Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’de ilahiyatçı olmak: Prof. Mustafa Öztürk ile söyleşi

Dün sosyal medyada başlayıp geleneksel medyaya da sıçrayan linç kampanyasının ardından emekliliğini isteyip, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevini bırakan Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Ruşen Çakır‘ın sorularını cevapladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mustafa Öztürk konuğumuz. Kendisiyle, dün başına gelenleri ve oradan hareketle Türkiye’yi konuşacağız. Hocam, merhaba.

Mustafa Öztürk: Merhabalar.

Çakır: Öğretim üyesi olduğunuzu söyledim, ama dün sizinle yayın için anlaştıktan sonra, siz emekliliğinizi isteyip dilekçe verdiniz. Dilekçe henüz işleme konulmadı sanırım.

Öztürk: Konuldu zannedersem.

Çakır: Peki, size ne diyeceğiz? Eski öğretim üyesi mi diyeceğiz, müstâfî mi diyeceğiz, emekli mi diyeceğiz?

Öztürk: O statüyü ben de bilmiyorum, ama ben dün itibariyle emeklilik dilekçemi yazdım, verdim ve işleme de konuldu.

Çakır: Size daha önce de değişik mecralar tarafından saldırılar olmuştu. Hatta bir ara yurtdışına gideceğinizi söylemiştiniz; sonra kaldınız, direndiniz. Dün, size sosyal medya üzerinden yapılan ve eski medyanın bir kısmının da dahil olduğu bir linç kampanyasına tanık olduk. Bu sefer sonuç almışa benziyorlar. Buradaki fark nedir sizin için?

Öztürk: Bu ikinci kampanya.Onlar, twitter’da “Mustafa Öztürk İhraç Edilsin” hashtag’iyle zaten ilan etmişlerdi sonucu. Dünkü kampanyanın seyri ve organizasyonu öncekinden farklı geldi bana. Twitter’da paylaşımlar başladığı andan itibaren, sürecin daha farklı seyredeceğini anladım. Mâlum, bildik çevrelerin, temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp, birkaç yıl önce yazdıklarımdan ya da konuştuklarımdan, 13-15 saniyelik görüntü kayıtları üzerinden yaptıkları bir linçti. Bir tür sivil hareketin bir linç girişimiydi. Konvansiyonel medya çok alâkadar olmadı; televizyon programlarına, gazete manşetlerine yansımadı. Daha çok, sosyal medyada başladı ve bitti. Bu paylaşım ise, hemen birkaç saat sonra twitter’da trend topic oldu ve neredeyse 48 saat sürdü. Bu arada, TRT’nin Diyanet TV kanalından tutun, başka birçok ulusal kanalda ve ulusal ölçekli konvansiyonel medyada manşet olmam, hatta Oda TV’nin, bir önceki linçte “Ülke kendi evlâtlarını boğuyor” gibi özgürlükçü bir söylemle, “Fikir özgürlüğünün sesi kısıldı” manşetini atarken, şimdi, “Bu Hoca nereden çıktı?” şeklinde terse dönmüş bir manşetle, selden kütük kapmaya çalışan kervanın içerisine girmesi, burada bir siyasî irade tasvibinin olduğunu gösteriyor. Bir teşviki yoksa da, en azından, “Tamam, olan o olsun, sarı öküz gitsin” şeklinde bir tasvibi veya sükût hâli var. 

Ben 2017’de Marmara İlâhiyat Fakültesi’ne katıldığımdan beri, belli zaman aralıklarıyla düzenli olarak aynı videolarım dönüp dönüp dolaşıma sokuluyor, sonuç alınamıyordu. Ama bu, artık bende usandırıcı bir etki yarattı; yaptığınız işten bile ikrah etme duygusu. Bu çok insanî bir şey. Dolayısıyla ben bu cepheden üzerimde bir rahatlıkla çekiliyorum. Hatta konuşmak, bu saldıranların adını anmak, onları gündem yapmak bile istemiyorum. Bütün hikâyeyi unutmak istiyorum. Ben ne ilâhiyatçıydım, ne bugüne kadar kitap yazdım, ne konuştum… hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. Böyle bir tiksinti duygusu içindeyim. Hani saunadan çıktığınızda pelte gibi olursunuz ya, şu anda bende öyle bir huzur, bir sükûn hâli var. Sanki omzumda tonlarca ağırlığında bir yük varmış da o yük kalkmış gibi.

Çakır: Sizin üzerinizden bir yük kalkıyor, ama toplumun üzerine büyük bir yük biniyor. Özgür ve özgün düşünceye karşı çıkartılan bir engel, baskıcı bir linç var. Linç hiçbir zaman iyi bir şey olamaz, faşizan bir şeydir. Sonuçta, sizin üniversitede kalmanız her halükârda Türkiye’nin hayrınaydı.

Öztürk: Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinin akademik konsept içerisinde, hâlâ ciddi bir meşrûiyet krizi yaşadığı kanaatindeyim. İlâhiyat Fakültesi, hiçbir zaman, bilimsel özgürlüğün veya her ne kadarsa, bilimsel nesnelliğin alan açtığı bir kurum olmadı. Tabii bu biraz da öğrettiğin şeyin mâhiyetiyle de ilgili. İllâ ideolojik bir laf sokma niyetinde değilim. Sağduyulu konuşalım. Siz burada inanç temelinde bir şeyler öğretiyorsunuz. Adı “inanç”. İnanç dediğinizde, bunun içinde dogmanın olması ve tartışılmaz, kırmızı çizgilerle çevrili alanlar bulunulması kaçınılmaz. Peki, bu dogmayla belirlenmiş çizginin içerisinde hangi fikir özgürlüğünü, nereye kadar yapabilirsiniz? Bu fakülteyi şekillendiren kadro, öteden beri, İslâm’ın “A” yorumunu benimseyenlerin ağırlıkta olduğu bir yapıysa, siz bu yapının içerisinde “Arkadaşlar, bakın bir de ‘B’ ve ‘C’ yorumları var” dediğinizde, bu, tehdide dönüşür. Bunun adı zehirlemedir. Çocuklarımızı zehirliyoruz. Oysa, üniversitede zehirleme diye bir şey olamaz. Adı üzerinde, üniversel bir şey. “Bu düşünce de var, bu da var, bu da var” seçenekleri gibi. Demek ki ilâhiyat fakültelerine ilişkin algı şu: “Burada dindar nesil yetiştirilecek”. O da, belli bir mezhebî yorumun kalıpları içerisinde olmak kaydıyla gerçekleşecek. Bunun dışında herhangi bir yoruma meylettiğinize, başka bir yorumu gündeme getirdiğinizde, bu, “Çocukların zehirlenmesi” olarak algılanıyor. Ama burada sorun şu: Zehrin zehir olduğunu kim tayin ediyor? Şekerin şeker olduğunu kim belirliyor? Kimin kalabalığı güçlüyse, kimin sosyal medyada başlattığı kampanya trend topic oluyorsa, zehrin zehir olduğuna o karar veriyor. Dolayısıyla gücü elinde tutan, meşrûiyeti de kendisi çiziyor. O meşrûiyete uymuyorsanız, sizi infaza uğratıyor. Böyle bir atmosferde, üniversitenin tabelasına ister Harvard yazın, ister Columbia yazın, burada, bildiğimiz, klasik, konvansiyonel cemaat-tarikat kalıpları içerisinde bir eğitim-öğretim formasyonundan başka hiçbir şey söz konusu olamıyor. Düşünsenize, bir profesör, üniversite kürsüsünde, kendi bildiği ezberin dışında, bir hocanın başka bir görüş beyan etmesini, itikadî olarak sapkınlıkla, ilhakla, heterodoksiyle birlikte tanımlıyor. Belli ki burası bir üniversite değil; belli bir yorumun, mezhebin, meşrebin kurşun asker yetiştirme yeri. Buradan fikir çıkmaz, düşünce özgürlüğü çıkamaz. Ben yıllardır olmayacak işin peşinde koşuyorum aslında. Kendi ömrümden yedim. Kimseye zarar vermedim, ama en çok kendime zarar ettim. Açık söyleyeyim: Bir meczup çıkıp, bu kampanyadan etkilenip, “Ben Mustafa Öztürk’ü temizlemekle cennete gitmek istiyorum” deyip, bir marifet yapmazsa… Ben her şeyden önce, çocuklarıma, aileme, akrabama, taallukatıma lâzımım. “Hocam, bunlara mı bırakacaksınız burayı?” diye çok destek mesajı geliyor. Bu mahallenin, bu âlemin delisi bir tek ben miyim? Gelin, biraz da siz el verin.

Çakır: Hocam, araya girebilir miyim? Sizinle daha önce çok yayın yaptık, sohbet de ettik. Sizin yaşam öykünüz baştan itibaren hep böyle değildi. Yanlışsam, düzeltin lütfen: Siz de önceleri bu tür cemaatlerin ve katı yapıların içerisinde bulundunuz. Yaşaya yaşaya bir yere geldiniz. Türkiye’de sizin de yaşadığınız bu dönüşüm ve değişim çok yaygın bir şey mi, yoksa marjinal bir şey mi? Bu dogmatik yaklaşım, bu mahallede çok ağır basan bir yaklaşım mı? Meselâ, bugün bu programdan önce bir yayın yaptım. Linç yapanların çok güçlü göründüğünü, aslında çoğunluğu oluşturmadıklarını düşündüğümü söyledim. “Ama güçlü oldukları için, insanlar ses çıkartmaktan korkuyorlar, çekiniyorlar” dedim. Sizin bu konudaki görüşleriniz nedir? Haklı mıyım, haksız mıyım?

Öztürk: Sizin bu gözleminiz doğru. Kavgada da kurallara tâbi olmayacakları açık. Savaşın da bir kuralı olur. Bunlar bu kuralsızlıklarıyla, hep bel altından, sırttan vurdukları için, insanlar bulaşmaktan korkuyorlar ve girmiyorlar. Meselâ, bana destek için mesaj atan bir yüksek lisans öğrencisinden bir e-posta aldım: “Hocam, ben size sahip çıkan bir yorum yazdım. ‘Seni Taksim Camii’nin önünde kıtır kıtır doğrarız’ diye bir cevap yazdılar. Ben sizin neyle karşı karşıya olduğunuzu hiç düşünemiyorum” diyor. Böyle bir tavırla, bir de organize olursa kötülük, onun kat sayısı algıda çok daha büyük oluyor. Sağduyu sahibi insanlar çoğunluğu temsil ediyor, ama biraz mahcubiyet, biraz nemelâzımcılık, “Evet, sizi seviyorum destekliyorum, ama bana değmeyen yılan bin yaşasın”cılık, artık ne sayarsanız sayın, böyle bir hal var. Bir de, ülke artık “Oynatmaya az kaldı” durumunda. Salgın ve salgının yarattığı ekonomik sıkıntılar, geçim sıkıntısı, insanların evde bunalmaları… Zihinler çıfıt çarşısı gibi. Bir de bu işlerle uğraşmaz. Ama çok ilginç: Ülkenin bu kadar ağır bir havadan geçtiği bir dönemde, böyle akla ziyan bir şey yapmak… Fişmekânın ne dediği neyinize lâzım? Ama bunu trend topic yapmayı başardılar. Bu kötülüğün önünde duramazsınız.

Şimdi sorunuza geleyim: “Cemaat yapılarının içinde bir süre kaldınız, ama ilginç bir dönüşüm yaşayarak buralara geldiniz. Bu çok rastlanan bir şey mi, nâdirattan mı?” diye sordunuz. Ben kendimi nâdir göstermek için nâdir demeyeceğim, ama bu, çok da gördüğüm bir şey değil. Bunun sebebi biraz yaratılış özelliğimle ilgili olabilir. Sorgulayan bir kafa yapım var. Ve hayatta özgür olmaktan daha fazla sevdiğim bir şey yok; bununla ilgili de olabilir. Hani, kurda sormuşlar, “Senin ensen niye kalın?” diye. O da, “Kendi işimi kendim yapıyorum, onun için” diye cevap vermiş. Ben, tâbir-i câizse “yalnız kurt” gibi geldim, hiçbir yere angaje olmadım. Meselâ bugün bazı sitelerde, “Davutoğlu’cuların hocalarından da bu beklenir” diye yazmışlar: Benim onunla bununla hiçbir siyasî angajmanım yok. Hele hele Türkiye’de siyaset artık benim için kamu hizmeti veren bir kurum gibidir. Hangisinin daha iyi hizmet vereceğini, refah seviyemizi yükselteceğini görürsem, oyumu ânında değiştirebilirim. Artık eskisi gibi, ideolojik kalıplar, takım taraftarlığı gibi yaklaşımlar bu saatten sonra beni hiç ilgilendirmiyor.

Çakır: Hocam, bir de üslûbunuzla ilgili bir mesele var. “İyi güzel söylüyor, ama üslûbuna, kullandığı kelimelere biraz dikkat etse” diyenleri gördüm. O videoda, samîmî bir ortamda yaptığınız bir sohbetin bir bölümünün paylaşılması ve onun üzerinden yapılan bir linç var. Siz gerçekten nev-i şahsına münhasır birisiniz.

Öztürk: Ben o konuya bir şerh düşeyim. Özellikle yaş da kemâle erdikçe, gençliğin verdiği o heyecan, agresyon da azaldıkça, insan daha sâkin, daha sükûnetli, daha oturaklı konuşuyor. Geçmişteki video kayıtlarımdaki üslûbun çok hırçın, agresif, kimi zaman çok tahammülsüz olduğunu da görüyorum. Dinginleştiğimin farkındayım. Çünkü ne söylediğinizden ziyâde, hangi üslûpla söylediğiniz çok daha belirleyici oluyor. Mesela benim “Klasik Arapça Tefsir Okuma” derslerim var. YouTube kanalımda birçok videom var. 2014 yılında Kanal 24’teyayınlanan “Sözden Öte” programına baksınlar. Üç veya dört saat boyunca 40 program çekmişim, oradaki sükûnete, olgunluğa baksınlar.

O videoda, karşımdaki insanların kışkırtıcı, biraz da satirik ifadeler kullanarak beni çileden çıkarttıkları anda, ben de hiddete gelerek, söz biraz daha çarpıcı olsun diye, bir küfürbazlık yok, ama bir üslûpsuzluk yaptığım doğru. Ama o an, karşılıklı ve canlı, özel bir sohbet ortamıyla ilgili. Akademik hassasiyet gözeten bir insanın, hiçbir zaman hiçbir yerde böyle bir üslûp kullanması doğru değildir. Hani kışkırtılırsınız, lâfı onlarca kez söylersiniz, oradan alırsınız, buradan argüman koyarsınız, bir türlü anlamayıp, bir de karşınızda bıyık altından müstehzî bir ifadeyle karşılık verme durumu hâsıl olunca, âmiyâne tabirle “fıttırma durumuyla” söylediklerimin tam o ânını kesmişler. O video 45-50 dakikalık çok eski bir video.

Çakır: Öyleymiş. 40 dakikalık bir video sanırım.

Öztürk: Ama oradaki serencâma bakarsanız, konuşmanın seyrinin o minvalde yürümediğini anlarsınız. Belli ki orada birisi sürekli sizi kışkırtmış. Bir de şöyle bir şey var: Bizim câmialarda, böyle entelektüel iddialaşmalarda, iş biraz benlik iddiasına dönüşür. Karşısındakine, anlamaya çalışmak amacıyla soru sormak değil de, lâf sokmak amacıyla girildiğinde, öteki taraf da bunu saldırı gibi anlar ve maalesef, üslûbunu elinde olmayarak bozar. Eğer orada bir üslûpsuzluk sorunu varsa –var olduğunu varsayalım– üslûptan dolayı özür dilerim. Ama iddialarımın arkasında durmaktan vazgeçmem. Yani, “Vahyin Mâhiyeti nedir?” konusundaki görüşlerimden vazgeçmem.

Çakır: Ben de o konuyu sormak istiyorum. Dünden beri bu konuyu ele alan insanların yazdıklarını takip ettim. Aslında sizin orada söyledikleriniz, çok eski bir tartışmanın günümüzdeki devamı olarak resmediliyor. O videoda söylediklerinizden hareketle size vurmaya çalışıyorlar. Ama o söyledikleriniz, 2018’de ya da 2020 yılında Mustafa Öztürk’ün bir yerden çıkarttığı şeyler değil, eskiden beri süregelen ve İslâm düşüncesine çok ciddi bir dinamizm de katan bir tartışma, öyle değil mi?

Öztürk: Doğru. Ben bu mevzuu artık konuşmak da istemiyorum. Sıkıldım artık. Vahiy nasılsa öyledir, kim nasıl biliyorsa öyle inansın. Benim görüşlerimin sâkıt olduğunu varsayın. Ama size iki cümleyle şöyle örnek vereyim:  

-Cibril nedir hocam?

– Cibril Muhammed’in kalbidir.

– E, vahiy nedir?

– Muhammed’in kalbindeki o ilâhî tecellinin belirmesidir.

– Peki, Cibril’in vahiy indirmesi nedir?

– Muhammed’in kalbinden, Muhammed’in aklına intikal etmesidir. Dolayısıyla Cibril dediğimiz olay, bir meleğin vahiy getirmesi değil, Muhammed’in kalbinin aklına tecellisidir. Yani, kendinden kendine tecellidir. 

Bu, Türkiye’de Habertürk’te bir program sırasında konuşulan, ama “tasavvuf sosu”na batırılarak “Bizim tasavvuf metafiziği böyle diyor” dendiği için… Cibril, Muhammed Aleyhisselâm’ın kalbidir dediğinizde, hiçbir sorun olmadı, farkında mısınız? Hatta “Ne büyük, ne derin konuştu” derler. İşte bunlar böyle oluyor. Türkiye’de, kimin ne söylediği değil, “Kim söylüyor?”un önemi var.

Bana yönelik saldırı kampanyalarını düzenleyenlerin isimlerini anmak istemiyorum, bundan sonra hatırlayacağımı da hiç sanmıyorum. Cenâb-ı Allah’tan, bunlarla hukukumu hatırlatacak hiçbir şey istemiyorum; bir uğrakta, köşede, sokakta karşılaştırmasın. Artık o taraklarda bezim yok. Bunlar kutsalı yedeklemişler. Fakat profan, seküler, dünyevî iktidarın peşindeler. Kutsalı yedekten alıp başınıza vuruyorlar. Devşirmek istedikleri şey, dünyevî iktidar. Cemaatti, cemiyetti, gruptu, hepsinin niyeti bu.

Bilişim imkânlarının çok yaygınlaştığı ve bilginin ânında sizden bana, benden size ulaştığı bir dönemde, bunlar, kendi getto’larındaki takipçilerini, müritlerini sadece kendi sözleriyle konsolide edemiyorlar. Başka sözler de kulaklarına ulaşınca, bir depreşme oluyor. Bu depreşme katsayısını yaratan adam her kimse, o rahatsızlığı kim veriyorsa, benim takıntılı düşmanlarımdan birisinin ifadesiyle, “Bu Mustafa Öztürk’ün müşterisi çok…” İşte sıkıntı bu. Müşteri çok olunca, onun pazar tezgâhını kundaklamak lâzım. Üç sene tezgâh kundaklamaya çalıştılar. Ben de kundaklatmadan tezgâhı topladım. “Alın, pazar sizin olsun” diyorum. 

Çakır: Bugün yaptığım yayında da söz ettim: Kendileri bu dönemin değişik şekillerde mağduru olan İslâmî câmiadan birtakım kişiler de karşı cephe içerisinde yer aldılar. Birebir linç olmasa da, sizin farklı olma hâlinizi gözetmediler. 

Öztürk: Hani meşhur Rumen romancının bir sözü vardı. 

Çakır: Düşünür Emil Cioran.

Öztürk: Evet o. Söyle bakalım ne demiş?

Çakır: “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkar” demiş.

Öztürk: “En vahşi zalimler kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkar.” O sözünü ettiğin gruplar da, “Selden kütük kapma” peşindeler. Bu, acı bir şey. Ama üstadım, herkes, insanlığını karakterini cibilliyetini, adamlığını ortaya koyar. Kimin nasıl sınav verdiği, nasıl davrandığı hiç umurumda değil. Çünkü ben bu yola çıkarken, başıma bir hal geldiğinde, göz ucuyla “Bunlar bana nasıl davranırlar? Yanımda yer alırlar mı?” diye çıkmadım ki. “Arkamda birisi var mı beni destekleyecek” diye hiç arkama döndüğümü hatırlamıyorum. Tektim, tek geldim ve tek gidiyorum. Ben artık bu sahneden çekiliyorum. Bitti, bu kadar.

Çakır: Siz sahneden çekiliyorsunuz, ama sahne varlığını sürdürüyor. Programın başlığını “Türkiye’de ilâhiyatçı olmak” diye koyduk. Siz sahneden çekiliyorsunuz, ama ilâhiyat fakülteleri hâlâ var. Din üzerine tartışmalar iyi kötü yine var. Ve sizin yetiştirdiğiniz çok sayıda da öğrenci var. Hatta o video kaydının, doktora öğrencileri ile yaptığınız bir sohbetten olduğu söyleniyor.

Öztürk: Hayır. Doktora öğrencileri ile yaptığım en son videoyu YouTube kanalında paylaştım. Ayrıca, “Klasik Tefsir Metin Okumaları” diye doktora derslerime ilişkin 20-30 tane videom var. Doktora derslerindeki konuşma formatı asla öyle bir format olamaz. Orada, dersin mehâbeti, hoca-öğrenci mesafesi, dersin ciddiyeti, terminolojiye sadâkatten şaşmam. Bu konularda aşırı derece titizim. O paylaşılan video dost meclisindedir.

Çakır: Pek dostâne değilmiş ama.

Öztürk: Evet, değilmiş. Tabii rakipler de kollarını sıvayarak geldi. Orası, bizim videolarımızı çektiğimiz, bir arkadaşımızın ofisi. Yani doktora öğrencilerinin olduğu bir ortam değil. Asla.

Çakır: Soruma geri döneyim.İlâhiyat fakülteleri hâlâ var ve yetiştirdiğiniz öğrenciler de var. Ne yapacaklar?

Öztürk: Ben sorunuzu anladım. “Türkiye’de ilâhiyatçı olmak nasıl bir şey?” Söyleyeyim: Hem zor, hem acayip kolay bir şey. Şöyle kolay: Rahmetli Hüsamettin Arslan Hoca’nın  Epistemik Cemaat  kitabının yeni baskısına yazdığı önsözdeki gibi, önce, tezsiz bir tez yaparsınız. Bir şey söylüyormuş gibi 300 sayfa yazı yazarsınız, ama hiçbir şey söylemezsiniz. Bunun adı “tez” olur, doktor olursunuz. Sonra, içinde bulunduğunuz kurumsal yapının altındaki anabilim dalının, hegemonik pozisyonlara sahip hocalarının doğru bildiklerini dikkate alırsınız. O minvalde, kem küm ederek, bir iki makale, minimum üzerinden, ıkına sıkına bir doçentlik kitabı yaparsınız. Doçentlikten sonra da, beş sene dolunca profesörlüğü almanız, artık idarî kadroyla olan hukukunuza bağlıdır. Üç beş ay sonra da profesör olursunuz. Taşradan kalma eziklikleriniz, emelleriniz varsa, profesör olup yolun sonuna gelindiğinde, “Siyâsetten vekil mi olsak, yoksa bir taşra üniversitesinde rektörlüğe mi çalışsak?” diye, bürokrasinin koltuk hikâyesinin peşine düşersiniz. Ondan sonra artık ne yazmak, ne çizmek kalır. Bu kolay ilâhiyatçılığın altında, sorun görmemek, sorun üretmemek, “Bu böyle de olamaz mı?” gibi bir jargona asla heves etmemek, senden önceki ecdat neyi nasıl etmişse o yolda aynı minvalde yürümek, kestirmeden, en az akademik emekle, en kısa sürede akademik unvanları toplayıp işin keyfini çıkarmak yatar. Böyle ilâhiyatçılık çok kolay. Buradan ne fikir çıkar, ne özgürlükçü yaklaşım çıkar.

Bir de şöyle bir kibir var: “Binlerce yıllık geleneğin, bu muhteşem doğruluğu, kudreti, otantisitesi karşılığında –çok affedersiniz– zibidinin biri çıkmış, oryantalistlerden de birkaç şey öğrenmiş, burada aklı sıra …”  Böyle bir itibarsızlaştırmaya girerler. Çünkü o geleneğin gücü onlara bir heybet veriyor. Hiçbir şey söylemeseler, sadece güzelleme yapsalar bile, bir şey söylemiş gibi itibarlı oluyorlar. Bizim ilâhiyat fakültesinde “gelenek” algısı, fikrî içeriği, düşünce yapısı, kritik edilmesi, eksiği varsa tamamlanması, yanlışı varsa düzeltilmesi, dolayısıyla bir müsâdeme-i efkâr ikliminin üretilmesi ve oradan yeni fikirler çıkması gibi bir alan yok. Bize ecdattan kalan Birleşmiş Milletler’in Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından da korumaya alınan insanlık mirası ya da eski köşk ve saraylar gibi, bizde de, Fıkıh mirası, Kelâm mirası öyle durdurulur orada. Ya da atadan, dededen kalan piştov veya gramofon gibi, arada tozunu alır, öyle durdurursunuz. Mustafa Öztürk “O gramofona bir plak koyup çalsak” –baktı ki iğnesi kırık– “Şu iğnesini onarsak da bir çalsak” der. Çünkü o çalmak için yapılmış. Bazen, kırık parçaları toplayamama ya da topladığınızda elinizde birkaç fazla parça kalması gibi ârızalar da olabilir. Ama ben, aslı, tabiatı neyse, o ne için icat edilmişse, ona uygun bir işlevi varsa o işlevini yürütelim diye böyle yaptım. Bu, “Babadan kalan yadigârımızı bozdu” şeklinde algılandı. 

Çakır: Birtakım genç ilâhiyatçıların, soru sorarak, sorgulayarak bir şeyler yapmak isteyen kişilerin örnek aldığı az sayıda ilâhiyatçılardan birisiniz. Sizi kararınızdan vazgeçirmek için değil, yanlış anlamayın, ama bu, onlar için de heyecanlarını azaltacak bir olay olacak.

Öztürk: Evet, şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Yani kendime ilişkin bir sıfatlama değil bu. Twitter’da destek verenlerin arasında bu tür mesajlar gördüm: “Sarı öküzü aldılar” dediler. Yani o kaleyi düşürdüler. Tabii bu büyük ölçüde motivasyon kırıcı bir şey. Ondan sonrasını rahat rahat halledebilirler. Ben de etten kemikten bir insanım. Benim de bir takat sınırım, usanç limitim var. Ben ajitasyon yapmıyorum. Sürekli şunu dillerine doluyorlar. Yok efendim, 2 sene önce yurtdışına gideceğimi söylemişim de gidememişim de, ağlamışım da filan falan… Yok arkadaş! Delikanlı gibi tezgâhı topladım, gidiyorum. Hepsi sizin olsun. Bitti. “Dünya varmış” diyorum. Vallahi dünya varmış. Giresun’a gideceğim. Muharrem Apaydın kardeşimle balığa çıkacağım; mezgit, istavrit yakalayacağım. Fındık toplayacağım, Kulakkaya Yaylası’na gideceğim. 

Çakır: Hocam, imrendiriyorsunuz. 

Öztürk: Yeter yahu! Tamam, benim bugüne kadar söylediklerimi gevezelik saysınlar lütfen. Özür diliyorum, gevezelik etmişim, bilememişim. Tamam bu kadar. Bitti o câmia. İsteyen istediğini yapsın.

Çakır: Ama imrendiriyorsunuz hocam. Ben de stüdyodan çıkıp aynen öyle gideceğim. Zaten emekli de oldum, ama hâlâ uğraşıyorum. Çekip gidelim.

Öztürk: Evet, bu kadar. Gerek yok. Mârifet iltifata tâbidir. Müşterisiz meta zâyidir. Ben iltifat filan beklemedim. Yok ölüm tehdidi, yok hakaret, tahkir. Bir yere kadar çekilir. Bugüne kadar hiçbir bürokratik göreve tâlip olmadım. Hiçbir siyâsî merakım, siyâsette bir görev edineyim isteğim olmadı. Yahut “Bu tanınırlığımı parasal bir şeye dönüştürsem” arayışı içine girmedim, kimseden de talepkâr olmadım. Sadece, oturup düşüncelerimi paylaştım. Ama yere göğe sığdırılamadım. İstanbul’a sığdıramadılar beni. Tamam, çekiliyorum. Buyrun, alan sizin olsun. Hiç öyle ajitasyona, Kemalettin Tuğcu üslûbuna gerek yok. Çekiliyorum. Kafamı dinleyeceğim üstadım.

Ha, bu kırgınlığım biraz geçerse, sükûnetimle, tefsir çalışmamın sonunu getirebilirsem, Allah’a verilmiş bir sözüm var: Buyursunlar okusunlar, neresinde sizin sapkınlık dediğiniz şey önümüze koysunlar. Şuna da üzülüyorum: Arkadaş, itirazın fikirse, gel, “Niye böyle düşünüyorsun?” diye fikrimizi karşılıklı konuşup tartışalım. Ama böyle yapılmıyor. “Kur’an’a hakaret etti.” “Kur’an Allah kelâmı değildir dedi.” Ona “değildir” diyen adam, profesör olmuş, 10 senedir İlâhiyat Fakültesi’nde geleceği yere gelmiş, iyi kötü, tanınacağı kadar tanınmış, üstelik de babasının isteğiyle ilâhiyata girmiş, öyle çok da idealist, “Ben ilâhiyatçı olacağım, Tefsir hocası olacağım” diye değil; ama yaptığı işi hakkıyla yapma ahlâkıyla gelmiş. Yan gelip yatmak varken, akademik teşvikte de gözünüz yoksa, kimsenin sizden “Bir makale yaz, kitap yaz” beklentisi yok zaten. Sadece öğretim görevlisi olarak derse girsen, yetiyor. Peki, bu adam sağlık sorunları olmasına rağmen, belki bundan sonraki ömrünün tamamını kapsayacak Tefsir gibi çok ağır bir işin içine niye girsin? Üstelik bu, çıktığında ödül almıyor, teşekkür de almıyor. Ama sürekli hakarete, saldırıya uğruyor. Niye girsin bu işe? Ama Allah bilsin. Sadece o kadar. Ben, kurumsal dinle olan iltisaklarımı koparıyorum. Çünkü bir din kurumsallaştığında, faşist bir zihniyetin eline geçtiğinde, mutlaka, dayanılmaz bir engizisyon üretir. İşte Katolik Kilisesi. Ortaçağ.

Bir de, bu toprakların kötü bir huyu var; aslında bu, İslâm dünyasının genel huyudur: 400’lerde yaşayan İbn-i Sînâ’yı 500’lerde yaşayan Gazzâlî’ye tekfir ettirdiniz. Epeyce bir süre “kâfir” olarak sundunuz. 2020’lere gelindiğinde, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne ismini verdiniz. Fârâbî’yi de öyle yaptınız. Onun da ismini Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne verdiniz. Bizim millet önce asar, sonra tapar.

20-30 sene sonra benim için, “Yahu, bu adam anlaşılmamış aslında. Dikkat çekici şeyler söylemiş” denir mi? Muhtemelen denir. Ama hiç umurumda değil; ister densin, ister denmesin. Ben doğru bildiğimi söyledim. Hiçbir yerle iltisakım yoktur. Hiçbir örgütlü yapıyla bağım olmamıştır. Salt kendi düşüncemi, son derece demokrat bir şekilde söyledim. Meselâ, ben bir görüşümü anlatırken, Ruşen Çakır’ın dinî görüşüyle hiç alâkadar olmadım. O, benim alanıma girmiyor. O, onun özeline giriyor. Ayrıca onu yargılama hakkına sahip değilim, çünkü nesnel bir alandan konuşmuyoruz. Bir îtikat, bir yorum alanı. Onunki bir yorumdur, benimki de öyle. Dikte de etmedim, sadece, “Böyle de bir bakış açısı olabilir” diye ortaya sundum. Ama buna bile tahammül edilemedi.

Çakır: Hocam, noktayı koyalım isterseniz, ama ekleyecek bir şeyiniz varsa buyurun.

Öztürk: Hayır, ekleyecek bir şeyim yok, ama son olarak şunu söyleyeyim: Ben hiçbir zaman görüşlerimi dayatarak, dikte ederek getirmedim. “Kur’an’a göre” diye başlayan bir tane makale yazmadım. Çünkü “Kur’an’a göre” demek, “Allah’a göre” demektir. Ben onun psikanalizini yapamam ki, onun bilincine giremem. Benim Kur’an’dan okuduğum ve anlayabildiğim budur. Başlık atarken bile dikkat ettim. Ama bu “Vahiy” konusundaki görüşlerim: Kur’an-ı Kerim’in içine girdikçe, bir şeylerin eskiden bilindiği gibi yahut bilinenin sizi tatmin etmediğidir. Yoksa o fitne fücur çıkarma çabası değil. Ayrıca, ben paylaşılan o videodaki görüntüleri mahrem bir ortamda söylemişim.

Çakır: Sizinle yaptığımız en son yayında da aynı konuda çok net konuşmuştunuz zaten. Sizi bilenler bunu biliyor zaten

Öztürk: Bilenler biliyor; niyetimi de biliyorlar. Ama bu yapılan iş “Mustafa Öztürk ne dedi?” sorunu değil. Sizinle yaptığımız o yayında bir post-truth (hakikat sonrası) hikâyesi var. Mesela, ahlâkı, izânı olan insanlar, paylaşılan o video ile ilgili şunu bilirler: “Bu adam sadece 13-15 saniye, yahut 1 dakika konuşmamıştır; bunun bir önü arkası vardır. Bu bağlam nereden geliyor?’’ diye düşünürler. Ama kimsenin bununla alâkadar olduğu yok. Bu ne demek? “Ben onun peşinde değilim. Seni bitirmek için kullanıyorum” demek. Buna açıklama yapsanız neye yarar? “Arkadaşlar ben onu demek istemedim. Benim fikrim buydu” diye anlatsanız, üstüne ciltler yazsanız ne olur? Bir şey değişmez ki. Adam “Mustafa Öztürk İhraç edilsin” diye hashtag açmış. Mustafa Öztürk’ün ne dediği umurunda değil. Bu çorakta konuşulur mu?

Çakır: Evet, ortak bir tartışma zemini değil bu. Başka bir şey.

Öztürk: Bu, basbayağı bir operasyon. Maksat hâsıl olmuştur.

Çakır: Hocam, çok geçmiş olsun ve hayırlı olsun. İkisini birden söyleyeyim.

Öztürk: Her işte bir hayır vardır. İnşallah hayra tahvil olur. Ben rahatım, müsterihim. Kafamda da bu işlerle iltisakı bitireceğim için rahatım.

Çakır: O zaman, balık tutmak ve fındık toplamaktan fırsat bulduğunuzda, Medyascope’ta yine böyle sohbetler ederiz, değil mi?

Öztürk: Tabii ederiz. Ama bu konulardan sormazsınız artık. Ben artık biraz felsefe, sosyoloji, sosyal psikolojiyle alâkadar olayım.

Çakır: Yolunuz açık olsun hocam. Kolay gelsin.

Öztürk: Çok teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın. Şimdi bu program canlı yayınlandı değil mi? 

Çakır: Evet, şu anda YouTube ve Periscope’tan canlı yayındayız. Herkes izliyor. Yayın bittikten sonra yükleyeceğiz, size de linki yollayacağım.

Öztürk: Tamam, çok teşekkürler, sağolun.

Çakır: Evet, programı bitiriyoruz hocam. Katıldığınız için teşekkürler. Prof. Mustafa Öztürk’le, başına gelenleri, uğradığı linci konuştuk. Kendisine tekrar çok geçmiş olsun ve aynı zamanda hayırlı olsun diyorum. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.