca bir 3,5 senemiz olacak.

Yerel seçimlerin hemen ardından Sayın Mehmet Şimşek’in liderliğinde ve onun kullanacağı inisiyatif ile AKP’nin bu süreyi ekonomiye çeki düzen verebilmek için kullanacağına inanılmış durumda. Böylece “ekonomik popülizme” başvurmadan ve kamuoyu rızası üretmeye yönelik ekonomik uygulamalar yapmadan geçirilebilecek uzun bir dönemin yılının varlığı, hem içerideki hem de dışarıdaki iktisadi gözlemciler tarafından bir avantaj olarak görülmektedir.

İktidar açısından 2023 seçimleri zor geçti. Seçim kazanıldı ama ekonomik maliyeti de bir o kadar fazla oldu. Kaynak sıkıntısı çeken ekonominin en son kaynakları da tüketildi. Yaklaşık 9 ay sonra yapılacan yerel seçimler için iktidarın çok fazla kaynağı kalmadı.

İktidar, bu amaçla ekonomi yönetiminde radikal, ama bir o kadar da zaruri bir değişime gitmek zorunda kaldı. Ekonominin “tepe” yönetimini değiştirirken, bir önceki dönemin kadrolarını da yedekte tutmaya özen gösterdi. Mehmet Şimşek ve ekibinin yerelde ve uluslararası camiada yarattığı olumlu beklentileri yönlendirerek ekonominin daha da kötüye gitmesini engelledi. Bu da yetmedi kamuoyuna seçim sonrasına yönelik olarak ekonomik sorunları giderecek radikal tedbirlerin alınacağı konusunda umut aşılanmaya başlandı.

Böylece 2028’de yapılacak seçimlere kadar ekonomi toparlanarak, iktidarın tekrar güçlenmesinin önünün açılacağına kamuoyu inandırılmak istenmektedir. Elbette bu tür yorumlar AKP’nin siyasi kimliğini ve bu siyasi kimliği gözeterek bunca zaman siyaset oluşturmuş bir yapının alışkanlıklarını dikkate almamaktadır.

Özellikle bunca zaman AKP’nin kurumsal kimliği etrafında kutuplaşmış toplumsal kitlelerin ekonomik taleplerini karşılamayı görev edinmiş siyasi bir grubun, bu kesimlerin ekonomik memnuniyetlerini dikkate almadan izlenecek ekonomik politikaları uygulamasına inanmak mümkün değildir.

Unutmamalıyız ki, Türkiye gibi gelişme yolunda bir ülkede iktisadi faaliyetlerin çeşitliğine bağlı olarak ortaya çıkan birçok kesim bulunur. İstihdam edildikleri faaliyetler bu kesimlerin refaha ulaşabilmelerinin aracıdır aynı zamanda.

Siyasi iktidarlar ise bu kesimleri kendi oluşturdukları iktidar ittifakına onların istihdam edildikleri faaliyetler yoluyla daha fazla refaha erişimini sağlayarak kendilerine bağlamak isterler. Bu siyasetin doğası gereğidir.

Özellikle AKP gibi çok uzun süre iktidarda olan bir siyasi anlayışın bünyesinde farklı birçok ekonomik motivasyona sahip grupların yer alması gayet normaldir. Bu bakımdan AKP’nin iktidar koalisyonunu “homojen”, tek bir ekonomik motivasyona sahip kesimlerden oluştuğunu varsaymak ülkenin gerçeklerine uygun değildir. Birbirinden farklı birçok kesim bu iktidar koalisyonunda yer almakta ve iktisadi kararları üzerinde etkinlik arayışındadır. İzlenecek olan ekonomi politikalarının da iktidar koalisyonunda yer alan tüm grupları aynı şekilde etkileyeceğini varsaymak da gerçek dışıdır.

Son yıllarda AKP’nin uygulamaya çalıştığı ekonomik politikalarda bocalamasının ardında yatan en önemli neden de bu farklı kesimlerin taleplerine uygun politikaların birbirinden farklılaşmasıdır. Özellikle bu farklılaşma son zamanlarda AKP iktidarı üzerinde etkili olan “sermaye kesimleri” bakımından çok daha çarpıcı bir niteliğe bürünmüştür. Aslında zaman zaman kamuoyunda gündem olan Sayın Cumhurbaşkanının ekonomi konularına ilişkin siyasi söylemlerindeki “tutarsızlıkların” ve “bilim dışılıkların” kaynağı da, iktidar içindeki farklı çıkar gruplarını idare edebilme gayretinden başka bir şey olmadığı düşünülebilir.

Özellikle iktidar koalisyonunda önemli bir ağırlığa sahip olan küçük ve orta ölçekli sermaye sahipleriyle esnaf örgütlerinin ekonomik çıkarlarına uygun davranma arzusu, bazen uygulanan para politikası ve/veya genel olarak ekonomideki kaynak kullanım tercihlerini anlamada bizlere yardımcı olabilir. Son zamanlardaki ekonomik politikaların oluşturulmasında, ülkemizdeki “Ticaret ve Sanayi Odalarının” ve “Ticaret Borsaların” oynadığı rolü anlamak bu bakımdan önemli olabilir.

AKP’nin 21 yıllık iktidarı döneminde yaptığı en önemli işlerden birisi kırdan kente göçü yönetebilmektir. Büyük ölçüde “geleneksel toplumsal değerlerin” esiri olan kırsal nüfusun kentler göçünü yönetirken, kentlerde “hizmet-ticaret-ve-inşaat” gibi sektörlerinde kazanç imkânları temin ederek göç edenlerin refaha erişimini sağlamıştır. Oysa 1960 ve 1970’ler de sanayi istihdamı kentlere yeni gelenlerin refaha erişebilmelerinin yegâne yoluydu. Bu durum 2000’li yıllarda değişti ve bu yüzden AKP büyük ölçüde sanayileşmeyi terk etti.

Sanayi dışında ağırlıklı olarak hizmet ve inşaat gibi sektörlerde istihdam edilmeye başlanılan bu nüfusun bir kısmı kentlerde esnaf boyutunda işlerin sahibi olurken, bir kısmı da, ölçek olarak daha da büyüdü. Böylece son yirmi yıllık AKP iktidarı “sanayisizleşme” ile birlikte, ekonomide büyük ölçüde “esnaflaşmaya” yol açtı.

İşte seçim sonrası AKP iktidarının ekonomi yönetiminin ana yönelimleri belirleyecek olan ekonominin bu yapısı ve yine bu yapının ekonomi politiğidir.

Artık Türkiye ekonomisinde hizmet-ticaret-ve-inşaata dayanarak büyüme ve refah üretme olanağı kalmadı. Zira bu faaliyetler büyük ölçüde yabancı kaynak tüketimine dayalı, ama bir o kadarda ekonomiye döviz kazancı sağlamakta faaliyetlerdir. Bol ve ucuz borçlanma olanaklarının kaybolmasının ardından, bu faaliyetlerin sürdürülebilirliği olanaklı değildir. Dahası iktidarın körü körüne bu iktisadi faaliyetlere güvenerek ekonomiyi yönetme arzusu, ekonominin diğer kesimlerindeki faaliyetleri de tehlikeye sokmakta ve endişe yaratmaktadır. İktidar için son derecede önemli seçimlerin varlığı ise siyasi iktidarın ekonomi politikaları konusunda “ikiyüzlü” davranmasına yol açmaktadır. Bir yanda ülke ekonomisinin gerçekleri, diğer yandan AKP’nin iktidar koalisyonunu oluşturan farklı grupların talepleri arasında tutarlılık kaybolmuştur. Bugüne kadar iktidardaki siyasiler bu tutarsızlıkları “siyasi söylemlerle” görünmek kılmaya çalışmışlardır. Ancak bunun daha ne kadar sürdürülebileceği ise önemli bir muammadır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.