Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Rejim değişikliğinin Türkiye’ye maliyeti

Türkiye’nin anayasa serüveni bitmek bilmiyor. Yapılan her bir anayasa, nedendir bilinmez, bir süre sonra siyasilere yetmiyor. Yeni değişiklikler vatandaşa diretiyor. Bazen de bu taleplerini kendi çıkardıkları siyasi krizlerin ardına saklıyorlar.

Sadece Cumhuriyet döneminde değil. Osmanlı İmparatorluğu zamanında, anayasal rejimi yeni yeni deneyimlemeye başladığımız dönemlerde de, “ideal” anayasa arayışlarımız söz konusuydu. Zaman zaman kaydettiğimiz ilerlemelere rağmen, siyasi olarak sıkışan padişahların anayasayı askıya almalarına da şahit olduk geçmişte.

İdeal” bir anayasa var mıdır bilemem. Ama ülkemizdeki siyasetçilerin “işine gelen” bir anayasa tanımı olduğu ve bunun ortaya çıkan ihtiyaçlara bağlı olarak değişkenlik gösterdiği bir gerçek. Bugün malum olduğu üzere, AKP’nin kendi yaptığı anayasası bile bugün Yargıtay’ı itirazları bahane edilerek uygulanmaktan kaçınılıyor.

Sadece Osmanlı dönemi değil, Cumhuriyet dönemi de çok farklı olmadı doğrusu… Belli aralıklarla, toplumsal taleplerle baş edemeyen siyasilerin yardımına yetişen askerlerin yaptığı darbeler, anayasal rejimimizin kesintiye uğramasına neden oldu. Her bir askeri müdahalenin ardından değişen siyasi konjonktüre uygun yeni bir anayasa yapıldı, vatandaşa sunuldu.

Yapılan her bir anayasanın amacı ülkenin güvenlik kaygılarını gidermek ve mevcut düzen içindeki “güç sahibi” olanları konumlarını güvence altına almaktı. Gördüğümüz kadarıyla değişmeyen bu amaç hiçbir zaman vatandaşın mevcut refahında artış sağlamadı. Getirdiyse bile bu son derecede sınırlı oldu.

Yapılan anayasalar, yöneticilerin ülke güvenliğini bahane ederek, kendilerinin uyguladığı “korku siyasetine” meşruluk sağlamasına yaradı. Bunun da yolu devleti bireyin önüne koymak, bireysel hak ve özgürlüklere, konu devlet olunca sınırlama getirmekti.

Bazen de bu güvenlik arayışı o denli ileriye gitti ki, daha önce bu amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş çoğulcu parlamenter rejimdeki güç, bir noktadan sonra tek bir kişinin inisiyatifine bırakıldı. Ancak ülke yönetiminde böylesine önemli bir yetkilendirmenin yapılabilmesi ve bunun vatandaşa kabul ettirilebilmesi de, yine geleneksel toplumsal korkularımızı beslemek ve vatandaşa birtakım ekonomik hayalleri satabilmekle mümkündü.

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan böyle bir rejim değişikliğini yapabilmek için yaptığı vaatlerde oldukça cömert davrandı. Yaptığı ekonomik vaatlerinin başında, yönetim değişikliği ile ekonomi yönetiminin kendisine bağlanacağı için, kararlarda etkinliğin ve verimin hızlı bir şekilde artacağı, diğer kararlarda olduğu gibi ekonomik kararların alınışında hızlı davranılacağı ve günümüz dünyasında hızlı reaksiyon alınmasının yarattığı fırsatlardan da en fazla düzeyde yararlanabileceğimiz yer aldı. Elbette tüm bunların sonunda, vatandaşın ekonomik refahının geçmiş yıllardan farklı olarak artacağı, hatta “Türkiye ekonomisinin uçuşa” geçeceği iddia ediliyordu.

Peki, aradan geçen altı yıl sonunda ekonomik açıdan ne oldu?

Maalesef bırakın uçuşa geçmeyi, neredeyse elimizde kalan refah kalıntılarından da olmaya başladık.

Bunun en güzel, siyasi tartışmalara dâhil olmadan sistem değişikliği öncesi ve sonrası ekonomik büyüme performanslarının karşılaştırmasını yaparak ortaya koyabiliriz.

Grafik 1 bu karşılaştırmayı gösteriyor. Burada dikkat çeken bir hususa açıklık getirmekte yarar var. 2021 yılında elde edilen büyüme oranı Covid-19 salgının hemen ardından elde edilmiş istisnai bir orandır. Bu yıla ait yüzde 11’lik büyüme oranı çıkartıldıktan sonra bu döneme ait ortalama büyüme oranı 2016-2019 dönemiyle aynı çıktığı görülüyor. Ancak bu büyüme oranını dâhil etseniz bile, başkanlık döneminde elde edilen büyüme oranı ancak yüzde 4,8 seviyesine çıkabiliyor. Bu karşılaştırmada önemli olan başkanlık sistemine geçildikten sonra ekonomik büyüme önceki dönemlerde elde edilen yüzde 7’lere ulaşamamıştır.

Elbette bu performans düşüklüğünde sorumluluğu sadece sistem değişikliğine atfedilemez. Dünya ekonomisinde bozulan koşulların da bunda payı vardır. Ama başkanlık sistemine geçişteki amaç da, böylesi kötü koşullarda daha etkin karar alınarak ekonomide yaşanacak olumsuzlukların önüne geçebilmek değil miydi?

Grafik 1’den de görüldüğü gibi başkanlık sistemine geçildikten sonra, ekonomik performansımızda gözle görülür bir kötüleşme olmuş.

Ancak bu noktada sorulması gereken bir başka soru daha var

Ekonomik büyüme performansı düşmüş olsa da, elde edilen bu büyümenin ülkedeki hanehalklarının gelirleri üzerine nasıl yansıdığı da önemli. Öyle ya, rejim değişikliğine giderken, vatandaşa bu değişikliğin yapılması onların refahına olumlu etki edeceği söylenmedi mi?

Bu amaçla sıradan makroiktisadi verilerin sınırlarını aşarak, TÜİK’in Gelir Yaşam Koşulları Araştırmalarından elde edilen mikro verileri kullanıp, bazı hesaplar yapmak mümkün. Bu veriler kullanılarak makro düzeyde elde edilen büyümenin farklı gelir gruplarının gelirlerine nasıl yansıdığı hesaplanabilir. Böyle bir inceleme ilgili dönemde elde edilen büyümeden farklı sosyal grupların nasıl yararlandığını görülebilir.

Maalesef bu hesaplamalarda kullanabildiğimiz veriler 2019 yılına kadar elimizde mevcut. TÜİK’in yaptığı 2021 ve 2022 yılına ait araştırma sonuçlarının mikro verileri elimize geçmediği için hesaplamamızı 2019 yılına kadar olan verilerle sınırladık. Hesaplamaları İTÜ’den Doç. Dr. Ayşe Aylin Bayar ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Haluk Levent birlikte yaptılar.

Sonuçlar Grafik 2’de sunulmuştur. Grafik 2’de sunulan eğriye iktisatçılar Büyüme Etki Eğrisi (Growth Incidence Curve) demektedir. Eğrinin yatay ekseninde yüzde 20’luk gelir dilimleri itibariyle toplam beş gelir grubu yer almaktadır. Yüzde 20’lik ilk grup en düşük gelir grubuna ait hanehalklarını göstermektedir. Yüzde 100 ise en yüksek gelirli yüzde 20’lik gelir grubunu göstermektedir.

Dikey eksende genelde elde edilen gelir artışlarının farklı gelir gruplarında yer alan hanelerin gelirlerine nasıl yansıdığı sayısal olarak gösteriliyor. Bu eğrinin yatay seyretmesi büyümenin tüm hanelerin gelirlerine aynı derecede etki ettiğine işaret eder.

Bunlara ek olarak dikey eksendeki negatif değerler büyümenin ilgili hanehalklarının gelirlerine yaptığı etkinin azaltıcı yönde olduğunu gösterirken, pozitif değerler de genel büyümenin ilgili hanehalklarının gelirlerini arttırıcı yönde etki ettiği anlamına gelmektedir.

Grafik 2’ye göre, genel büyüme oranı düşük de olsa, yüksek de olsa tüm gelir gruplarının gelirlerinde azalmaya neden olmuş. Kanımca bu Başkanlık sistemine geçişin ekonomik sonuçları bakımından önemli bir bulgu. Ancak bu gelir azaltıcı etki en düşük gelirli hanehalklarının yaklaşık ilk %10’luk kesiminin gelirlerini diğerlerinden çok daha fazla azaltıcı etki oluşturmuş. Bu etki daha sonraki gelir gruplarında toparlanmakla birlikte, diğer gelir gruplarının gelirlerine yaptığı etki aşağı yukarı neredeyse istikrarlı kalmış.

Bu ampirik hesaplamalara dayanarak Türkiye başkanlık sistemine geçtikten sonra sadece büyüme performansı düşmekle kalmamış, aynı zamanda ülkemizdeki farklı gelir gruplarının mevcut gelirleri de bu büyümeden faydalanamamıştır. Bırakın faydalanmayı, görünen o ki mevcut gelir seviyelerini bile koruyamamışlar. Ama çok daha kötüsü bu dönemde yaşanan ekonomik gelişmeler ve büyüme ülkemizdeki en fakir yüzde 10’luk grubun çok daha fazla aleyhine bir durum oluşturmuştur. Buna dayanarak bile bu dönemde elde edilen büyümenin hiç de fakir ve yoksul yanlısı bir büyüme olmadığı çok açık.

Örnekler bu şekilde çoğaltmak mümkün. Enflasyon mesela. Malum olduğu üzere tek bir adamın hiçbir bilimsel süzgeçten geçmemiş bir faiz anlayışının neticesinde uygulanan ve kamu bürokrasisinin mevcut rejimin çizdiği kısıtlayıcı sınırları içinde hiçbir şekilde itiraz bile edilemeyen düşük faiz politikası ülkedeki enflasyonun yüzde 70’leri aşmasına neden oldu. Ardından gelen çaresizliğin yol açtığı faiz artırımları, bir yandan vatandaşın karşı karşıya kaldıkları hayal pahalılığına çare olamazken, diğer yandan da ekonomide birçok küçük ve orta ölçekli şirketin iflasıyla sonuçlandı.

Bu iktisadi sorunların bizim dışımızda olan, sistemden bağımsız sebeplerinin olabileceği elbette inkâr edilemez. Ama bu tarz etkiler geçmişte de vardı. Gelecekte de olacaktır. Burada önemli olan, bu tür dışsal belirsizliklere karşı ekonominin bütüncül bir kurumsal bir refleks gösterebilmesi ve bu yönde kolektif karar üretebilecek bir idari yapıya sahip olmasıdır. Yoksa tek bir adamın ve/veya oligarşik yapının salt kendi iktidarlarını sürdürmeyi amaçlayan uygulamaları alınan ekonomik kararların işlevselliğini sorgulanmasına yol açacaktır.

Kişiselliğin hâkim olduğu bu kararların doğuracağı maliyetleri ise o kişi veya zümreler değil, aksine tüm toplum tarafından ödenecektir.

Türkiye, tek adam rejimlerinde sıkça görülen yanlış ekonomik kararların doğuracağı maliyetlerden toplumun genelini muaf tutacak kaynak zenginliğine sahip bir ülke değildir. Hataların doğuracağı maliyetler mutlaka toplumun farklı kesimleri tarafından ödenmek zorundadır. Bu nedenle kaynak fakiri olan, göreli gelişmiş ekonomik sistemlerde “tek adam rejimleri” sürdürülebilir rejimler değildirler. En azından baskılardan muaf bir şekilde demokratik ve hukuka saygılı bir yapı içinde sürdürülebilme ihtimali düşüktür.

Kararların toplumsal kesimlerle azami mutabakat sağlayacak bir şekilde alınabildiği ve kararların tek adam inisiyatifine bağlı olmadığı bir rejim bizim gibi ülkelere en uygun olanıdır.

Umarım iktidarı ve muhalefeti ile tüm siyasetçilerimiz Türkiye ekonomisindeki mevcut sorunların çözülmesinde etkili olacak olan bu rejim sorununun farkına varır ve bunun değiştirilmesinin gerekliliğini vurgulayan bir siyasi söylemi en kısa zamanda sahiplenirler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.