Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (41): Bülent Arınç ve Cemil Çiçek’in çıkışları, Cumhur İttifakı’nın geleceği & Çakıcı’nın tehditleri

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu hafta canavar gibi mâşallah; konuşacak çok şey var. Hatta seninle dün bir ara konuştuğumuzda, “Yeni bir şey gelmezse, bunlar bile çok” dedik. Akşam, Bülent Arınç yine yaptı yapacağını ve gündemi epeyce belirledi: Osman Kavala, Ahmet Altan ve Selahattin Demirtaş’ın tutukluluklarını eleştiren önemli açıklamalar yaptı. Hatta Demirtaş’ın yazdığı Devran kitabını övdü; Kürt sorunundan bahsetti. Bugün Diyarbakır’da muhabirimiz Ferit Aslan’ın anlattığı bir olayı anlatarak başlayalım: Biliyorsun, bu sabah bir operasyon oluyor. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile ilgili başlatılan soruşturma kapsamında, bu sabah bir operasyon yapıldı ve başta Diyarbakır olmak üzere farklı illerde 72 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında Diyarbakır Barosu üyesi yaklaşık 20 avukat da var. Bu operasyon sırasında, karı-koca avukat bir çiftin evi basılıyor. Erkek olanı gözaltına alıyorlar, kadını almıyorlar. Kadın, polislere “Dün akşam birlikte Bülent Arınç’ı izledik. Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasından bahsediyordu. Siz neden gelip bunu yapıyorsunuz?” diye sitem etmiş. Akşam demokrasi, sabah operasyon. Ne dersin?

Can: Evet, bu yıl ilginç başladı. 2020’nin kâbusları ve şaşkınlıkları bitmiyor. Yıl biterken de hareketini devam ettiriyor. Bu mesele de biraz öyle. Dediğin gibi, açıklamalar, söylenenler ve mektuplar gibi işin bir sözel kısmı var. Bir de, biraz önce anlattığın örnekteki gibi uygulamadaki haller var. Sözlerle yapılanlar tutmuyor, sözler birbirini tutmuyor. Büyük bir karmaşa var. Birileri belki buna “senaryo” da diyebilir; ama görünen o ki, hem veriler hem söylenenler hem söylenen sözlerin kimler tarafından söylendiği pek öyle kurgulanmış, hazırlanmış işlere benzemiyor. Herkesin kartları açtığı, ama kartları açarken de masanın büyüdüğü, kartların daha yüksek ölçekte fiyatlandığı bir kapışma hâlini ve aslında bazı açılardan da çözülme hâlini gösteriyor. Bu dediğin örneğin benzerlerini, bir lâf söylenip, sonra uygulamada bambaşka bir şeyin yapıldığı dönemlerde görmüştük. Hatırlarsan, 2011 ile 2014 arası da böyle bir dönemdi. Bir yandan, “Hocaefendi dönsene, seni özledik” denirken, bir tarafta acayip bir şey. Bu ittifak tablosunun değişme aşamasına girildiğinde, çeşitli kesimlerin hem sözel hem eylemsel olarak tuhaf hamleler yaptığına tanık olmuştuk. O sürecin sonunda da, Türkiye başka bir dengeye gelmişti. 

Şimdi de bunu düşündürtebilecek, konjonktürel ve uluslararası şartlar, ekonominin koşulları, siyasetin gerekleri ve iktidarın kendi iç bileşiminden doğan sorunlar, yönetememe krizi, hepsi bir araya gelmiş durumda. Ve bu tablonun zorladığı Erdoğan’ı, çeşitli veçheleriyle, onun ittifakı içerisindeki kesimlerin birbiriyle ya da doğrudan onunla, kamuoyu, medya ve sosyal medya üzerinden pazarlık yürüttüğü bir tablo görüyoruz. Tıpkı Berat Albayrak’ın istifası üzerine konuştuğumuz gibi, birileri, bunun hazırlıklı bir şey olduğunu, hatta “deha ürünü” olduğunu ileri sürdü; ama bu tablo çok öyle görünmüyor. Burada kullanılan enstrümanlar da tuhaflaşmaya başladı: Alaattin Çakıcı’nın burada devreye sokulması, mafyanın siyasetle ilişkisi meselesi değil, aslında siyasetin, mafyanın trollüğünü devreye sokması.

Çakır: Kemal, istersen Çakıcı meselesine biraz sonra gelelim. İhsan Arslan konusuna bir değinelim. Sen de, ben de çok iyi tanırız: AKP’nin eski Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan, Erdoğan’ın Güneydoğu’daki en önemli ve en güvendiği isimlerden birisidir. Oğlu Mücahit Arslan de zaten AK Parti kurucusuydu ve Erdoğan’ın hep yakınındaydı.

Can: Başdanışmanıydı bir dönem sanırım.

Çakır: Evet. İhsan Arslan, Aklımda Kalan ve Ardımda Kalan kitaplarını yazdı. Kitaptan sonra da, Medyascope’ta Ferit Aslan’ın sorularını yanıtladı. verdi. Çok net bir şekilde, artık MHP ile gidilen yolun bir yol olmadığını söyledi. Onun usturuplu bir dili vardır. Sonra, Cemil Çiçek konuştu. O da “Reforma gerek yok. Zihniyet değişimi” dedi — ki aslında haklı. Çünkü şu anda var olan yasalar ve Anayasa o kadar da kötü değil. Ama önemli olan kuvvetler ayrılığının ortadan kalkmış olması ve yargının tamamen Erdoğan’ın denetiminde olması. 

Ardından Bülent Arınç çıktı. Daha önce, Efkan Âlâ’nın parti yönetiminde öne çıkması ya da Lütfi Elvan’ın ekonominin başına getirilmesi ile, sanki Erdoğan’ın eskiden beri yanında olan kesimlerin daha fazla öne çıktığı, sesinin daha fazla çıktığı bir döneme girdik gibi görünüyor. Bu, esas olarak, Erdoğan’ın müttefiklerine karşı –MHP ve belki Doğu Perinçek’i de bir şekilde katmak gerekebilir–, Erdoğan’ın eski yol arkadaşlarının bir denge sağlama çalışması gibi oldu. Bu arada Çakıcı’nın çıkışı, Bahçeli’nin ve diğer MHP yöneticilerinin ona sahip çıkması da, bir anlamda buna bir cevap gibi. Ortada, sanki bir iktidar savaşı varmış gibi bir durum var. Eskiden beri Erdoğan’ın yanında olan insanlardan kalanlar –çünkü büyük bir kısmı, Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi isimler ayrıldı– bence, “Tayyip bey, artık yapma, deniz bitti. Gidecek fazla bir yol yok” diyorlar. Son çıkış. Öteki taraf da, “Gidecekseniz bir an önce gidin, bozacaksanız bir an önce bozun; ama bize mahkûmsunuz”u dayatmaya çalışıyor. Cumhur İttifakı’nın masada olduğu ve geleceğinin konuşulduğu bir husus var âdeta. 

Bir önemli şey de, Bahçeli’nin Meral Akşener’e davetiydi, hatırlarsan. Orada, Cumhur İttifakı’nın ömrünü uzatmak için yeni bir bileşen ve ortak katmaya çalıştılar, olmadı. CHP’yi bölmeye çalıştılar, o da olmadı. İYİ Parti’yi bölmeye çalışıyorlar, o da olmuyor. Bu olay esas olarak, iktidar koalisyonunun geleceği üzerine çok ciddi bir kapışma. Ve sanki onun ilk günlerini yaşıyoruz.

Can: Evet, resim büyük ölçüde böyle görünüyor. Çoğu rastlantısal olamayacak, bunu güçlü biçimde düşündürecek çok sayıda işaret var. Ama hâlâ cevabının belirsiz olduğunu düşündüğüm nokta şu: Erdoğan bu çıkış arayışında, senin dediğin gibi, eski arkadaşlarını yardıma mı çağırıyor, yoksa bu sıkışma ânında, çeşitli kesimler onu belirli bir tarafa doğru itme konusunda daha açık oynamaya mı çalışıyorlar? Benim için cevapsız soru bu. Bu tablo Erdoğan’ın bir pazarlık hamlesi mi, yoksa Erdoğan’ın karşı karşıya kaldığı ikilem nedeniyle, çeşitli odakların kendi kartlarını ve güçlerini göstererek etkin olma çatışması mı? Bence bu hâlâ tam cevaplanmış değil. Bu konudaki işaretler, ikisini de düşündüren çeşitli özellikler taşıyor. Mesela çok çarpıcı bir şey: Erdoğan yeni koronavirüs önlemlerini açıkladığı için arada kaynadı, ama kabine toplantısından sonraki konuşmasında, reform meselesiyle ilgili “Dünyadaki gelişmelere uygun değişiklikler yaparak yolumuza devam edeceğiz” gibi ilginç bir cümle kurdu. Buradaki vurgu çok temel bir şey. “Acı ilaç” ve ekonominin gereklerinden başka bir şey söylüyor. “Dünyadaki gelişmelerin gereklerine uygun” diye bir şey söylüyor. 

Çakır: Sence Amerikan Seçimleri’ni mi kastediyor?

Can: Bence sadece Amerikan Seçimleri değil. Avrupa 10 Aralık’ta “Türkiye’ye yaptırım” meselesini konuşacak ve bu çok önemli. Trump’tan sonra “Erdoğan yönetimini kollayan lider” kategorisinde olan Angela Merkel de ilk defa, “Bunu konuşacağız, gündemimizde” diyerek, Avrupa’dan kendisine gelen dirence daha fazla dayanamayabileceğini gösteren bir konuşma yaptı. Dünya ekonomisinde yaşanacak muhtemel gelişmeleri de içeren –bunun Joe Biden ile de ilgisi var–  pek çok bölgesel sorunda, Türkiye’nin edindiğini propaganda ettikleri sonuçları almanın güçlüğünün artık çok net görülmesinin de etkisi var. Yani, “Biz bu hatta girerken, bu yeni ittifakla, beka konseptiyle, içeride ve dışarıda biraz daha agresif tarzı artık devam ettiremeyiz” itirafının işaretleri var orada. Ama bir gün öncesinde, Bahçeli grup toplantısında “Bu reform denilen şey öyle bir şey değil. Tamam, bazı eksiklerimiz vardı, ama bu reform, mevcudu tahkim etmek. Yeni bir çizgi değil” dedi. Yani açıkça “Reformdan, yeni bir şey yapacağımızı anlamayın. Olanın eksiği gediği varsa, onu tamamlayıp, yola devam edeceğiz” diye söylemişti.

Çakır: Zaten Bahçeli o grup toplantısında, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni güçlendirmek gerekir” diyordu. Bir yanıyla, Cumhur İttifakı’nın geleceği tartışılırken, onunla birlikte Başkanlık Sistemi’nin geleceği de tartışılıyor.

Can: Aslında onlar aynı şey; birbirine mecbur olan şeyler. Başkanlık Sistemi devam edecekse, Cumhur İttifakı devam edecek. Cumhur İttifakı devam edecekse, Başkanlık Sistemi de devam edecek.

Çakır: Dolayısıyla, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisi, çok ciddi bir şekilde önümüze gelecek gibi görünüyor. Bugün, Ahmet Şık, galiba Birgün’e verdiği röportajda “Cumhur İttifakı’nın sönüp, Türkiye İttifakı’nın tekrar gündeme geleceği bir dönem” diyor. Hani o, Erdoğan’ın 31 Mart gecesi telaffuz edip, Bahçeli’nin uyarısı üzerine geri adım attığı “Türkiye İttifakı” meselesi. Önümüzdeki günlerde, Türkiye İttifakı ile birlikte, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” vurgusunu epey işitiyor olacağız galiba. Ne dersin?

Can: Burada demin söylediğim soruya takılıyorum. Bu, hakikaten Erdoğan’ın yutmaya artık rıza gösterdiği bir “acı ilaç” olarak, onun devreye soktuğu ve bu anlamda, bir tür vekil savaş şeklinde bir çatışmaya kapı açtığı bir durum mu? Yoksa belirli çevreler, onu hâlâ buna ikna sürecinin mücadelesini mi yürütüyor? Bu hâlâ cevaplanmamış bir soru. Hatırlarsan, 2019 Seçimi’nden, hatta 2018 Seçimi’nden önce de, benzer durumlarla karşılaşmıştık: “Erdoğan aslında başka bir şey mi yapmak istiyor, yoksa birtakım…”  “İttifaksız siyasetin gereği olarak, ittifaksız seçim gerekli” lâfını ve o tartışmayı hatırla. Daha sonra, İstanbul Seçimi’nin yenilenmesi sürecinde, Erdoğan, belki bilinçli olarak kendisi bunları yönlendirip, bu tartışmalar sanki kendisinin dışında gelişiyormuş gibi değil, sonunda kararı veren olmayı tercih etti. Ya da, her ikisinde de, daha önce çeşitli kanatlar bu konuda hamleler yaptılar ve Erdoğan, baskın çıkanın tarafında iradesini gösterdi. Bu ikisi de söz konusu olabilir. 

Şimdi de benzer bir durum var. Şimdiye kadar, Erdoğan’ın, sürekli ittifaklarını değiştirerek, eski ittifak ortağını son derece çatışmalı biçimde tasfiye ederek yenilerine geçebilmesi mümkün oldu. Ama bu hepsinde sert yaşandı; öyle yumuşak yaşanmadı. Cemaat’le de yumuşak yaşanmadı. Aslında başka gücü olmadığı için, liberallerle ve Avrupa ile ittifakı da öyle kolay bitmedi; sancılı oldu. Şimdi de, mevcut ortakları ona “Buna niyet edebilirsin ya da birileri seni buna çekmek istiyor olabilir. Bu da zorlu. Buna var mısın? Bunu yapabilecek takatin, gücün ve enerjin var mı?” diyorlar. Çünkü bu ittifak ortaklığı, “Evi boşaltın, oğlum gelecek” diye durmadan boşaltabildiğin bir daire değil. Oraya taşıyabileceğin sonsuz sayıda unsur yok. Şu anda mevcut Cumhur İttifakı dinamiğini onun bileşenlerine dağıttığında, yerine koyacağı şey, biraz Kürtler’e mavi boncuk, Avrupa’ya “Biraz bekleyin havası ile idare edilebilecek bir şey olabilir. Erdoğan’ın, siyaseten kendi gücünü “Beni hesaba katmadan bir şey yapamazsınız” diye kullanma şansı var hâlâ. Ama “Bunu attım, yerine bir şey koydum” tablosu için o kadar manevra alanı yok. Bu sıkışmanın da herkes farkında. Bu yüzden de çatışma daha sert cereyan ediyor. Eğer bu konuda, bu dediğin söylentiler gerçekse, bu söylentilerin gerçeğe dönüşmesi hâlinde, ona ve herkese neler olabileceğinin fragmanını gösteriyor.

Çakır: Bu sertlik meselesi gerçekten çok önemli. Zaten bu olayın içerisine Çakıcı gibi figürlerin de katılması, bunun bir işareti. Ama benim aklıma şöyle bir şey geliyor: Mesela, Erdoğan’ın Fethullahçılık ile kopması çok zor, sert ve kendisi açısından çok riskli oldu. ‘17-25 Aralık’ta, aile fertlerini ve kendisine de doğrudan ilgilendiren bir sorun çıkacaktı, son anda kurtardı. Şimdi burada da benzer bir durum var. Cumhur İttifakı, MHP ile görünen ittifak, ama daha karmaşık bir ittifak söz konusu. Eğer Cumhur İttifakı’ndan bir kopuş olacaksa, yeni müttefiklerinin çok güçlü ve kapsayıcı olması lâzım. Bence “Tamam, ben MHP ile bağları koparttım. Kürtler de bana destek verebilir. Dilimi de yumuşatırım” gibi bir lüksü, seçeneği yok artık. Ya da, “Eski AK Parti’ye döner, tekrar eski gücümü toplarım” gibi bir şeyin olması mümkün değil. Kaldı ki içinden iki parti çıktı. Bu partiler kopmamış olsaydı, Babacan, Davutoğlu, hatta Abdullah Gül, partinin kenarında bir yerde dursalardı, onları yeniden katarak belki bir şeye kalkışabilirdi. 

Benim gördüğüm kadarıyla, CHP ile ve CHP üzerinden HDP ile de bir şekilde iyi bir ilişki kurması şart. Yeni dönemde, MHP ve diğerleriyle olan ittifakından uzaklaşma gibi bir seçenekte, CHP’nin içinde yer almadığı bir denklemin olabileceğini sanmıyorum. MHP’yi bırakıp, İYİ Parti’yi alarak ve Saadet Partisi vs. ile yola devam edebilecek bir hâli yok. Bu, ancak, çok daha büyük, o “Türkiye İttifakı” denen kavramı andıracak bir koalisyon gerçekleştirebilirse olur gibi geliyor bana.

Can: Bu da “Çakıcı mektubunu niye Kılıçdaroğlu’na yazdı?” konusunu açıklıyor. Veya Bahçeli’nin, zaten bu mektup öncesinde de çok sistematik bir biçimde Kılıçdaroğlu’nu hedefe koyup, doğrudan ona yönelmiş ve saldırıyor olmasını açıklıyor. Hatta arada kaynayıp giden o grup toplantısında, Bahçeli’nin söylediği bir şey daha vardı. CHP’ye yönelik suçlamalarında, yine ta seçim zamanının iddialarına kadar geri gidip, CHP’li belediyelerle ilgili “Bunlar terör örgütünü belediyeye taşıdılar” gibi cümleler kurdu. Zaten burada ilginç olan, Çakıcı’nın ne yazıp söylediği değil. Çakıcı’ya son derece zayıf reaksiyon veren CHP’ye, doğrudan Bahçeli’nin devreye girerek cevap vermesi, muhatabı olarak öne çıkıyor olması. “Benim adıma söylenmiş ya da benim desteklediğim sözün üzerine söz söyleyemezsin. Bunu kriminalize edemezsin” iddiası var. 

Senin dediğin tezde, şu anki siyasî denklemde, mevcut siyasî aktörlerin dâhil olacağı yeni bir formülasyonda, vazgeçilemeyecek iki tane kuvvetli siyasî aktör ya da blok var: Biri CHP, diğeri AKP.  AKP çok zayıflamış olsa da, şu anda en çok oy alabilen parti özelliğini koruyan, en düşük hâliyle bile yüzde 30’larda bir parti — ki bu oran, bugün en yakın rakibinden yüzde 50 daha fazla oy alan bir siyasî parti demek. Dolayısıyla, Erdoğan’ın hâlâ güvenebileceği, hâlâ kendisinin siyasî varlığı için güvence olarak düşünebildiği şey: “Beni denklem dışına atabileceğiniz bir formülasyon –ki aylardır yaratmaya çalıştığı efekt bu– üretmeniz çok zor.” En azından anayasal çözüm üretmesi zor.  Bunu gösteriyor ve bu pazarlık şansını kullanıyor. İkinci önemli aktör de CHP. CHP’yi dışarıda bırakan aritmetiklerin hepsinde sıkıntı var. Çünkü hep konuşulduğu gibi, MHP ile İYİ Parti’nin yer değiştirmesinin, ne Erdoğan için, ne de Türkiye’nin siyasî tablosunda kalıcı bir değişikliğe yol açması hemen hemen imkânsız. Siyasî denklemi böyle kurmak zorunda.

Çakır: Peki, belki biraz spekülatif olacak ama, şöyle bir formüle ne dersin? Sanki AK Parti ve Erdoğan, Millet İttifakı’na katılacak gibi bir hava, öyle bir formül de olabilir. Tabii adı değişir. Tek başına CHP ile değil, İYİ Parti’nin, Saadet Partisi’nin, hatta HDP’nin de açık ya da örtülü bir şekilde yer aldığı bir ittifakla bir araya gelmek. Sadece CHP ile değil, sadece İYİ Parti ile değil, ama oradaki ittifakla, en azından geçiş dönemi birlikteliği seçeneği çok âfâkî gelebilir. Ama Bülent Arınç’ın, Cemil Çiçek’in telaffuz ettikleri olay böyle bir şey. Bütün dışlanmış ve “ötekileştirilmiş” herkesle barışmayı ya da yumuşamayı hedefliyorlar gibi geliyor bana.

Can: Zaten seçimden sonra çok kısa süren o “Türkiye İttifakı lâfıyla böyle bir şeyi mi kastediyor?” diye yorumlanmıştı. Anayasal bir perspektif değişikliği, yani Cumhurbaşkanlığı Sistemi ya da parlamenter sistem konusunda anayasal bir perspektifte bir siyasî değişim öngörülüyorsa, kendi mecburiyetini de rahatlatacak bir hamle olarak böyle bir şeye niyet ediyorsa, bu mümkün bir şey. Ama şu anda karşısına konulan şey, bunun kendisi için ne kadar büyük risk oluşturduğunu işaret ediyor. Çünkü şöyle bir tablo var: MHP ile ittifak, pek çok muhalefet çevresi açısından sürekli bir aritmetik hesap gibi dikkate alınmasına rağmen, sadece aritmetik bir mesele değil. Aslında bu son gelişmelerde, “Anlamadıysanız bir daha anlatalım” tablosu var. Bu sadece aritmetik bir mesele değil. Onun oyu şu kadar, bunun oyu bu kadar, topluyorsan… Bu iktidar ittifakını toparlayan şey, bunun siyasette var olan ya da siyaset dışı aktörlerle birlikte, daha geniş bir ittifak olduğunu, daha geniş bir koalisyon olduğunu biliyoruz. Bu koalisyonun çözülmesi, sadece siyasî aritmetikteki yeni formülasyonlarla çözülebilecek bir şey değil. Çünkü AK Parti, Cemaat’ten kopup MHP ile yeni bir iktidar ittifakı kurarken, sadece sayısal destek almadı. Hatta sayısal desteği zayıf bile kaldı. Hatırlarsan, referandumda MHP oyunun tamamını getiremedi. Ama çok önemli bir ideolojik destekti. Bütün bürokrasisi, yargısı ve güvenlik aygıtıyla “devlet” dediğimiz şeyin ve örneğini gördüğümüz gibi siyaset dışı, hatta kayıt dışı çevrelerin de dâhil olduğu başka bir tabloydu. Dolayısıyla, Erdoğan açısından, onun yerine o kapsamda yeni bir ittifak bileşimi çıkarmak kolay değil. Aslında bunun ne kadar zor olduğunu herkes gösteriyor. Bir yandan da, Bülent Arınç, Cemil Çiçek ve İhsan Arslan’ın açıklamalarında, bunun mümkün olabileceğini… Acaba Erdoğan bize anlatsın diye mi anlatıyorlar? Yoksa Erdoğan’a mı konuşuyorlar? Dediğim gibi bu hâlâ benim için cevapsız. 

Çakır: Senin söylediğin bu ikilem önemli. Şu âna kadar benim gördüğüm kadarıyla, herkes başka başka şeyler söylüyor. Son günlerde SETA’cıların o klasik, güvenlik-özgürlük denklemi ile ilgili yazdıklarına ve söylediklerine bakıyorum. Bu, Erdoğan’ın konuşmalarına da yansımaya başladı. Orada vurgulanan şey de giderek yükseliyor: “Zaten güvenlik açısından bayağı bir yol katettik, artık ihmal ettiğimiz özgürlük meselelerini yeniden ele almalıyız” perspektifinin yavaş yavaş gündeme sokulmaya çalıştığını görüyoruz. Zaten Abdülhamit Gül’ün reform ve hukuk çıkışları, ne zamandır telaffuz etmedikleri ileri demokrasi söylemlerinin sanki tekrar geri geleceğini düşündürüyor bana. 

Ama burada şöyle bir mesele var Kemal: Erdoğan özellikle 17-25 Aralık’tan beri kendi kişisel bekasını her şeyin çok önüne koydu. Çünkü orada doğrudan kendisine ve aile fertlerine yönelik bir saldırı olduğu için, onun siyasî güzergâhında epey belirleyici bir rol oynadı. Şu anda anladığım kadarıyla Erdoğan’ın önündeki en temel meselelerden birisi, bunun garantiye alınması. Bunu MHP ile daha fazla yapabileceğini düşünmüyorum. Ama öteki taraftan, gerek HDP ile, gerek CHP ile, hatta İYİ Parti ile o kadar çok yaşanmışlıklar var ki… Düşünsene, zamanında Erdoğan’ın o yardımı olmasaydı, MHP’nin Genel Başkanı herhalde Meral Akşener’di, öyle değil mi? Hepsiyle bir meselesi var. Bütün bunlara rağmen, onlardan böyle bir teminatı alabilecek mi? İlkin böyle bir husus var. 

Bir de, Erdoğan bugüne kadarki bütün müttefiklerini, olay bittiği zaman çok kolaylıkla ve sert bir şekilde harcadı. “Yeni kurulması söz konusu olacak ittifakların ömrü ne kadar olur?” diye bir tereddüt var. Şu andaki tıkanıklığın en önemli nedenlerinden birisi de o yaşanmışlıklar. Son 10 senenin ya da son 5-6 senenin yaşanmışlıkları var. Bundan dolayı muazzam bir karşılıklı güvensizlik var. Bu kolayca aşılabilecek bir şey mi, bilmiyorum. Gerçi daha önce Erdoğan ile Bahçeli arasında da çok sert şeyler yaşanmıştı, ama sonra pekâlâ birleşebilmişlerdi. İYİ Parti hakkında biraz konuşalım. Ümit Özdağ partiden ihraç edildi.

Can: Pardon, İYİ Parti’ye girmeden önce, senin söylediğine ek bir şey söyleyeceğim. Evet, Erdoğan’ı zorlayan, köprünün altından çok su akması önemli bir faktör. Ama üç önemli faktör daha var: O şaşırtıcı manevraları yapabildiği dönemde, Erdoğan’ın eli pek çok açıdan rahattı. Mesela, ekonomik olarak bir rahatlamayı, bol parayı kullanabildiği, imkânları dağıtabildiği bir zamanda yaptı bunu. 2011’de tek başına yüzde 50’ler seviyesinde oy alabildiği bir aşamada yaptı. 7 Haziran 2015’ten sonra, yine Bahçeli’nin sağladığı imkânla, Kasım’da oylarını artırmasıyla bu hamlenin sonuçlarını görerek çok kolay manevraya çevirdi. Şimdi ise, hamleye pek çok açıdan zor bir yerde yakalanmış durumda. Bu radikallikte bir hamle yapacak, ekonomide bunu destekleyebilecek araçları yok. Uluslararası konjonktür bunu desteklemiyor. Ayrıca kişisel olarak güç kaybettiği, ailesi içinden bile karizmasının birkaç kez hasar aldığı bir yıl içerisinde sosyal medyada iki bakan istifası yaşandı. Bir de üzerine salgın geldi. Daha önce seyrettiğimiz bu manevraları hep güçlü ânında yaptı. Şimdi ise, ne kişisel ne siyasî olarak güçlü değil. Ekonomik olarak hiç güçlü değil.

Çakır: Bu söylediğin çok önemli. Bugün, Erdoğan’a fanatik bir şekilde bağlı olan birisiyle sohbet ettim. O da doğrudan, “Gerçekleri reddedemeyiz, ülkede para yok” dedi. Evet, eskiden para vardı ve ondan gelen bir güç vardı. Şimdi para yok. Parayı bulabileceği yer Batı. Batı da insanlara öncelikle birtakım sorular soruyor ve bu soruların başında da hukuk geliyor. 

İYİ Parti demiştim, ama İYİ Parti’yi sona saklayalım. Osman Kavala, Ahmet Altan ve Selahattin Demirtaş isimleri farklı çevreler tarafından çok fazla zikredilmeye başlandı. Büyük bir çoğunluk değişik dozlarla, “Artık yeter, çıksınlar” diyor. Buna karşılık birileri de “Kesinlikle çıkmasınlar” diyor. Özellikle Bahçeli’nin, Kavala ve Demirtaş vurgusunu çok sık yaptığını görüyoruz. Nedense Ahmet Altan’ı bugüne kadar çok telaffuz etmedi. Ben özellikle Osman Kavala ve Ahmet Altan’ın çok gecikmeden tahliye olacakları kanısındayım. Açıkçası Selahattin Demirtaş’a çok emin olamıyorum. Ama herhalde, Erdoğan kolaydan başlayarak birtakım adımları atacak. Bunu atarken de özellikle Avrupa ve AB’yi, yani Batı’yı düşünerek atacak. Ama aynı zamanda da Cumhur İttifakı’ndan sonrasını düşünerek atacak diye düşünüyorum. Ne dersin?

Can: Evet. Seninle daha önceki yayında da sembolik birkaç şey yapma ihtimallerinin olduğunu konuşmuştuk. Tabii ki tahliyelerin gerçekleşmesini çok istiyorum ve çok sevinirim. Ama şöyle bir risk de oluştuğunu düşünüyorum: Bunları çok sembol olarak öne çıkartıp, “Tamam işte, bunları yaptık” deyip, sonrasında hiçbir şey yapmadan, bir şey yapmış görüntüsü yaratılması ihtimali de hiç az değil. Tıpkı, ekonomide faiz artırımda yapıldığı gibi. Bunu bir acı ilaç gibi yapıp, “Alın işte yaptık. İki de tahliye oldu. Daha ne reformu istiyorsunuz?” denebilir. Eğer Erdoğan mevcut durumun devamı yönünde irade gösterirse, yine de bu sembol hamleler yapılabilir ve bu böyle sunulabilir: “Çok konuştunuz. Bunları yaptık işte, tamam.” Bu, herkes için de “Bir şey yapıldı” hissini doğurma riski taşıyor. Tahliyelerin olmasından duyacağım büyük memnuniyete rağmen bunu söylüyorum. Çünkü daha önceki zamanlarda, “Reform yapıyoruz”, “Yeni bir dönem açılıyor” diye, bu tür hamlelerin yapıldığını gördük. Böyle bir şeyle de karşı karşıya kalabiliriz. Ama her iki durumda da, bence hem Erdoğan’ın, “dünyadaki gelişmelerin gerekleri” diyerek hem de iddia ettiği gibi sıkışmasını biraz hafifletmek için, bu tür sembol hamleler yapması ve çok dile getirildiği için, bunların da iktidar arasında olması olasılığı hiç az değil.

Çakır: Tabii zaten ortadaki suçlamaların hepsinin saçma sapan olduğu düşünülürse, bir hukuk ihlâli değil, hukukun yerine getirilmesi anlamına gelecek.

Can: Tabii. Aslında bu konuların düzeltilmesi bir şey yapmasıyla değil, yapmaya devam ettiği şeyden vazgeçmesiyle mümkün. Hiçbir şey yapmasa, zaten onların dışarıda olması gerekiyor. Onların içeride olmasını sağlamaktan vazgeçmesi gerekiyor.

Çakır: Gelelim İYİ Parti’ye.  İYİ Parti’de Ümit Özdağ ihraç edildi, İsmail Koncuk istifa etti. Ama pek de bir şey olmadı. Çok ilginç. İlginç dediğim, açıkçası bir şey olmasını bekliyor muydum, çok emin değilim. Ama herhalde birileri bekliyordu. Mesela, CNNTürk, Ümit Özdağ’ı, ya da başkalarını defalarca yayına çıkararak, herhalde Millet İttifakı’nda büyük gedikler açmayı umuyordu. Benzer bir şekilde, galiba Mustafa Sarıgül’ün partisi kurulmuş, birtakım fotoğraflar görüyorum. Muharrem İnce belli bir yerde kaldı. Ama İYİ Parti’ye baktığımız zaman, bu, sanki İYİ Parti’nin lehine de oldu. Sert çıkışlarıyla bilinen Ümit Özdağ’ın oradan kopması, bir anlamda İYİ Parti’nin işine yaradı gibi geliyor bana, ne dersin?

Can: Evet. Zaten İYİ Parti’de, öyle kendi gücü olan, teşkilatta karşılığı olan çok fazla insan da yok aslında. Hele Ümit Özdağ hiç böyle bir aktör değildi. Zaten çok kuvvetli siyasal ve toplumsal desteği olan biri değildi. Ama bu tür hamlelerin çoğu, “Kendisi nasıl bir etki yaratacak?”tan çok, mevcut yönetim üzerinde ne kadar baskı yaratılacağına bakılarak fonksiyon oluşturuyor. Onun ne kopartacağı değil, onun kopma riskini, yönetimlerin ne kadar ciddiye alacağı, yani Akşener’in ne yapacağı önemliydi. Ümit Özdağ’ın baştan itibaren ne yapacağı çok önemli değildi. Ümit Özdağ’ın yaptıklarına karşı Akşener’in ne yapacağı önemliydi. O da, bir tür tavırsızlıkla bunu geçiştirdi. Ama Türkiye siyasetinde, daha önce de pek çok örnekte gördüğümüz gibi, bu tür kopmaların, budanma canlılığı yarattığını biliyoruz. Bunu daha önce MHP’de de iki kere yaşadık: Türkeş BBP’nin ayrılışıyla, Bahçeli ise Tuğrul Türkeş’in ayrılışıyla oylarını artıran çıkışları yakalamıştı. Bunun örneklerini daha önce gördük. İYİ Parti’de de ilk intiba olarak görünen, bu kopmanın, kendi açılarından az sorunla ve girdikleri trendi bozmayan bir efekt yarattığını görüyoruz. 

CHP’deki meseleler biraz daha tartışmalı. İkimiz de “tescilli İnce karşıtları” olarak, “Çok bir şey olmaz bundan” diye hep seninle konuştuk. Ama oradaki murat edilen de aynı Ümit Özdağ olayındaki gibi. Onların ne yapacağı ve ne kopartacağı değil, bu hareketlenmenin doğrudan mevcut yönetimi nasıl etkileyeceği, onları ne kadar ürküteceği üzerine kuruluydu. Anladığım kadarıyla, orada da çok fazla bir etki yaratmış değil. Ama muhalefetin birlikte davranma konusundaki zincirlerinden kurtulamadığını görüyoruz. Ortak anayasa çalışması meselesi, Ümit Özdağ’ın partiyi suçlamalarından daha fazla ses getirdi. Ona daha fazla cevap yetiştirmeye çalıştılar. Kılıçdaroğlu da girdi, Akşener de. Herkes birden “Yok öyle bir şey” cevabı verdi. Bu, daha çok etki yarattı. Bu da, bir zaaf olarak meselenin hâlâ canlı olduğunu gösteriyor.

Çakır: Faiz meselesine zaten değindin. Erdoğan’ın, 18 yılda çok sık gördüğümüz, bir önce söylediğini, daha sonra tekzip etmesi. Bunu “Acı ilaç” olarak telaffuz ediyor. Tabii bunun iki boyutu var: Bir boyutu, kendisinin, sözünde, duruşunda ısrar edememesi — ki aslında bu kendisinin içtiği bir acı ilaç. Ama esas olarak, ekonomik hayatta, vatandaşın, özellikle yoksulların içeceği bir acı ilaç. Anlaşılan bunun devamı da gelecek. Çünkü sürekli bir “acı ilaç” vurgusu yapmaya başladı. Bir siyasetçinin “acı ilaç” lâfını tekrar tekrar söylemesi ilginç tabii. Belli ki alıştırmak için söylüyor, herhalde karşımıza çok daha kötü şeyler çıkacak. Biliyorsun, aynı şeyi salgın için de söyledi: “Şimdi 14 günlük bir şey deniyoruz. O olmazsa, daha sert ve daha acılarına hazır olacağız” diyor. Aslında hem ekonomide faiz olayında hem de salgın olayında “acı ilaç” diye söylediği şeyler, şu âna kadar uyguladığı politikaların fiyasko ve büyük bir başarısızlık olduğunu kabul etmek demek. Zaten işin ilginçliği de bu. Hiçbir şeyi kabul etmeden, yanlışı tarif etmeden, yanlıştan dönme çabaları var. Mesela, salgında yaşanan tam böyle bir şey. Zamanında birçok kişi, normalleşmeye erken geçildiğini söyledi. Şimdi fatura iyice ağırlaşınca bunu yapıyorlar. Mesela, uzmanlar rakamlar için çok ciddi çıkışlar yaptı. Farkında mısın? Birkaç gündür rakamlar bâriz şekilde arttı. Ya bir-iki gün içinde çok artış var ya da iktidarın rakam paylaşımındaki kota değişti. Böyle garip bir durum var. 

Bence burada en ilginç olan, yanlış yaptığını söylemeden, yanlışla mücadele etme hâli. AK Parti yönetimi, sağlıkta, ekonomide ya da siyasette, sanki dün iktidara gelmiş gibi konuşuyor. Bu çok garip bir durum. Sanki iktidarı yeni devralmışlar gibi. Hiçbir özeleştiri boyutu yok. Hep, çıkan sorunlarla mücadele perspektifi sunan bir iktidar var. İyi ama sorunlar nereden çıkıyor? Sorunlar kendi kendine çıkıyor gibi bir hava estiriliyor. Bu, epey de bir yürüyor aslında.

Can: Evet, ama şöyle bir değişiklik olduğunu düşünüyorum: Şimdiye kadar iktidar ve özellikle Erdoğan’ın dilinde, bütün problemler ileriye itilerek hallediliyordu. Ekonomik kriz konjonktürü de, salgın meselesi de, dış politika meseleleri de böyle. Mevcut sorunun varlığını kabul etmeden, hatta çok yüksek perdeden, çok başarılı olduğunu ya da durumun çok iyi olduğunu iddia ederek ileriye doğru itebiliyordu. Bunu, çeşitli telafi mekanizmalarıyla, avantaja çevirebildiği bir süreç yönetimi yürütebiliyordu. Sorunların sonuçlarını yönetebiliyordu. Ama artık bu ileriye itme, hem oluşturduğu birikme açısından hem de onun sonuçlarını yönetme konusundaki beceriksizliğin artık saklanamaz olması yüzünden, terse döndü. Ekonomik krizde, insanlar henüz tam problemi yaşamaya başlamadığı ya da başlamasını engelleyecek telafi imkânlarıyla idare edilebildiği için, biraz dişlerini sıksa iyi olacağını düşünmeye başlayacakları aşamayı geçtiler. Ekonomide artık böyle bir tablo yok. “Uçuyoruz” dediğin zaman, kendi mahallende bile kimseyi inandıramıyorsun. MetroPOLL’ün araştırmasında da, başka araştırmalarda da, bu çok net bir biçimde görünüyor. Artık biraz dişini sıkarsa daha iyi olacağına inanan AK Partili bile bulunmuyor. 

Dediğin gibi, salgında da açık açık rakamlarla oynandı, ama mızrak çuvala sığmadı. Olmuyor, kimse buna inanmıyor. Kendi ailesinden ve çevresinden ölenler, hastalananlar… Bu sonuçları yönetme stratejisi çöktü ve aleyhe işlemeye başladı. Şimdi bu yüzden “acı ilaç”, “zorluklar geliyor” söylemleri başladı. Hatırla, Merkel gibi baştan itibaren çıkıp “Çok kötü bir şeyle karşı karşıyayız, hazırlanmalıyız” denmedi. “Fırsatlar” dendi, “Biz en iyiyiz” dendi. Ekonomide de şu güne kadar “Biz dolara bakmıyoruz, ona kim bakar?” “Uçuyoruz. Türkiye’nin önünde müthiş fırsatlar var” dendi. Dış politikada da aynı şekilde: “Bizden habersiz kuş uçmaz” filan. Bütün bunlar ittire ittire bugüne kadar geldi. Ama bugüne gelen sorunların hepsinin, o ittirmeden kaynaklanan bir yükü var. Şimdi o yüzden, bunu dile de yansıyan biçimde çevirmeye başladılar. Şu anda, Erdoğan’dan 18 yıl içinde hiç duymadığımız şeyler duyuyoruz.

Çakır: Bu söylediğin şey için Fransızca’da fuite en avant (ileriye doğru kaçış) diye bir tâbir var. Bir sohbette, Fransızcaya da hâkim olan eski bir bürokrat ve akademisyen, Erdoğan’ı tanımlarken bunu söylemişti. Hatta hiç unutmuyorum, aklımda bununla ilgili bir yayın vardı. Onun o sözünden hareketle Medyascope’a gelip bir yayın yapmıştım. Burada “İleriye doğru kaçış” tabiri çok doğru. Aslında kaçıyor. Ama o kadar hamle yapıyor ki, insan, kaçmayıp kovalıyor sanıyor. Hâlbuki kaçıyor.

Can: Ama yakalandı. Artık kaçamıyor.

Çakır: Evet, onun da tükendiği bir yer oldu. 

Can: Paçasından yakalanmış durumda.

Çakır: Evet, yavaş yavaş bitirelim. İzleyicilerden bizim Bir Başkadır geyiği yapmamızı bekleyenler olmuş olabilir, onlardan da özür dileyelim. O kadar çok insan dizinin üzerine yazdı, çizdi ve konuştu ki, dizinin toplam süresinden daha uzun sürede, hakkında bir sürü şey çıktı.

Can: Ben yazdım. Tartışmalar ikinci sezon gibi zaten.

Çakır: Ama duyduğuma göre sen Bir Başkadır üzerine yazacakmışsın. Halkımız istiyormuş.

Can: İkinci sezon üzerine yazacağım.

Çakır: Peki Kemal, burada noktaya koyalım ve “Haftaya Bakış”ı sonlandıralım. İzleyicilerimize çok teşekkür ederiz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.