Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bir fiyasko olarak salgın yönetimi

Koronavirüs salgınına tam da ekonomik kriz sırasında yakalanan siyasi iktidar, gerçek rakamları gizleyerek, topu büyük ölçüde vatandaşa atarak, alınması gereken tedbirleri eksik ve geç alarak tam bir başarısızlık sergiledi. Bu fiyaskoda başkanlık sisteminin rolü çok büyük oldu.

Yayına hazırlayan: Zelal Direkci 

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugün kabine toplantısı var ve kabine toplantısında tabii kamuoyunun en çok merak ettiği koronavirüs salgınına karşı yeni tedbirlerin neler olacağı konuşulacak. Herhalde daha önceki kabine toplantılarında olana benzer bir şey yaşayacağız. Geç bir saatte Cumhurbaşkanı Erdoğan ekranların karşısına geçecek ve uzun uzun başka konulardan bahsedip salgını sona saklayacak. Ve burada da tabii işlerin normal olarak aktığı havası da öylece yaratılmış olacak. Ondan sonra da kısıtlamalar açıklanacak. Hep parça parça oluyor. Geçen sefer de öyle oldu. Hafta sonu sınırlı kısıtlama oldu. 65 yaş üstü ve 20 yaş altına yönelik birtakım kısıtlamalar oldu. Ama bunun bir işe yaramadığı, en azından yeterli olmadığı anlaşılıyor ve yeni kısıtlamaların açıklanması bekleniyor. İktidara yakın ne kelime, iktidarın sesi olan Sabah gazetesi, hafta sonu yapılan kısıtlamaların hafta içine taşınacağını ve hafta sonu tam kapanma olacağını söyledi. Doğru olabilir, ama yine de son âna kadar bu kararların başkanlık sistemi olduğumuz için cumhurbaşkanı tarafından alınacağını, tabii ki diğerlerinin –İçişleri Bakanı’nın, Sağlık Bakanı’nın– görüşlerini dinledikten sonra onun tarafından alınacağını biliyoruz. Yine parça parça birtakım tedbirler alınabilir. Uzun bir süredir dile getirilen iki haftalık tam kapanma aşamasına iktidarın henüz geldiği kanısında değilim. Baştan itibaren –aslında neredeyse bir yıl olacak– iktidarın tutumu, Erdoğan’ın tutumu, hep ciddiye almak, ama tam da ciddiye almamak. Hep bir şekilde ayağı tam gaza basmamak şeklinde oldu. Talep edilen birçok kısıtlama, çok daha geç bir tarihte açıklandı — özellikle sokağa çıkma kısıtlamaları. Arada geçen yaz ayları var. Bu yaz aylarından tam bir rehavet yaşandı ve en önemlisi tabii ki rakamlar gizlendi. Şeffaf olmayan bir politika izlendi. Ve bu şeffaf olmayan politika nedeniyle düşük rakamlarla birlikte insanlar bu olayın kapanmakta olduğunu düşündü. Vatandaşlar normalleşmeyi zihnen yaşamak istiyorlardı ve buna kapıldılar. Şimdi, verilen rakamların hâlâ tam gerçek olduğu konusunda haklı şüpheler var; ama son günlerde açıklanmaya başlanan vaka sayıları ile birlikte, insanlar ne kadar ciddi bir durumda olduğumuzu gördüler. Zaten artık herkesin, ama herkesin, yakınında muhakkak birileri hastalanıyor — pozitif çıkanlar, hastaneye kalkanlar, yoğun bakıma kalkanlar, entübe olanlar, hatta hayatını kaybedenler. Bu haberleri hepimiz alıyoruz. İlk başlarda sanki hep uzakta olan bir şeydi. Ama artık çok yakınlarımıza kadar geldi. Ülkeyi yönetenlerin de çok yakınlarına geldi. Doğrudan Külliye’de çalışanlar, doğrudan Cumhurbaşkanı Sözcüsü’nün olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanı danışmanlarından Prof. Burhan Kuzu bu nedenle hayatını kaybetti ve belediye başkanları, milletvekilleri, parti başkanları, herkes bundan bir şekilde nasibini alıyor. Artık koronavirüs çok sıradanlaştı. Ama aynı zamanda çok da acımasız bir şey olduğunu herkese gösterdi.

İktidarın daha fazla bu olayın önemini ihmal etme şansı kalmadı diyeceğim; ama yine de bugünkü açıklamaları beklemekte yarar var. Yine de şu âna kadar yapılanlar aslında bir şeyin garantisi; o da olayın hak ettiği ilgiyi, hassasiyeti iktidarın vermemesi. Hatırlayalım: İlk dönemlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, her şeyin yapıldığını, bu olayda Türkiye’nin çok büyük bir başarı sergilediğini, dünyada fark yarattığını söyledi. Ve hatta bu krizden bir fırsat çıkarmaktan bahsetti. Ekonomik açıdan bu krizin neredeyse dünya içerisinde Türkiye’nin yerini daha da güçlendireceğini söyledi. Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bunu defalarca söyledi. Özellikle hastanelerdeki yoğun bakım doluluk oranlarının Batı ülkelerine kıyasla çok düşük olduğunun ve bunun da Türk sağlık sisteminin gücünü gösterdiğini söyledi. Lâkin şimdi durum hiç de öyle değil. %71’lik bir doluluktan bahsediliyor. Gerçek rakamlara yakın rakamların, vaka sayılarının açıklanmasıyla birlikte, altlardaki Türkiye tekrar en üstlere çıkmaya başladı. Yeni vaka sayısında, ABD ve Hindistan’ın arkasından geliyoruz, Brezilya’nın da önünde gidiyoruz. Böyle bir durum var. İktidarın bu olayda şu âna kadar izlediği politikalar bugün gelinen noktada birinci derecede sorumlu. Ama iktidar genellikle topu vatandaşa atıyor. Erdoğan’ın söylediği –maçları izleyenler de görmüştür; boş tribünlere asılan pankartlar var, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafıyla beraber ya da resmiyle beraber–tamam, yani temizlik, mesafe ve maske, bunlara uyulması halinde her şeyin az zararla atlatılacağı yolunda bir propaganda başından beri yapılıyor. Tabii ki bunlar doğru. Tabii ki vatandaşın yapması gereken, dikkat etmesi gereken hususlar var. Bu temizlik, maske ve mesafe başta olmak üzere, herkesin sorumluluğu var, herkesin dikkat göstermesi gerekiyor. Ama esas olarak buradaki vatandaşın hareket alanını devletin dizayn etmesi gerekiyordu. 

Ve devlet bundan genellikle ekonomik nedenlerle ciddi bir şekilde kaçındı. Hâlâ ekonomik nedenlerle atılması gereken adımları tam olarak atmıyor. Bu adımlar konusunda çağrıda bulunanları susturmaya ve hatta kriminalize etmeye çalışıyor: Devlet Bahçeli’nin Türk Tabipleri Birliği’ni terörist bir örgüt olarak göstermeye çalışması; bu konuda başından itibaren çok ciddi uyarılarda bulunan, Türkiye içinden ve Türkiye dışında yaşayan uzmanların bir tür felaket tellâlı gibi tanımlanır olmaları; onlara söz hakkı verilmek istenmemesi ya da bazıları hakkında soruşturma açılması. İlk aklıma gelen Prof. Dr. Kayıhan Pala bu noktada. Tüm bunlar aslında devletin nasıl bir tutum izlediğini bize gösterdi. Çünkü Türkiye bu pandemi krizine ekonomik krizlere beraber girdi. Ekonomideki kötü yönetim –ki kötü yönetimin uzun bir süre kötü yönetim olmadığını, aslında ekonominin şahlanmakta olduğunu söylediler– Fakat Berat Albayrak’ın istifası ile beraber –ya da “görevinden affını talep etmesi” ile beraber diyelim–, aslında işin hiç de iyi yönetilmediğini kendileri de bir şekilde kabul etmiş oldular. Birçok politikadan geri adım attılar. 

Ekonomideki kötü yönetimin üstüne, bunun yarattığı krizin üzerine gelince, başkanlık sistemiyle beraber pandemide de başkanlık sisteminin Erdoğan tarafından bütün avantaj diye sunulan yönleri hayata geçirilerek, doğal bir şekilde salgında da çok kötü bir yönetim sergilendi ve sergilenmeye devam ediyor. Buradaki temel husus yine dönüp dolaşıp o her şeyi çözeceği söylenen o başkanlık sisteminde düğümleniyor. Birçok şey hayata geçirilmiyor. Sivil toplum burada seferber edilmiyor. Sivil toplum kuruluşları sürece katılmıyor. Meslek kuruluşları, özellikle Türk Tabipleri Birliği başta olmak üzere doğrudan sağlık çalışanları, sürece katılmadıkları gibi dışlanmaya ve suçlanmaya çalışılıyor. Göstermelik olduğu artık iyice ortaya çıkan Bilim Kurulu diye bir şey var. Ve o Bilim Kurulu üzerinden bir şeyler yapılıyor gibi yapılıyor. Ama sonra Bilim Kurulu üyeleri açıklıyor ki onların bile doğru dürüst rakamlardan haberleri yok. Alınan kararlar onların önerileriyle geliştirilmiş, alınmış kararlar değil. Ve sonra bakıyoruz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, iş artık taşınamaz, üstü örtülemez bir hale geldiğinde, Bilim Kurulu’nu doğrudan bundan sorumlu tutuyor. Meclis zaten yok. Bakan var — atanmış bir bakan. Kendisinin de özel hastaneleri olan bir bakan. Ve ilk başta tüm kamuoyunun inanmak istediği ve inandığı, farklı gördüğü, bizi gerçekten yanıltmış olan bir bakan var. 

Buna herkes dahil mi bilmiyorum ama ben şahsen dahilim. Çünkü Türkçe’ye yeni yerleşen bir lâf var biliyorsunuz: “Ummak istiyorum” diye bir lâf var. Ummak istedik; her şeyi kapalı olan bu otoriter sistemde birisinin böyle hayatî bir olayda, vatandaşın hayatını sağlığını ilgilendiren bu kadar ciddi bir olayda farklı olmasını umduk, birazcık ummak istedik. Şeffaf olmasını umduk, ummak istedik. Ama ilk başlarda uzun uzun basın toplantıları yapan ve bizim Medyascope’un muhabirleri de dahil olmak üzere havuz dışındaki gazetecilere de söz veren ve bu anlamda da bizi boş yere umutlandıran Fahrettin Koca’nın da aslında sistemin diğer aktörlerinin bir kopyası olduğu ortaya çıktı. Rakamları gizlediği, rakamları gizlemesini de bir devlet sorumluluğu gibi bize anlatmaya çalıştığı, doğrudan vatandaşları ilgilendiren rakamların birdenbire “devlet sırrı” olduğunu, aslında bunun sır olmadığını, daha sonra vakaların açıklanabildiğini de gördük. Kötü bir fiyaskoyla giden bir süreç. Umarım bundan sonra düzelir diyeceğim; ama şu âna kadar yapılmış olanlar bundan sonra yapılacakların işaretlerini veriyor. Bu akşamı bekleyelim; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yine esas olarak topu vatandaşlara atma tavrını değiştirmesini umalım. “Ummak isteyelim” ve yeni tedbirleri yeni kısıtlamaları bekleyelim — umarım bu sefer anlaşılır; en son yapılan açıklamaları insanların deşifre etmesi bayağı zor olmuştu. Ne ne zaman başlıyor nerede bitiyor? 

Bu sefer en azından kısıtlamalar umalım ki anlaşılır bir şekilde kamuoyuna anlatılsın. İlk vakaların tekrar açıklanmasıyla beraber kamuoyunda bir irkilme oldu. Gerçekler çok soğuk bir şekilde herkesin suratına çarptı. İnsanlar birazcık tereddüt etmeye ve dikkat etmeye başladılar. Ama bu sabah itibariyle sokağa çıktığımda da gördüm ki, hepimiz de görüyoruz ki insanlar yine her şey normalmiş gibi hayata devam ediyorlar. Devam etmek istiyorlar. İşlerin hiç de normal olmadığını kamuoyuna inandırıcı bir şekilde anlatmakla yükümlü olanlar ise ülkeyi yönetenler. Bunu yaparken bütün her şeyi şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşmaları gerekiyor. Ama şu âna kadar yaklaşık bir yılda geçen süreç içerisinde salgın konusunda ülkeyi yönetenlere zaten bayağı düşük olan güvenin iyice aşağılara inmiş olduğunu düşünüyorum. Körü körüne iktidarı destekleyen, Erdoğan yönetimini destekleyenler hâlâ her şeyin toz pembe yürüdüğünü, yapılabilecek her şeyin yapıldığını söyleyebilirler. Bunları söylediğimiz zaman, dünyada başkalarının da benzer şeyler yaşadığını söyleyebilirler. Başkaları yanlış yapıyor diye Türkiye’nin yanlış yapması gerekmez. Kaldı ki başkalarını çok daha tedbirli olduğunu, mesela en son Fransa’nın yakın zamanda aldığı tedbirleri biliyoruz. Ve bunların olumlu anlamda meyvelerini toplamaya başladığını da duyuyoruz. 

Birçok ülke bu konuyu çok ciddi bir şekilde tekrar tekrar önüne koyuyor. Özellikle bu kışın çok zor geçeceği belli — daha önümüzde Aralık var, Ocak var, Şubat var. Bu kışın çok zor geçeceği tüm dünya tarafından kabul ediliyor. Örneğin ABD’de başkan seçilen Joe Biden’ın en önemli meselesinin koronavirüsle mücadele olduğunu biliyoruz. ABD’de çok sayıda ölümün ve yeni ölümlerin beklendiğini biliyoruz. Tüm dünyada büyük bir seferberlik var. Ama Türkiye hâlâ bir seferberlik havasını yaşamıyor. Sonuçta iktidarın bu ekonomik krizin ortasında kapanmayı, karantinayı, vatandaşın bir müddet daha bir ara söylenen “Evde kal” kampanyalarını yapmaya cesaret etmesi gerekiyor. Ama burada tabii ki olayın çok ciddi bir boyutu var, ekonomik boyutu var. Ve devlet, sosyal devlet vasfını çoktan yitirdi. Bu vasfa sahip çıkmak istese bile, devletin, evinde kalacak olan çalışana, küçük esnafa dağıtabileceği bir parası anlaşıldığı kadarıyla yok. Sonuçta kötü yönetimin, ekonomide ve her şeyde kötü yönetimin bir de kamplaşma, kutuplaşma boyutları var. Tam da böyle vatandaşların ihtiyacı olduğu bir dönemde, böyle bir çaresizlik duygusunun çok fazla ortaya çıktığı bir dönemde, kötü yönetimin faturasını katmerli bir şekilde ödüyoruz. Sonuçta devlet yapacağını yapmıyor, eksik yapıyor, geç yapıyor. Vatandaşın, bizlerin elimizden geldiği kadarıyla kendi başımıza, ailelerimizle, yakın çevremizle elimizden geldiği kadar dikkatli olmaktan başka yapacak çok fazla bir şeyimiz yok. Bu olay bize, “Başkanlık Sistemi” ya da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen ve her derde deva olduğu ilan edilerek kamuoyuna dayatılan şeyin ne kadar başarısız, ne kadar sorun çözmekten uzak, sorunları hızlı bir şekilde krize dönüştürmekte mahir bir sistem olduğunu bize gösterdi. Umarım bu bir ders olur ve Türkiye kendisine daha uygun olan sistemleri bulur — ki Parlamento’nun merkezde olduğu bir sistem olması gerekiyor. Yakın tarihimiz –Cumhuriyet, Cumhuriyet öncesi, Osmanlı’nın son dönemi– Türkiye’de çok güçlü bir parlamenter gelenek var. Askerî darbelerle kesintiye uğratılmasına rağmen bu geleneğin böyle dayatma bir başkanlık sistemiyle kenara atıldığını gördük. Ve bu kenara atılmanın faturasını hep birlikte ödüyoruz. Umarım bu bize bir ders olur ve bu hatadan tüm Türkiye birlikte dönmenin yolunu bulur.

Evet, dikkatli olalım. Bu olay çok ciddi. Önümüzde çok kritik bir üç ay var. Daha ötesi de var muhakkak; ama özellikle bu kış ayları çok kritik geçecek. Onun için elimizden geldiği kadar dikkatli olalım. Ve yöneticilerin de atmaları gereken adımları atmaları için elimizden gelen baskıyı hayat geçirelim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.