Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Sermaye sınıfının piyasa ile sınavı

Kamuoyunda genel bir inanış vardır. Genelde toplumsal sınıflar içinde “işçi sınıfının” piyasa karşıtı olduğuna inanılır. Bu pek de yanlış olmayan bir inanıştır. Zira sermaye karşısında emekçi sınıfların daha güçsüz olduğu ve serbest işleyen piyasa sisteminde devlet tarafından desteklenmedikleri durumda ürettikleri refahtan yeterli düzeyde pay alamadıkları düşünülür.

Böyle bir inanış aslında işgücünün bol olması, sermayeni sahiplerinin ise daha az olmasından kaynaklanmaktadır.

İşte böyle bir durumda, işgücünün sermaye karşısında direniş gösterebilmesi ve üretimden daha fazla pay alabilmesi için “sınıftaşlarıyla” daha dirençli bir dayanışma içinde olması gerekir. Böyle, bir bütün halinde direniş gösterebilmek için de, sınıfsal manada kader birliği yapmış olanların “ortak bir bilinç” ile mücadele etmesi istenir. Dahası, ülkede hâkim olan üretim şekli, toplumsal yapılanma biçimi ve yaygın olan değerler gibi unsurlar bu bilincin oluşmasına etki ederler.

Ülkemizin önemli anayasa hukukçularından biri olan, şimdilerde rahmetli olmuş hocamız Prof.Dr. Mümtaz Soysal’ın eski bir yazıyı hatırlıyorum. Sanırım hocanın 1970’lerin başında yazdığı bir yazıydı.

Yazısında Mümtaz Hoca, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında benimsediği “kapitalist” kalkınma modeline uygun bir toplumsal örgütlenmeyi sağlayamamış olmasının nedenleri arasında “sınıfsal bilinç” oluşumunun yetersiz oluşundan bahsederdi. Bunu da, ülkemizdeki kalkınma sürecinde çizdiğimiz zikzakların nedenlerden biri olarak görüyordu. Elbette Mümtaz Hoca bu iddiada bulunan tek aydınımız değildi. En azından benim bildiğim başkaları da vardı.

O günlerdeki tartışmalarda hocanın yazısında bahse konu olan, yeterince “bilinçlendirilememiş” sınıfın “işçi sınıfı” olduğu düşünülmüştür.

Sınıf bilinci” belli bir menfaat etrafında birleşmiş insanların, bu menfaatlerine yönelik tehditler karşı ortak davranış sergileyebilmesi anlamında kullanılmıştır. O zaman işçi sınıfının da sermaye karşısında birleşip, ortak ve bir o kadar da dirençli davranış tarzı gösterememesi ekonomide kapitalizmin gerektirdiği “dinamizmin” oluşturulasında engel teşkil etmiştir

O veya bu nedenle menfaatlerine yönelik tehditlere karşı yeterli direnç gösteremeyen bir işçi sınıfının olduğu durumda sermaye sınıfının da kendini yenileyip, kendi mücadele araçlarını geliştirmesi mümkün olmuyor.

Pasifize edilmiş ve kendi bilincinin oluşması ahlaki, dini ve hukuki bazı normlarla engellenmiş bir işçi sınıfının varlığı, kaçınılmaz olarak ülkemizdeki sermaye sınıfını da pasifize etmiştir.

Sınıf bilincinin oluşmasında paylaşılan birtakım ortak değerler önemlidir. Ama en az onlar kadar önemli olan bir diğer faktör ise gelir kaynaklarının ortak olmasıdır. İşçi sınıfı için bu emek gelirleridir. İşçilerin tek gelir kaynağının emek gelirlerinden oluşması, böyle bir sınıf bilincinin oluşmasında belirleyicidir.

Türkiye sanayileşmenin merhalelerinde ilerledikçe toplumsal yapıdaki dönüşüm de görünür hale geldi. Toplumsal sınıfsal hiyerarşinin niteliği değişmeye başladı. Bunun siyasete de yansımaları oldu tabi.

Bunlardan en önemlisi CHP’nin, biraz bu şartların zorlaması ve biraz da dünyadaki eğilimlere bağlı olarak kendisini siyasi yelpazenin “ortanın solunda” tanımlaması oldu.

Bu süreç içinde, yine ülkemize özgü nitelikleri olan ve devlet destekli bir “sermaye sınıfı” oluştu. Bununla beraber devlet-sermaye işbirliği ile çizilmiş kurumsal bir yapının sınırları içinde kalarak, “Büyük Türkiye” idealini gerçekleştirilmesi için ihtiyaç duyulan sermaye birikimine katkıda bulunacak ve bunun için de üretimden alması gereken paydan “gönüllü olarak” vazgeçmeye rıza gösterecek bir “işçi sınıfı” oluşturulabildi.

Ancak toplumsal dönüşümün prematüre yapısı ve kırsal ile bağlarını koparmakta zorlanan bir işçi sınıfının varlığı, onların sanayi gelirlerine ve ücrete duydukları ihtiyaç düzeyini düşürerek, tarımsal gelirlere bağımlılıklarının devamını sağlamış ve ortak bir sınıf bilinci oluşturarak sermayeye karşı gösterecekleri mücadelenin direncinin kırılmasına yol açmıştır.

Bugünlerde ülkemizdeki “burjuva sınıfının” toplumsal ve ekonomik olaylar karşısında batıdaki benzerlerinden farklı davranışlar tarzları benimsediğine dayanarak yeterince gelişip, gelişemedikleri yönünde tartışmalar yapılmaktadır.

Bu tartışmaların ardındaki nedenin mevcut iktidarın siyasette ve ekonomide yaptığı ve “çağdışı” olarak nitelenen uygulamalarına karşı sermaye kesiminin sessiz kalmasıdır. Bu ve benzeri uygulamaların sermaye sınıfının uzun dönemli çıkarlarına zarar vereceği öngörülerek, siyasetin bu hoyratlığına sermaye sınıfının temsilcilerinin “dur” demesi beklenmektedir.

Demediklerinde ise, Türk sermaye kesimlerinin iktidarın özellikle “piyasa kurumunun” işleyişini tehlikeye sokan uygulamaların sermaye birikimine olumsuz etki edeceği ve böylece sermaye birikim sürecini sekteye uğratabileceği varsayılmaktadır.

Bu durumda, ülkemizdeki “işçi ve sermaye sınıflarının” iktidardaki siyasi grupların kendi şahsi çıkarları için yaptıkları uygulamalara karşı dirençli bir duruş sergileyememeleri, böyle bir bilinç eksikli ve yeterince “sınıfsal olgunluğa” erişmemiş olmaları olarak açıklanmaktadır.

Emekçilerin baskın kırsal bağlarının böyle bir bilinç oluşturamamalarının önündeki engellerden biri olarak görülebilir.

Peki ya sermaye?

Sanırım sermaye sınıfının yeterli olgunluğa erişmemesinin ardındaki engellerden biri de, herkesin düşündüğünün tersine sermayenin “piyasa kurumu” ile kurduğu prematüre ilişki şeklidir.

Ülkemizdeki kalkınma sürecinin bir gereği olan “sermaye birikimini” sağlama sorumluluğu önceleri “devletçilik“ adı altında kamuya verilmişken, II. Dünya Savaşı’nın ardından dünya ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler sonrasında özel sektöre devredilmiştir. Ancak sermaye birikimini özel sektör yapsa da, bu süreçte sermaye her zaman devleti yanında görmek istemiştir ve bunun için kamu ile “istisnai” nitelikte ilişkiler geliştirmiştir. Amaç sermaye birikimi sürecinde ülke kaynaklarını sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirebilmekti.

Süreç içinde sermaye birikimini hızlandıracak her türlü kurumsal değişimi, kamu otoriteleri tereddüt göstermeden sermaye lehine yapmıştır. Bu süreçte “işçi sınıfına” düşen rol ise, her zamanki gibi sabır göstermek ve beklemek olmuştur.

Ancak 1980’li yıllardan sonra, sermayenin devletle geliştirdiği bu ilişkiye bir başka faktör daha dâhil olmuştur. Bu, ülke ekonomisi gelişirken, birçok alanda ihtiyaç hissedilmeye başlanan “piyasadır”. Daha önce kaynakları devletle olan ilişkileri nedeniyle kolayca yönlendirebilen sermaye, artık bu iş için piyasaya güvenmek zorunda kalmaktadır.

Ekonomide işlevsel olmaya başlayan piyasaların oluşumu için yapılan reformlara ise genellikle “emek yanlı kesimlerin” itirazlarını çekmiş ve bu yüzden sermaye yanlısı bulunmuşlardır. Bunu yapan siyasileri de “piyasacı” olarak ilan etmişlerdir. Oysa sermaye sınıfı da en az işçi sınıfı kadar ekonomide piyasaların belirleyici role oynamasına tereddüt ile yaklaşmaktadır.

Şahsen bu tereddüttün bugün bile giderilmediğini düşünmekteyim.

Uzun yıllardır tüm bu piyasaları merkezine alan reformların sermayenin diretmesi sonucunda, emek karşıtı olarak yapıldığına inanılmıştır. Hatta bu direnişlerin siyasi yansımalarının bu tarz reformların uygulama hızı düşürdüğü, zaman zamanda geriye dönüşlere yol açtığı söylenmiştir.

Ancak bu piyasa odaklı reformlardan en büyük darbeyi sermayeyi temsil eden kesimlerin yiyeceği düşünülmemiştir. Öyle ki, sermayenin kamu otoritesi ile geliştirmiş olduğu “istisnai” ilişkilerin, piyasa mekanizmasının sermaye için yaratacağı olumsuzluklardan kaçınabilme imkânına elde etmek için kullanılabileceği düşünülmemiştir.

Sermaye kesimlerin piyasada gücünün belirleyici “otoritesine” tabi olmaktan kaçınabilmeleri elbette ülkemizin sınırları içinde mümkündür. Sıra uluslararası piyasalarda rekabet etmeye geldiğinde, onların devlet nezdindeki itibarlı konumlarının yabancılarla rekabette pek bir yararı olmamıştır. İşte o yüzdendir ki, Türk sermayesi 1996 yılındaki AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’na ilk anlarda ciddi itirazlarda bulunmuştur.

Bu onların uluslararası düzeyde piyasaya karşı kamuoyunda açık edilmiş ilk itirazlarıdır.

1980 sonrası dönemde inşa edilen kurumsal çerçevede ve sonradan devreye alınan Gümrük Birliğinin yol açtığı rekabetle baş edebilmek için Türk sermeyesi bugün belli bir olgunluk seviyesine erişmiştir. Bunda ülkenin ihracatını arttırabilmek için yürütülen sanayileşme çabalarının rolü büyüktür. Bu yüzden “sanayileşme” bir yandan ülkenin “sermaye birikimini” sağlamak, diğer yandan da sermaye kesimini dünya normlarında bir niteliğe kavuşturabilmek için önemlidir.

Ülkemizdeki bazı siyasilerin “Eski Türkiye” pratikleri olarak gösterip küçümsedikleri kalkınma pratiğinin esası da budur. Bu, büyük ölçüde ülkemizdeki gerek sağ, gerekse sol siyasetin uygulama ve söylemlerinin ana eksenini oluşturmuştur.

Bu sürecin sonunda ise gerek ülkemizdeki sermaye birikiminin boyutunun dünya ölçeğinde boyutlara ulaşması ve sermaye kesiminin ise, devletle bağını koparıp, daha otonom bir yapıya kavuşması ve dünya ölçeğinde bir aktörlere dönüşmesi hedeflenmiştir.

Maalesef bu amaç gerçekleşmedi.

Özellikle sanayi alanında konumlanmış olan sermaye kesimimiz hala devlete, onun kendi lehlerine yapabileceği kayırmalara muhtaçtır. Yerli sermaye gruplarımız için bu kayırmalar sadece emekçi sınıflara karşı avantaj sağlamaya yönelik değil, aynı zamanda yabancı sermaye kesimlerine yönelik bir kayırmayı da içermektedir.

Zaten bunu da siyasi manada “yerli ve milli ekonomi” gibi bir siyasi söylemle kamuoyunda görünür hale getirilmektedir.

Neredeyse otuz yılı aşkın bir piyasa deneyimi ve ekonomideki “piyasa odaklı” bir kurumsal gelişimin ardından, ülkemizdeki sermaye sınıfı kendini hala piyasanın insafına bırakabilecek bir olgunluk seviyesinde görmüyor.

Piyasa içinden gelebilecek rekabette hala devleti yanında görmek, onunla geliştirdiği “istisnai” ilişkilerle rekabet avantajı elde edebilmeye ihtiyaç duyuyor. Elbette böyle bir istek içinde olan sermaye sınıfı da, devlete ve devlet erkini temsil eden siyasi iktidara bağımlı hale geliyor. Onun uygulamalarına “bağımsız” bir direnç gösteremiyor.

Sermaye kesiminin iktidarla geliştirdiği o “istisnai” ilişkinin niteliği ise bugün değişmiştir.

Dün sermaye devlet ile yakınlığını kendi “sermaye birikimi” sürecini hızlandırıp kolaylaştırabilmekken, bugün “yeniden dağıtımı” bir iktisat politikası olarak kullanan siyasi kadrolarla işbirliği içinde olmasının amacı bu yeniden dağıtımdan daha çok pay almaktır.

Rüştünü” ispat edememiş olan sermaye sınıfımız maalesef iktidarların eteklerinden bir türlü ayrılamayıp, kendini piyasa mekanizmasının insafına bırakamıyor.

İktidarın bugünlerde yaptığı uygulamalara sermaye sınıfının tepkisizliğini bir de bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.