Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Muhalefet dış politik sorunlarda iktidarın yanında olmaya mecbur mu?

HDP hariç, ama başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin çoğu dış politik konularda “tuzağa düşmemek” adına siyasi iktidarı eleştirmekten kaçınıp, onun yanında yer almayı tercih ediyor. Bu ne derece isabetli bir strateji?

Yayında söz ettiğim Uykusuz’dan Yiğit Özgür’ün karikatürü

Yayına hazırlayan: Yusuf Said Akcakaya 

Merhaba, iyi günler. Son döneme damgasını basan bir yaklaşımı ele almak istiyorum. O da HDP dışındaki muhalefette yer alan bütün partiler, dış politikada kritik bir gelişme olduğunda –bu Suriye, Azerbaycan, Ege veya Doğu Akdeniz ile ilgili olabilir–, hemen aklınıza gelebilecek her türlü hususta iktidarın yanında yer almayı bir vazife biliyorlar. Bakıyoruz, Meclis’te grup başkanvekilleri ortak bildiriler imzalıyorlar. Parti sözcüleri, liderleri birçok konuda –nüanslı olmakla beraber– iktidarla ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ile aynı şeyleri söylüyorlar. Bunu bir tür “milli görev” gibi benimsemiş durumdalar. 

En son, Fransa’ya yönelik boykot olayında gördük. CHP Sözcüsü Faik Öztırak’ın boykota destek veren açıklamaları, muhalefetin içerisinde ve destek veren kesimlerde bir şaşkınlığa yol açtı; çünkü boykot olayı bile sanki birden milli bir dava oldu. Ama orada, örneğin DEVA Partisi lideri Ali Babacan, bu boykot denen olayın çocukça bir hâdise olduğunu, artık dünyada hangi ürünün kim tarafından yapıldığının bile bilinemediğini –kaldı ki Türkiye ile Fransa arasındaki ticaret dengesinde ağırlığın Türkiye’den yana olduğunu– söyledi. Biraz rasyonel bir yerden, olaya hâkim birisi olarak, pekâlâ farklı bir duruş sergileyebildi.  

Şimdi, daha önce bahsettiğim bu yaklaşımın birçok nedenle kusuru var. Öncelikle şunu söylemek lâzım: Dış politikayla ilgili her konu, bir milli dava, milli birlik ve beraberlik gerektiren kritik bir an olarak aksettiriliyor iktidar tarafından. Bunların hiç de böyle abartıldığı kadar olmadığını, daha sonra yaşanan bu olayların süreçlerine baktığımızda görüyoruz. Örneğin Ege’de, Doğu Akdeniz’de yaşanan krizler belli bir müzakere rotasına girdi. Ama ilk başta çok büyük bir gerginlik olayı olarak çıktı ortaya. Azerbaycan ile Ermenistan’ın Karabağ üzerinden yaşadıkları çatışmanın da, özellikle büyük güçlerin araya girmesiyle belli bir dinginliğe geldiğini gördük. Suriye’de daha önce yapılan operasyonların da yine büyük güçlerin müdahil olmasıyla belli bir yerde kesildiğini gördük. Ve o krizler kriz olmaktan çıktığı zaman, çok da fazla bir sorunun yaşanmadığını gördük. 

Birincisi, her dış politika meselesinin topyekûn sahip çıkılması gereken bir büyük milli dava olduğu meselesi çok inandırıcı değil. Şu anda Fransa ile yaşanan mesele mesela… Daha önce değişik zamanlarda, Avrupa’nın değişik ülkeleri ile sorunlar yaşanmıştı: Hollanda ve Almanya ile. Bunların her biri çok büyük davalar gibi lanse edildi. Ama ondan sonra gördük ki ilişkiler bir şekilde müzakerelerle belli bir yerlere geldi. Buradaki birinci mesele bu. 

İkinci mesele, dış politika ile ilgili yaşanan olaylarda, iktidar bu olayları bir milli dava olarak belirleyip tüm vatandaşlardan ve muhalefetten yanında durmasını isterken, o olayın politikalarının belirlenmesinde kimseyi işin içerisine karıştırmıyor. Yani, diyelim ki, Fransa ile şu anda yaşanan krizde bütün muhalefetin yanında yer alması gerektiğini söylüyor, bir dayatma yapıyor. Muhalefet de aslında buna yatkın. Ama Fransa ile olan, Karabağ ile olan, Doğu Akdeniz ile olan meselelerin bütün detayları muhalefet partileri ile çok ciddi bir şekilde paylaşılıp onlardan katkı alınarak geliştirilmiyor. Bu bir şekilde onlara dayatılıyor. Yani sorgulamadan, eleştirmeden, merak etmeden bir destek… Yani şöyle söyleyelim: “Siz bize destek verin, gerisini merak etmeyin” yaklaşımı. 

Cumhurbaşkanının partili olması ile beraber… ki eskiden de değişik cumhurbaşkanları, mesela Turgut Özal, Süleyman Demirel, Abdullah Gül partiliydiler, ama orada anayasal olarak cumhurbaşkanlarının partili olamayacağı hükmü vardı. Dolayısıyla geldikleri partilerin çizgisini bire bir devam ettirememe gibi bir sınırları vardı. Ne derece uyuyorlardı? O ayrı mesele, ama artık Anayasa’da böyle bir şart da yok. 

Yani bir cumhurbaşkanı çıkıp da, “Ben bütün ülkeyi temsil ediyorum ve siz de bu konuda –dış politika konuları milli meselelerdir– bana güvenin” diyebilme noktasında değil. Zira o aynı zamanda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Genel Başkanı, bu partinin her türlü toplantısını o yönetiyor. Bu partinin kongrelerine gidiyor ve bu partinin seçim kampanyalarında –en son 31 Mart’ta olduğu gibi– kendisine oy vermeyen vatandaşları terörle işbirliği içerisinde, ihanet içerisinde vs. olarak tanımlayabiliyor. 

Yani burada herkese sahip çıkan, herkesin cumhurbaşkanı olarak görülen, algılanan, kabul edilen bir kişinin –bir şahsın diyelim kendi tabiriyle– herkesi birtakım milli davalara, dış politika davalarına davet etmesi gibi bir durum söz konusu değil. Tabii ki daha önemlisi, bu dış politika meselelerinin büyük bir kısmının bu yüzden çıkartılıyor olduğunu söylemek abartılı olabilse de –çünkü Doğu Akdeniz, Karabağ, Suriye… bütün bu meselelerin hepsi ayrı ayrı sorunlar–  bunlar bir sorun haline dönüştüğü zaman, çok hızlı bir şekilde iç politikada kullanılıyor. 

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. Mesela bu son krizde, Emmanuel Macron da Fransa’da, Türkiye ile olan kavgasını iç siyasî amaçları için kullanmak istiyor ve kullanıyor da — özellikle aşırı sağdan gelen meydan okumaları bertaraf etmek için o da aşırı sağla İslam konusunda, Türkiye konusunda bir tür yarışa girebiliyor. Ama bu dış politikayı içeriye yönelik olarak kullanma meselesi esas olarak otoriter rejimlerin –ve tabii ki totaliter rejimlerin– en büyük özelliği. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil, bu konuda yapılmış çok sayıda araştırma var. 

Örneğin, bir Sebastien Hellmeier’in bir araştırması var — şu anda bakıyorum bir yandan, “Otoriter rejimlerde dış baskı içeride nasıl kullanılıyor?” diye bir araştırma. Değişik örneklerle yapılmış, ele alınmış bir araştırma. Burada tabii ki işin medya boyutu da çok önemli. Bu araştırmacının söylediği –ki bizim de bizzat yaşadığımız bir husus– dışarıdan gelen herhangi bir ekonomik siyasî baskının… — mesela ne oluyor Türkiye’de? Diyelim ki Türk Lirası değer kaybediyor. Hemen bu dış güçlere atfediliyor. Ya da diyelim ki Doğu Akdeniz krizi vs.. Dış politika meselelerini milli dava haline dönüştürüp içeride sağlayamadığı hareketliliği, iktidarın etrafında kenetlenmeyi bunların üzerinden sağlamak… Aslında otoriter rejimlerin sıklıkla başvurdukları bir özellik bu.

Türkiye’de bunu hayli yaşıyoruz. Örneğin, farklı kurumlar tarafından kamuoyu araştırmaları yapılıyor. Buralarda insanlara ekonomi de soruluyor, dış politika da soruluyor. Mesela en son yapılan, benim gördüğüm bazı araştırmalarda, Karabağ meselesi, Doğu Akdeniz meselesi soruluyor. Suriye şu anda pek gündemde değil. Şimdi yeni yeni Fransa ile olan meseleler soruluyor ve bu konuda da dış politikaya destekleri soruluyor. Kamuoyunda dış politikaya desteklerin daha yüksek olduğunu görüyoruz; ama en önemli sorunların ne olduğu sorulduğu zaman da tabii ki öncelikle ekonomiyi, enflasyonu, hayat pahalılığını, işsizliği dile getiriyorlar.

Bu çok basit bir şekilde görülen, tüm kamuoyu araştırmalarında da görünen bir husus. O da ne? İçeride çok ciddi sorunlar var, ama dışarıdaki meseleler üzerinden iktidarla hâlâ ilişki kurabilen, kurmak isteyen, iktidarı destekleyebilen bir kitle var. Burada işte, muhalefet, “oyuna gelmeme” adı altında, yani bu milli davalarda genel kamuoyundaki milli duyarlılıkları karşısına almamak adına, dış politikada genellikle çok düşük profilli bir çizgi izliyor, sessiz kalıyor. Hatta daha da ileri gidip destek veriyor ve böylece şu basit tipte bir olay yaşanıyor: “İktidar bizim dış politikada kendisine karşı çıkmamızı bekliyor, biz bunu yaparsak bizi şeytanîleştirecek. Bizi hain olarak ilan edecek ve böylece destek kazanacak, biz de destek kaybedeceğiz”. Böyle bir basitlikle akıl yürütüyorlar ve bu nedenle de dış politikada alabildiğine tutuklar, ürkekler. 

Şimdi, bu bir yere kadar anlaşılabilir bir şey olabilir. Ancak siz Türkiye’de halkın gerçek gündemi diye tabir edilen ekonomi ve özellikle geçim sıkıntısı gibi konuları gerçekten gündeme getirebiliyorsanız… — yani şunu yapabiliyorsanız, dış politika meseleleri üzerinden iktidara, tamam, eleştiri yöneltmiyorsunuz, oyuna, tuzağa gelmiyorsunuz, ama bunun yerine enerjinizi neye harcıyorsunuz? Bir enerji sarf ediyor musunuz? Birçok durumda şunu görüyoruz: Benim kişisel gözlemim, izleyiciler ne düşünür bilemiyorum; herkesin farklı farklı bakışı vardır: Dış politikada gösterilen ayrı düşmeme hassasiyetinin içeride yaşanan sorunlarda gösterilen ayrı düşme hassasiyeti, yani muhalif olma hassasiyetine daha baskın çıktığı kanısındayım. Yani biz muhalefeti genellikle iktidarın dış politikadaki hamlelerine ses çıkartmazken hatırlıyoruz. İçerideki sorunlardaki sorumluluğunu hatırlatırken o kadar çok hatırlamıyoruz. 

Bu aslında bir tuzaktan kaçmak isterken başka bir tuzağa düşme olayı. Meral Akşener dün yapması beklenen grup toplantısını bugün yaptı, mesela Fransa konusunda şöyle bir tutum izledi: Dedi ki, “Tamam Macron yanlış yaptı, ama Erdoğan da yanlış yaptı. Ergen gibi cevap verdi” diyor. Erdoğan’ın Macron’a yönelik söylediği “Doktora gitsin” vs., ruh sağlığı göndermesini kastediyor herhalde. Bu bile bir farkı koymak anlamında önemli. Ama baktığımız zaman, hemen hemen herkes, bütün yaşanan olaylarda öncelikle, bir bismillah der gibi, “Tabii ki bu konuda devletimizin yanındayız, tabii ki burada hepimiz birlikteyiz” diye başlayan cümleler kuruyorlar. Bu işte tam da Erdoğan’ın istediği bir yerden Türkiye’deki siyasî tartışmaların kilitlenmesine yol açıyor, bana göre. 

Şimdi bir karikatür var, herhalde birçok kişi değişik versiyonlarını da görmüştür — Uykusuz’da Yiğit Özgür’ün karikatürüymüş. Bir kadın kocasına, “Yanındaki kadın kimdi?” diye soruyor. O da “Millet aç aç!” diyor. Şimdi Türkiye’de, çok kabaca söylemek gerekirse, muhalefetin sürekli olarak iktidara “Millet aç aç!” demesi bekleniyor. İktidarın da buna karşılık, “Düşmanlar etrafımızı sardı. Şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar. Bunlar katil” vs. diye bir dış muhabbeti yapabiliyor olması lazım. 

Fakat bu konuda, çok da böyle bir şeyi aslında yaşamıyoruz. Yani iktidarın dış politikayı öne çıkartması, aslında, içeride muhalefetin baskısından bunaldığı için yaptığı bir şey değil. Zaten muhalefet bu konuda çok da fazla bir şey yapmıyor. Bunun yerine, geçen bir yayında da dile getirdiğim gibi, aslında iktidar birçok konuda kendi muhalefetini kendisi üretiyor. 

Bahçeli’nin başlattığı askıda ekmek kampanyası örneğinde olduğu gibi ya da Erdoğan’ın mitinglerde çay dağıtıyor olması gibi; bir cumhurbaşkanının, ülkenin tek yetkilisinin, tek iktidarının, gittiği yerlerde halkına çay dağıtması ve bunları fırlatıp atması ya da en son Malatya’da gördüğümüz gibi kendisine eve ekmek götüremediğini söyleyen kişiye çay sunması… Aslında akıl alır bir şey değil. Yani şöyle akıl alır bir şey değil — daha önce yaşanan tanzim satış mağazaları da böyle: Bütün bunların hepsi aslında ülkedeki yoksulluğun kabulü, yoksulluğu çözememe durumunun itirafı. Yoksulluğun daha da derinleştiğinin itirafı aslında. 

Baktığımız zaman, iktidar kendi hâliyle, ülkedeki ekonomiyi zaten sürekli gözümüze doğru tutuyor. Ama buna karşılık, muhalefetten aynı konularda gelen çok ciddi bir şey yok. İYİ Parti, Meral Akşener bu konuda ilginç bir şeye başladı. Her grup toplantısına değişik toplum kesimlerinden insanlar çıkartıyor. Bence akıllıca bir yöntem, en son besicileri –yanılmıyorsam– çıkarttı. Daha önce başka kesimleri çıkarttı. 

Yine yeni partiler de bu konuda, özellikle DEVA ve Gelecek partilerinde istikrarlı bir ekonomi eleştirisi var. Ahmet Davutoğlu’nunkiler çok sert — çok doğrudan saldırıyor. Ali Babacan da teknik dille bunları anlatıyor. Ama CHP’nin yaptıkları –muhakkak yapıyorlar, Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarında bunlar muhakkak var, ama açıkçası çok dikkat çekmiyor, bir heyecan yaratmıyor–; yani burada şunu söylemeye çalışıyorum: İktidar muhalefetten bunalıp olayı dış politik alana taşıyor değil. İktidar aslında kendi kendinden bunalıp dış politika alanına gidiyor; çünkü içeride bir şey yapamadığını, artık bir şey sunamadığını görüyorsunuz. 

Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Ekim mesajını izledim. Bunca yıldır bildiğimiz Recep Tayyip Erdoğan… — ki ben onu İstanbul Refah Partisi İl Başkanı olduğundan beri biliyorum. Bu kaç yıl oluyor? Yaklaşık 30 yıl, ama 18 yılı ülke yönetimde. O videonun kendisi de, aslında, Erdoğan’ın şu anda topluma bir hedef sunamadığını gösteriyor. Mesajında, baktığımız zaman, “Hedeflerimiz, hedeflerimiz…” diyor; ama bu hedeflerin ne olduğu yok. Anlatırken sürekli olarak “Türkiye’nin önünü kesmek isteyenler”den bahsediyor. İsim pek vermiyor, ama hep aynı kurgu ile giden –artık sadece bununla giden– bir Erdoğan profili var.

Yani, “Biz bir şey yapmak istiyoruz, bizi engellemeye çalışıyorlar, ama yine de yapacağız”. Neyi yapmak istiyoruz? Kim engellemeye çalışıyor? Peki bu engelleri nasıl aşacağız? Bu gibi meselelerde tamamen genel geçer sözler, geçmiş tarihe yönelik göndermeler var. Buna karşılık, mesela yine bugün Ekrem İmamoğlu’nun hastaneden yaptığı açıklamaya baktığınız zaman, daha dinamik bir şey görüyorsunuz. Yani burada, aslında, iktidarın tükenmiş olan enerjisinin dış politik alanlarda bir ölçüde sürdürülebilir kılınmak istendiğini görüyorum. 

Muhalefetin de neredeyse tüm dış politika konularını “dokunulmaz konular” olarak görüp onlar söz konusu olduğu zaman iktidarla –HDP dışında genellikle; zaten iktidar birlikte hareket etmeye HDP’yi davet de etmiyor bildiğim kadarıyla– aynı hizada yer almaya belki birazcık bozuluyordur, ufak tefek nüanslar vardır, bununla yetiniliyor. 

Söylediğim gibi, sadece Türkiye’ye özgü bir olay değil bu. Otoriter rejimlerde genellikle içerideki hareketliliğin, iktidarın ve liderin etrafında bir araya gelmenin en anahtar kavramı dış politika, düşmanlar, engellemek isteyenler… Bu düşmanlar kimi zaman Türkiye’nin ve Türklüğün, kimi zaman İslâmiyet’in ve Müslümanların düşmanları olabiliyor. Böyle bir tablo var. Muhalefet pekâlâ bu tabloyu kabul etmemekle işe başlayabilir. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.