Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener konuğumuz. Hoş geldiniz.

Meral Akşener: Hoş bulduk.

Çakır: Çok teşekkür ederiz geldiğiniz için. Biz için çok anlamlı. Çünkü bugün, Maslak’taki yeni stüdyomuzda ilk yayınımızı sizinle yapıyoruz.

Akşener: Birbirimize şans getirelim o zaman.

Çakır: Evet, inşallah. Siz zaten almış başınızı gidiyorsunuz. Sizinle, 3 yıl önce Şubat ayında eski stüdyomuzda bir yayın yapmıştık. O sırada henüz parti yoktu, ama fikri vardı.

Akşener: Evet, Referandum süreciydi. Yayını o dönem yapmıştık.  Çok da güzel oldu.

Çakır: Evet, çok ilgi çeken bir yayın olmuştu. Çok da heyecanlıydınız. 

Akşener: Gerçekten çok iyi bir program olmuştu.

Çakır: O zaman, eşinizle gelmiştiniz. Şimdi oğlunuzla geldiniz. Meral Hanım, konuşacak çok konumuz var. İzleyicilerden soru istemedik, ama soranlar da var; onları da aktarmaya çalışacağım. Öncelikle şunu sorarak başlayayım: Biz gazeteciler, siyasetçiler kadar kamuoyu araştırmalarına çok ilgi duyuyoruz. Birbirinden farklı araştırmalara bakıyorum; birçok parti hakkında farklı şeyler söylüyorlar, ama sizin partiniz istikrarlı bir şekilde en iyi durumda görünüyor.

Akşener: Ben gerçekçi bir insanım. Çok hızlı bir artış değil ama düzenli bir artışı olan ve seçmenin dikkatinin döndüğü bir parti konumunda olduğumuzu gözlemliyorum. Partimiz adına özel anket hiç yaptırmadık. Biz 6 şirketin grup üyesiyiz. O anketin sonuçları bize de geliyor, size de. Kamuoyuna açık ve gizli saklı olmadığı için, altı şirketin ortalamasıyla kendinizi ölçebiliyorsunuz. Bu da memnun ediyor. Ama bunun arka planında ne var biliyor musunuz Ruşen Bey? Biz mâkulün peşindeyiz. Çok uzun bir süredir, siyasette, kutuplaştırma ve değer üzerinden, bireyler bazında birbirimizi dövüştürmek üzere bir dil var. Bu çok konforlu bir dil. Harika. —“Sen benim düşmanımsın.” —“Sen de benim düşmanımsın.” Bitti. Ama biz bu dili terk ettik. Başından beri yapmaya çalıştığımız, ama şimdi anlaşılan bir dil bu. Biz, kişilerin, grupların, esnafın, köylünün işçinin, gencin, kadının, önce ekonomik, sonra sosyal problemlerini görüp, onların sesi oluyoruz. Sonra onlarla ilgili çözüm önerilerimizi dile getiriyoruz, hem o sesi duyuruyoruz. Kendimizi de böyle konumlandırdık.

Çakır: Bunları detaylı konuşacağız. Siz, sadece muhalefet partileri içinde değil, tüm Türkiye’yi dolaşan bir lider olarak biliniyorsunuz. Salgın bunu olumsuz etkilemiştir tahmin ediyorum. Devam ediyor musunuz?

Akşener: Evet, devam ediyorum. Şimdi 10-15 gündür şehir gezmeyi bıraktım, onun yerine İstanbul’da, daha farklı gruplarla, teşkilatlarımızla bir araya geldim. Biraz daha medya üzerinden, ama kendi sesimizle değil, çaresiz grupların, çaresiz insanların sesini duyurmak üzere medyada olmayı talep ediyoruz. Meclis’te de, hem benim konuşmalarımda, hem arkadaşlarımızın kanun teklifleri, soru önergesi ve araştırma önergeleriyle o sesi dile getiriyoruz.

Çakır: Bir işe yarıyor mu? Muhalefetin hiçbir önergesi kabul edilmiyor.

Akşener: Önemli değil. Ama şu oluyor…

Çakır: Kayda geçiyor. 

Akşener: Evet, kayda geçiyor. Bir de, devamlı söylediğimiz zaman, iktidarın bizimle ilgili şöyle bir tavrı oluşmaya başladı: Biz gerçekler üzerinden yürüdüğümüz için, bir süre sonra, o problemi tam anlamıyla çözmese bile, en azından palyatif bir çözüm getiriyorlar. Yani, siyasî rekabeti gerçekleştirmiş bir yolculuk yapıyoruz. Amacımız buydu. O noktada başarılı olduğumuzu düşünüyorum.

Çakır: İktidar dediniz de, sizi “yerli ve milli” olarak ödüllendirdiler.

Akşener: Evet, evet. Hakkı teslim ettiler.

Çakır: Önce Devlet Bahçeli’den, sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, peş peşe size açık bir davet geldi. Siz buna değişik şekillerde cevap verdiniz. Ama aradan da zaman geçti; olay biraz daha belirginleşti. Size niçin böyle bir çağrı geldi? Ve siz bu çağrılara nasıl bakıyorsunuz? 

Akşener: Açıkçası, niye çağırdıkları hakkında bir bilgim yok, ancak yorum yapabilirim: Birincisi, Cumhur İttifakı’nın paydaşları, bileşenleri… Manzarayı şöyle tarif edeyim. Bunlar siyasî tanımlar değil. Teknik bir tarif yapacağım: Ortada AK Parti. Ortanın sağında, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Bahçeli. Solunda… ‘Sol’ olarak tarif etmeyeyim. Ortanın, yani merkezin sol tarafında Sayın Doğu Perinçek. İki düğmeli bir radyo düşünün. Radyo, AK Parti olsun. Radyonun sağında bir düğme, solunda bir düğme. Düğmelerin birini Sayın Bahçeli, diğerini de Sayın Perinçek çeviriyor. Bu üç ortağın biri büyük ortak, diğeri küçük ortak, bir de 140journos’un yaptığı videodaki gibi “kısmen iktidar” bir ortak var. Sonuç itibarıyla, böyle bir Cumhur İttifakı görüntüsüyle karşı karşıyayız. Bunlar akıllı adamlar. Yılların politikacıları. Gelecek seçimlerde bu işin olmayacağını görüyorlar. Cumhur İttifakı’nın, “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ni getiren bu iktidarın, Türkiye’yi taşıyamadığını, Türkiye’nin de bu iktidarı taşıyamadığını görüyorlar. Bu nedenle iktidar alanını,  Cumhur İttifakı’nı genişletmeyi arzu ediyorlardır. Bu sadece bir yorum. Çünkü neden çağrı yaptıkları konusunda bir bilgim yok.

Çakır: Daha çok, “aritmetik bir arayış” diyorsunuz.

Akşener: Hem aritmetik hem manevi bir arayış söz konusu olabilir.

Çakır: Mesela ben bu konuyla ilgili yaptığım yayınlarda, kimisi partinize üye, kimisi oy veren destekçilerinizden, “Onlar gitse bile biz gitmeyiz” tepkilerinin geldiğini görüyorum. Tabii siz daha iyi biliyorsunuz, ama bunu görmüşsünüzdür.

Akşener: Hiçbir siyasî parti genel başkanı, seçmeni hakkında böyle bir tanım yapmaz. Ben seçmenimizi tanıyorum. Hatta bir televizyon programında, “Bırakın Cumhur İttifakı ile el ele tutuşmayı, şöyle küçük bir bakış atsak bile, ayakkabısını ayağından çıkarıp, başta ben olmak üzere hepimizi eve kadar kovalar” demiştim. Dolayısıyla bu “Partili Cumhurbaşkanlığı” meselesine son derece karşı ve buranın değirmenine su taşıyacak bir sistemi hiç affetmeyecek bir seçmen kitlemiz var bizim.

Çakır: Bu, sizin için o anlamda bir intihar olur yani.

Akşener: Aklımızdan geçen bir şey değil ki. Asla böyle bir şey yok. Belki şu yanlış anlaşılıyordur: Sayın Erdoğan, hem bizim hem de partimizin düşmanı değil. Sayın Bahçeli de değil, Sayın Perinçek de değil. Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinden söz ediyorum.

Çakır: Büyük Birlik Partisi’ni hiç saymıyorsunuz. 

Akşener: Elbetteo da Cumhur İttifakı’nın bir ortağı, amaBüyük Birlik Partisi daha farklı bir pozisyonda duruyor; bu kadar başat görünmüyor. Küçümsediğim zannedilmesin, ama az önce tarif ettiğim radyo düğmeleri gibi değil. Dolayısıyla biz kimseyi düşman olarak görmüyoruz. Ayrıca, ülkede pek çok şey yanlış gidiyor. Ekonomi tepetaklak, pandemi bunu iyice derinleştirdi. Biz elimizi ovuşturarak, “Daha fazla olsun, herkes rezil olsun, ondan sonra bu iktidar gitsin” gibi bir anlayış içinde de değiliz. Biz problemi görüyoruz; o problemin sahiplerini dinliyoruz. Çözüm önerileri üretiyoruz ve bu önerilerimizi kamuoyuyla paylaşıyoruz. İktidar bunları yerine getirdiği zaman, “İktidara yarar, artı değer getirir, bunu yapmayalım” diye düşünmüyoruz. Biz el ovuşturmuyoruz. Çözümlerimizi ortaya koyduğumuz için, sanki iktidar partisine veya Cumhur İttifakı’na göz kırpıyormuşuz gibi anlaşılabiliyor. Hayır, böyle bir durum yok. Biz, “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ne Türkiye adına karşıyız. Hatırlayın, daha o zaman partimiz yoktu ve Referandum döneminde, biz bir grup arkadaş ve daha sonra ayrıca ben, kimseden 5 kuruş almadan, bireysel imkânlarımızla Türkiye’nin yarısını dolaştık ve bu sistemin yanlışlığını söyledik: “Referandumdan sonra bu sistem gelirse, ekonomi uçmayacak, kaçmayacak. Tam tersine, felâket olacak. Milletvekilinin seçmenle irtibatı sıfırlanacak. Bir oligarşik yapı doğacak” diye anlattık. Keşke haklı çıkmasaydık Ruşen Bey.

Çakır: Belki haberiniz vardır, ben Perşembe günü Sayın Kılıçdaroğlu ile bir yayın yaptım. Kendisi Ankara’da olduğu için online yaptık bu söyleşiyi. 

Akşener: Evet, biliyorum.

Çakır: Kendisine sorduğum şöyle bir kritik soru vardı. Sayın Kılıçdaroğlu’nun verdiği cevabı biliyor olabilirsiniz. Aynı soruyu size de sorayım: Siz, “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” –ya da adı her neyse–, bu sistemin olmaması gerektiğini savunuyorsunuz ve muhalefetinizi de esas olarak bunun üzerine kuruyorsunuz. İktidara geldiğinizde de bu sistemi değiştirmeyi vaat ediyorsunuz. Eğer bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Tamam, ne istiyorsanız, gelin konuşalım, beraber yapalım’ derse yapar mısınız? Kılıçdaroğlu, “Erdoğan, ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ diyorsa neden olmasın?” cevabını verdi. Tabii özet olarak söyledim. Siz de aynı düşüncede misiniz?

Akşener: Elbette. Yalnız şunu vurgulayayım: Biz 2017 Referandumu’nda çalışırken, CHP, bizler –o zaman İYİ Parti henüz yoktu, “Türk Milliyetçileri ‘hayır’ diyor” diye bir platform kurulmuştu–, ben ayrıca bireysel olarak, bu işin yanlış olduğunu iddia ederek çok çalıştık. Ve söylediğimiz her şey doğrulandı. Dolayısıyla biz haklıyız, gözden kaçan o. Meseleye “Sayın Erdoğan gitsin” gözüyle de bakmıyoruz. Buradan, AK Parti’ye oy veren arkadaşlara sesleniyorum: Sayın Erdoğan’ın süresi doldu. Bu dönem seçilemedi — ki ben seçilemeyeceğini düşünüyorum. Yerine, Millet İttifakı’nın seçtirdiği birisi geldi. AK Parti’ye oy veren arkadaşlarımız, bugünkü mevcut “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nin içinde yaşamak ister mi? İddia ediyorum ki yaşamak istemezler. Kişiye özgü terzilik yapılarak bir iş yapıldı, ama kimse sonunu düşünmedi. Sayın Erdoğan gittiği zaman, yerine bir başkası geldiğinde, bu sistemle yaşamak isterler mi? İstemeyeceklerine inanıyorum. Bugün, Türkiye’nin bu sistemi taşıyamadığını, bu sistemin de Türkiye’yi taşıyamadığını iddia ettiğimiz ve haklı çıktığımız gibi. O masaya Sayın Erdoğan gelir mi? Keşke gelse. Ama gelmez. Geldiği takdirde, anamuhalefet partisi başta olmak üzere, 2017’de “Hayır” üzerinden milletimizi bilgilendirmeye gayret etmiş bütün siyasî partilerin olmasında fayda var. Ama “olmazsa olmazlar”dan bir tanesi anamuhalefet partisidir. Dolayısıyla elbette oturulur o masaya. 2017’de, “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesin. Yanlış bir sistem” diye hepimiz söyledik. Ama sadece İYİ Parti ve Genel Başkanı bunun üzerinde duruyor da onlar beraber oturacak diye bir yanlış anlaşılma olmasın. Bunun altını çizeyim.

Çakır: Anladım. Şu anda seçim olmadığı için Millet İttifakı fiilen olmayabilir. Ama Millet İttifakı’nı oluşturan paydaşlar…

Akşener: Mesela bu ittifaka DEVA Partisi’ni davet ederler, Gelecek Partisi’ni davet ederler. Hay hay. Orada hiçbir itirazımız yok. Saadet Partisi, 24 Haziran’a giderken Başkanlık Sistemi konusunda biraz daha farklı düşünüyordu. Ama bugün onun da geldiği yer burası.

Çakır: Peki, cumhurbaşkanı adaylığı konusunda hep sorulan soruyu ben bir kere daha sorayım, siz bir kere daha yanıtlayın: Normal şartlarda, siz yeniden cumhurbaşkanı adayı olmayı düşünüyorsunuz anladığım kadarıyla. Partililerinizin düşündüğünü biliyorum.

Akşener: Partililerim elbette düşünüyor. Ama ben bu soruya çok net bir cevap vereyim. Seçimli bir sitemde, bu ülkede yaşayan, belli bir yaşa gelmiş her vatandaş, cumhurbaşkanı, başbakan seçilmeyi ister. Çok onurlu bir görev olduğu için ister. Bunu bir kenara koyalım. Ama ben bireysel olarak ve Millet İttifakı’nın bir parçası olarak şunu söylüyorum: Türkiye’nin geleceğini zora sokacak herhangi bir, geleceği zora sokacak herhangi bir hırsın parçası olmayacağım. Bu kadar net.

Çakır: Buradan anladığım, o koşullar geldiği zaman bakacaksınız, tartışacaksınız, değerlendireceksiniz…

Akşener: Tabii. Bugün Türkiye’de her şey o kadar hızlı tüketiliyor ki. Bugün öyledir, yarın başka türlüdür. Mesela isimler üzerinden konuşulmasını da yanlış buluyorum.

Çakır: Siz siyasî kariyeri belli olan birisiniz. Ülkücülük de var, Doğru Yol Partisi de var. Kabaca, sağ hareketten geliyorsunuz. AK Parti’nin ilk kuruşunda var gibiydiniz, sonra içinde yer almadınız.

Akşener: Ben ilk 7 kurucu babalarından biriydim, ama sürdürmedim. Aramızda öyle bir fark oldu.

Çakır: Evet, bu çok önemli bir ayrıntı. Bilmeyenler için tekrar hatırlatalım. Sonra MHP’de çok önemli görevlerden bulundunuz. Genel başkan olacakken engellendiniz. Ve CHP var. Türkiye siyasî hayatına baktığımızda, CHP de sizin siyasî kariyerinizin tam karşısında yer alıyor. Şimdi oldukça başarılı bir işbirliği yapıyorsunuz. Ayrı ayrı aday olsanız da, son genel seçimde işbirliği yaptınız. Ve son yerel seçimlerde, İstanbul, Ankara, Adana gibi büyükşehirlerde CHP’ye destek verdiniz. Mersin’de de adayınız vardı.

Akşener: Evet. Biz, İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Aydın gibi pek çok yerde işbirliği içindeydik.

Çakır: Sonuçta başarılı bir işbirliği oldu ve hâlâ bu ilişkiyi sürdürüyorsunuz. Ama başta Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “CHP zihniyeti” diyerek sizi en çok buradan vurmaya çalışıyorlar.

Akşener: Evet.

Çakır: CHP ile ve bireysel olarak Kemal Kılıçdaroğlu ile kurduğunuz ilişki bu kutuplaşma ortamında zor olmuyor mu? Nasıl beceriyorsunuz?

Akşener: CHP ile aramızda, iyi niyetli, şeffaf, açık ve dürüst bir iletişim var. Zaten beni yakından tanıyan herkesin –sevmeyen, hoşlanmayanlar dâhil–, hakkımı teslim ettiği bir siyasetçiyim. Benim A,B,C ajandalarım yoktur. Gözüme baktığınızda arkasını görürsünüz. Bu netlikte bir siyasî kariyere sahibim. Geçmişim de böyle, bugün de böyle. Bu, çok büyük bir avantaj. Ben Doğru Yol Partisi’nde çok derin bir taban politikacılığı yapmıştım. Mesela, DYP’lileri, onun kanaat önderlerini çok iyi tanırdım. Çünkü çok fazla geziyordum. Yedi kere sadece Diyarbakır’a gitmiştim, hesap edin. 31 Mart’a giderken, daha ilginç bir şey oldu. Biz bazı mitinglere Sayın Kılıçdaroğlu ile beraber katıldık. O gelenekten gelen insanlar, kimisi gözü yaşararak, rahmetli Demirel’le, rahmetli Erdal İnönü’ye benzetmişler bizi.

Çakır: 91 yılındaki DYP-SHP hükümeti.

Akşener: Evet. DYP ile SHP’nin yaptığı koalisyon hükümetine benzetmişler. Bunu sık sık söylediler. Ben Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na da söylemiştim bunu. Birincisi bu. Ama bir farklılığı anlatayım size:  7 Haziran 2015 seçimleri döneminde A Haber’de, eşimi aldattığıma dair çok çirkin, îmâlı bir iftirâ atıldı. İlginçtir; Sayın Erdoğan beni arayana kadar, o cenahtan ses çıkmadı. MHP’den de, “Bir durun, bekleyin” tavrı oldu. Bu iftirânın ikinci günüydü, bir arkadaşım bana Tunceli’de çıkan bir gazeteden bir köşe yazısını gönderdi. Ciddi solcu, bana göre genç bir arkadaşın yazısı. Bu yazı belki de hayata bakışımı değiştirmiştir. Özetle şöyle diyor: “Fikirlerimiz uyuşmayabilir. Ama Meral Akşener namusumuz olmak zorundadır. Bunun önüne geçmek lâzım.” Daha sonra referandum döneminde Tunceli’ye gittiğimde, o genç arkadaşı buldurdum ve görüştük. Müktesebatı olan bir solcu. Tunceli nerede, Meral Akşener nerede? O tavrın konulması…

Çakır: Bir de tabii, en güvendikleriniz uzak duruyor.

Akşener: Tabii. Unutmuyorum, bir perşembe günüydü, Sayın Erdoğan beni aradı. O aradıktan sonra arayan soran çok oldu. O dönemde, siyasî cenahtan bana destek veren kadın, erkek, bütün bireylere teşekkürlerimi buradan bir kere daha söyleyeyim. Bu konu üzerine çok düşündüm Ruşen Bey. Demek ki vicdan, dürüstlük ve ilkeler çok önemliymiş. Demek ki biz, değerler üzerinden çatışmaları aşabilirmişiz. Demek ki biz, haksız yere tekmelenmiş bir insana elimizi uzattığımız zaman, mahalleler ne derse desin, doğru olan, o eli uzatmakmış. 

Partimi kurarken, vicdanımdan ayrılmayacağıma yemin ettim. Bu yemini etmemi sağlayan da o genç arkadaştır.

Çakır: Başta değindiğiniz kutuplaşma konusuna geliyoruz tekrar. Ben dikkat ediyorum, siz iktidara yönelik eleştirilerinizi yaparken üslûbunuz çok olumlu.

Akşener: Ben “Senin kaşın şöyle. Gözün de böyle. Sen şuralısın. Sen de buralısın. Karın şöyle, kocan böyle, oğlun şöyle” demiyorum. “Karakterin böyle” de demiyorum. Ama eylem, söylem, tutum üzerinden, çok net ve açık eleştiride bulunuyorum. Mesela, Damat Bakan gitti. Ben Berat Albayrak’ın şahsını, karakterini hiç eleştirmedim. Sadece, yaptığı işi hiç bilmemesini, konuyla ilgili deneyiminin, bilgisinin olmamasını, sadece bir nepotizm üzerinden oraya oturtulmasını eleştirdim. Nitekim haklı çıktım. Gittiği gün dolar 1 TL düştü. 

Çakır: Tam o soruya hazırlanmıştım, siz konuya girdiniz. Ekonomi ile ilgili eleştirilerinizi büyük ölçüde Berat Albayrak üzerinden yaptınız.

Erdoğan, tıkanan sistemin faturasını parlamenter sisteme çıkardı ve döndü “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile Türkiye’nin uçacağını kaçacağını söyledi. Berat Albayrak “görevden affını talep etti” ve gitti.

Akşener: Evet.

Çakır: Şimdi nasıl buluyorsunuz ekonomiyi?

Akşener: Biraz geriye dönelim: Türkiye 2001’de büyük bir ekonomik kriz yaşadı biliyorsunuz. Hatta o zamanlar hatırlıyorum, Sakıp Sabancı “Servetimin yüzde 50’sini kaybettim” demişti. Herkesin servetinin yüzde 50’sini kaybettiği bir sistemde, Sayın Kemal Derviş geldi ve Ekonomik İstikrar Paketi’ni açıkladı. Sonra 2002’de Sayın Bahçeli seçim istedi ve seçime gidildi. 2002’de AK Parti iktidara geldi. 2007- 2008’e kadar giden süreçte bu Ekonomik İstikrar Paketi’nin kurallarını devam ettirdi. Merkez Bankası, BDDK gibi pek çok kurum özerkleşmişti. Sonra Türkiye’ye para girmeye başladı ve biz büyümeye geçtik. Borçlar hâle yola kondu. Ama ilginç bir şey oldu. Biz, bu Ekonomik İstikrar Paketi’ni, Sürdürülebilir Kalkınma Programı’na çeviremedik; zamanında Kore’nin yaptığını yapamadık. Ne demek istiyorum? Para bulduk, ama hepsi tüketime gitti. İthal edilmiş mâmûlün tüketildiği, bol bol borç paranın geldiği bir sistem oluştu. Para bollaştı, büyüdük; ama bu, tabana yayılamadı. Sanayiye, teknolojiye, tarıma, kalkınmaya, istihdam yaratmaya, üretime gidilemedi. Bugün yine borç para bulabilirsiniz. Güveni sağlayın, bulursunuz. Esas mesele, borç aldığınız o parayı nereye harcadığınız. Biz bu parayı yatırımın içine sokamadık. Çünkü bu bir zihniyet meselesi. Maalesef, AK Parti’nin başındaki Sayın Erdoğan her konuyu iyi bildiği için, ekonominin de gurusu olduğu için, tercihini betondan, inşaattan yana yaptı. Sonuçta, bugün gelinen noktada, Türkiye tıkandı; ekonomi son derece kırılgan ve büyüme bitti. Kişi başı geliri 12.500 dolardan 7.000 dolara düşmüş bir Türkiye ile karşı karşıyayız.

Bizim, bugünkü iktidardan temel bir farkımız var: Biz coğrafyamızı ekonomik coğrafya olarak tanımlıyoruz. Sayın Erdoğan bütün ilişkilerini “şahsım” üzerinden götürdüğü için, Lübnan’la problem, Mısır’la problem. Suriye’de gittik. Yunanistan hırlı bir arkadaş değil belki, ama sizin çocuğunuzun nikâh şahitliğinden, bugün Yunanistan’la geldiğimiz noktaya bakın. Her şey, kurumsal iletişim, kurumsal ilişki, devletlerarası hukuk üzerinden yürümek yerine, kişisel olarak yürütülüyor. 

Ekonomide de benzer şeyler oldu: Kendi sermayenizi yaratmaya kalkışırsanız, elbette en kolay yolu müteahhitlik üzerindendir. Biz inşaatı reddetmiyoruz ki. İnşaat olacak. Ama inşaatın yanına sanayi koyacaksınız, onun yanına tarımı koyacaksınız. Teknoloji aldı başını gitti. Katmadeğer üreten bir sistem olacak. Maalesef bunların hiçbiri yapılamadığı için, Sayın Erdoğan, bu tıkanan sistemin faturasını parlamenter sisteme çıkardı ve hepimizin “Hayır” için çalıştığı şu meşhur “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi”yle Türkiye’nin uçacağını söyledi. Ama bitti; tek adamın iki dudağının arasına kondu.

Ekonominin patronu “güven”dir. Hukuk ve adaletin olmadığı, geleceğimde bir kişinin söz sahibi olduğu yere, yerli veya yabancı bir yatırımcının endişe duyup gelmeyeceği mâlûm olduğundan, bugün ne para bulanabiliyor ne bir şey yapılabiliyor. Bu, bir zihniyet meselesi. Sadece zamanı uzattı.

Çakır: Bir de israf ve yolsuzluk iddiaları var. En son Meclis’teki bütçe görüşmelerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı konuşma çok büyük ilgi gördü. Kemal Bey konuşmasında bir “kamulaştırma” çıkışı yaptı. Bu, size de mâkul geliyor mu?

Akşener: Kamu-Özel ortaklığıyla yapılan projeler var: Geçmediğimiz yollar, geçmediğimiz tüneller…

Çakır: Yatmadığımız hastaneler…

Akşener: Hastaneler, köprüler ve yolcu garantili havaalanları. Tamamen para ve servet transferi ile, finansının da bizlerin vergileri üzerinden yapıldığı bir “nepotizm”, akraba olmasa bile bir “yandaş kayırma” sisteminin oluşturulduğunu görüyoruz. Kamu-Özel ortaklığıyla yapılan projelerin şöyle bir problemi var: Yurtdışı finans, kredi kaynakları var. Zamanında, bu tür kredilere yönelik destek vermek açısından, bizim de AB standartları çerçevesinde imzaladığımız bir sözleşme var. Ancak mutlaka yeniden masaya oturulup bunların konuşulması gerekiyor. Siz, en yoğun zamanında 5 milyon yolcunun gitmediği havalimanına, yıllık 12 milyonluk yolcu garantisi verirseniz, soyulursunuz. Bizim sözümüz şu: Yeniden masaya oturulacak ve bu, Türkiye’nin lehine olacak bir sistem içerisinde değerlendirilecek. Ruşen Bey, bütçeye bu beş müteahhit için 30 milyar TL para konuldu. Buna karşılık, tarıma –hem de Anayasa ile zorunlu iken– bütçede verilen pay 22 milyar lira. 

Çakır: Siz partinizin grup toplantılarına farklı meslek örgütlerinin temsilcilerini çıkartıyorsunuz. Yanılmıyorsam, tarım sektöründen de çıkarttınız.

Akşener: Evet. Besicilerden çıkarttık.

Çakır: Bu bayağı da ilgi görüyor. Başka da yapan oldu mu, bilmiyorum.

Akşener: Hayır. Bugüne kadar hiç yapılmadı. Ve düzenli olarak yapıyoruz bunu.

Çakır: Evet, her hafta değişik meslek örgütlerinden gelip sorunlarını, önerilerini anlatıyorlar. Türkiye’de zaten büyük bir sorun varken, salgınla beraber bazı sektörler ciddi olarak mağdur oldu. Size en çok şikâyet nerelerden geliyor? Mesela, eğlence sektörü çok ağır etkilendi. Kayıtlı çalışanlara kısa çalışma ödeneği uygulaması vardı. Ama diğerleri… 

Akşener: Evet, kısa çalışma ödeneği olarak 1200 TL bir para veriliyor. Ama onu da bir kere verdiler. İkinciye hiç rastlamadım. Nedenini bilmiyorum.

Çakır: Çünkü Avrupa ve Amerika’ya baktığımız zaman, devletin küçük işletmelere, esnafa, çalışanlara, karşılıksız destek sağladığını gördük. 

Akşener: Evet. Ben 20 Ocak 2020’de Türkiye’yi gezmeye başlamıştım. Ortada daha pandemi yok; esnaf, “Siftah yapamadan dükkân kapatıyoruz” diye kan ağlamaya başlamıştı bile. Mesela, Balıkesir’de bir giyim mağazasında genç bir hanım, aralarında oylayarak çalışan çıkarttıklarını ağlayarak anlattı. Hani durumu nispeten biraz daha iyice, ailesinin desteğiyle durumunu götürebilecek bir çalışanı işten çıkartmışlar. O dönem bunlar başlamıştı bile. Çiftçiden, besiciden, süt üreticilerinden büyük dert yanmalar vardı. Her yerden böyle hikâyeler geldi bize. Sonra pandemi başladı. Elimizde böyle bir bilgi olduğu için oturup çalıştık. Çok iyi bir ekonomik kadromuz var: Ümit Özlale bizde. Durmuş Yılmaz zaten bir duayen. Erhan Usta, Cihan Paçacı, İsmail Tatlıoğlu bizde. Bu isimlerin altında, bir de daha genç, uzman arkadaşlarımız var. Bütün bu kadroyla, pandemi süreci için oturulup çalışıldı. Zaten esnafın durumu felâket; çok kırılgan yakalandık pandemiye. Şöyle bir şey düşündük: “KOBİ’ler de dâhil olmak üzere, esnafa, çalıştırdığı insan sayısı adına, kişi başına 10 bin lira para verelim. 1 yılı geri ödemesiz, 1 yıl faizsiz. Sonrasında da 24 ay veya 36 ay, ya da ne kadarsa, para verelim” dedik.

İkinci önerimiz: Sanayi bir mal üretiyor, o malı satan da esnaf. Ama bunu birinin satın alması gerekiyor ki bu üretim devam etsin. Demek ki tüketiciye de bir destek lâzım. “Ailelerde kişi başına 500 lira hibe verelim” dedik. Bunun gibi başka önerilerimiz de oldu. Pandeminin bizi en korkutan yönü şu oldu: Bizim büyük sanayicilerimizde, pandemiden dolayı veya öncesinde, ekonominin kırılganlığından dolayı, iflâsa veya durumun kötüleşmesine yönelik bir şey olduğunda, yabancılar üretim yapan o sanayi şirketlerini çok ucuza alır. Bunun önüne geçmek için de şöyle bir önerimiz oldu: Devlet, bunların hisselerini râyiç bedelden alsın ve tutsun. Ama oraya kayyum atamak yok. O şirket kendini düzelttikten sonra, o günün râyiç bedelinden tekrar geri alsın. Mesela diyelim ki burası yılların şirketi. Batmak üzere. Devlet sizin hisselerinizin bir bölümünü, size para vermek üzere alsın. Siz durumunuzu düzelttikten sonra –size satmak kaydıyla– o hisseleri râyiç bedelinden geri alın. Bunları önerdik, söyledik. Ama hiç biri yapılmadı. 

Peki, ne oldu? Yaklaşık 20 milyarlık bir kredi açıldı. Ama öyle ilginç bir şey oldu ki, esnaf bu krediyi alamadı. Almış olanlar da küçük küçük aldılar. Bu krediyi tuzu kuru olanlar aldı. Bununla dolar aldılar. Bu ülkede dolar mevduatının yüzde 57’ye çıkmasının sebebi budur.  Bir başka şey, dönüp ev aldılar. Yani, bu müteahhit arkadaşların stoklarındaki evlerin satılmasını öne koydular.

Turizmle ilgili de, sözde bir paket açıldı. İnsanlar gezsin, tatil yapsın, turizm canlansın diye bir kredi ortaya konuldu. Ama turizm sektöründe otellerin binaların borçları var, onlarla ilgili hiçbir yapılandırma yapılmadı; oraya dışarıdan turist getirmenin yolları bulunmadı. Türkiye’deki insanların oralarda tatil yapmasının yolu açılmadı. Özetle, birilerine para aktarma dışında hiçbir şey yapılmadı.

Çakır: Bu arada, belediyelerin düzenlediği yardım kampanyalarını da durdurdular.

Akşener: Maalesef. Bu arada benim de 90 bin liram gitti. Ben emekli maaşı alıyorum. 45 bin lira Ankara’ya, 45 bin lira da İstanbul’a bağışlamıştım, el koydular. İnşallah yerine varmıştır.

Çakır: Hâlâ bloke durumda değil mi o yardım paraları?

Akşener: Son durumu bilmiyorum. Artık takip etmekten vazgeçtim.

Çakır: Belediyeleri, özellikle İstanbul ve Ankara belediyesinin çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Akşener: Ben ikisini de başarılı buluyorum. Bu arkadaşlarımız elbette CHP mensubu belediye başkanlarıdır. Ama şunu da hatırlatayım: 31 Mart’a giderken, bu ittifak teklifi İYİ Parti’den gitti. Dolayısıyla, bu proje bir nevi bizim projemizdir. Oy oranlarından bahsetmiyorum. CHP’ye teklif bizden gitti. Biz şöyle bir şey yaptık: Önce il başkanlarımızla, sonra milletvekillerimizle, daha sonra Genel İdare Kurulu (GİK) üyelerimizle ve sonunda hep birlikte birkaç toplantı yaptık. Ben arkadaşlarıma, “Seçime yalnız mı girmeliyiz ittifakla mı? İttifak istiyorsanız, hangi siyasî yapıyla birlikte girmeliyiz?” diye sordum. Milletvekilleri, GİK ve Genel Başkan Yardımcıları içerisinde Sayın Ümit Özdağ, “Tek başımıza girelim” dedi. 

Çakır: Şimdi onu kullanıyor.

Akşener: Ben bunu başından beri söylüyorum. Açıkça, şeffaf bir şekilde, “Hayır, yalnız girelim” dedi. Biz bütün bu kurulların tamamıyla oylama yaptık ve oybirliğiyle, seçime ittifakla girilmesinde karar verildi. Biz parti kararı olarak, bunu CHP’ye teklif olarak götürdük ve teklifimiz üzerine konuşmalar başladı. Tabii zaman zaman şunu söylüyordum: İstanbul ve Ankara… Gerçi Ankara’da Mansur Yavaş’ın alınacağı görülüyordu. Benim hedefim İstanbul’du. İstanbul’un, demokratik usûllerle, seçmen iradesiyle alınabilmesinin neye tekabül edeceğini, muhafazakâr seçmeni de, merkez sağı da, milliyetçiliği de ve bir ölçüde sosyal demokrat seçmen kitlesinin davranış biçimini bilen bir politikacı olarak, bunun çok önemli olduğunu anlattım. “Gerekirse çırak çıkalım” dedim. 

CHP 100 yıllık bir parti. Kuralları var, hizipleri var. Biz yeni ve küçük bir siyasî yapıyız, daha esnek ve hareketliyiz, daha çabuk mobilize oluyoruz. Mesela ben şu ürünü üretip size, “Bunu alabilir misiniz?” diye teklif ettiğimde, değerini biraz düşürürsünüz. Ama bu ürün size lâzımsa ve almak istiyorsanız, bana teklif getirdiğinizde, doğal olarak bunun fiyatı artar. Böyle bir sistem oluştu. Ama iyi ki bu teklifi götürmüşüz. Ben bu kararı alan kurullardaki bütün arkadaşlarıma kalpten teşekkür ediyorum. Çünkü İstanbul’un alınması…

Çakır: Türkiye’yi kazandırdı. O zaten Cumhurbaşkanı’nın sözüydü.

Akşener: 24 Haziran seçimlerinde, sizlerin temsil ettiği şehirli, seküler, orta sınıf, Sayın Muharrem İnce’nin birinci turda alacağına inandı. Matematik unutuldu, çünkü öyle bir kampanya yapıldı. Bizim Sayın İnce ile ikimizin oy oranı, Ekmeleddin Bey’in aldığı oy kadar. Sayın İnce ikinci tura kalabilirdi, ama olmadı. Çünkü birinci turda alınacağına kanaat edildi. En rasyonel olması gereken alanlarda, o mutsuzluk ve umutsuzluk öyle bir duygu haline sokuyor ki insanı, rasyonalite ortadan kalkıyor. Evet, bu çalışma bizimdir. Biz o seçmeni çalıştık. Mesela bana şöyle şeyler gelirdi hep: “Başkanım, şöyle bir yazılım var. Buradan 5 koyuyorsunuz, oradan 100 çıkıyor, o yüzden mümkün değil.” Yeryüzünde böyle bir yazılım yok. Bütün hileler sandık başında yapılır. 

31 Mart seçimlerinde, İstanbul’da, hem bizim il başkanımız hem CHP’nin il başkanı sandıklara öyle bir sahip çıktılar ki ıslak imzalı tutanaklar olmasaydı, hile olurdu. Olabildi mi? Olamadı.

Çakır: O zaman il başkanınızı konuşmaya geldi sıra. Yedirmediniz Buğra Kavuncu’yu.

Akşener: E, yedirilmez.

Çakır: Ama yemek istediler.

Akşener: Yemek istediler, evet. Acı olanı şu: Bir kısım arkadaş, Buğra Kavuncu’yu, bugünden, partinin başına, genel başkanlığa hazırladığımı düşündü ve buna inandı. Velev ki bu doğru. Siz yılların gazetecisisiniz, ülkeyi tanıyorsunuz. Bu arkadaşlar da yıllardır siyaset yapıyor. Bu kadar mı siyasetin dışındaymışlar? Ben X kişiyi şimdiden yerime hazırlayabilsem keşke; bu iyi bir şeydir. Çünkü bugüne kadar, parti kurucuları, genel başkanlar bırakıp gidince, partiler darmaduman oldu. Keşke, kalıcı, kurumsallaşmış bir yapıyı başarabilsem, heykelimi dikin. Biz güçlü karakterlerin yer aldığı bir siyasî partiyiz. Ama Buğra Bey ya da başka arkadaşlarımız gibi kişilerin, benden sonra genel başkan olabilmesi için, insanların onlarla yol arkadaşlığı yapması da gerekiyor. Partimizde genel başkanlığı herkes düşünebilir, herkesin hakkıdır, ama yol yordam başka.  Mesela, rahmetli Demirel DYP’nin başına İsmet Abi’yi, İsmet Sezgin’i öngörmüştü. Daha genç takım, Köksal Toptan’ı istemişti. Kim çıktı?

Çakır: Tansu Çiller.

Akşener: Evet, Tansu Hanım. Yani, genel başkanlar parmak sallayarak bir iş yapamaz. Burada da, bu öngörüyle, Buğra Kavuncu’nun önünü kesmek istediler. Bu tür entrikalar, üçkâğıtlar her siyasî partide olur, buna saygı duyarım. Ama siz bir kişiyi FETÖ’cülükle suçlarsanız… FETÖ bir terör örgütüdür. Bir kişi hakkında, ister IŞİD, ister PKK, ister FETÖ gibi bir terör örgütünün iltisaklısı olduğunu aleni olarak söylüyorsanız, bu artık hukukî bir meseledir. Dolayısıyla ispatlamanız gerekir. Bu mesele şu anda yargıda. Bu bir iftira mıdır, gerçek midir, isnat sahibi arkadaşlar ellerindeki belgeleri yargıya sunmak zorundadır. Bu çok vahim bir durum. Siyasette ilk defa böyle bir şey oluyor. Kişilerin, aynı siyasî parti içinde, aynı şehrin milletvekilini, il başkanını beğenmeme hakkı var. “İyi yönetemiyor” deme hakkı var. “Seni sevmiyorum”, “Seni seçtirmeyeceğim” deme hakkı var. Bunların hepsi olabilir. Ama birini bir terör örgütü yanlısı olmakla suçlamak, ilk defa oluyor. Şimdi bu konu yargıya taşındı. Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmıyor maalesef.

Çakır: Ümit Özdağ’ı partiden ihraç ettiniz.

Akşener: Ben etmedim. Merkez Disiplin Kurulu (MDK) etti.

Çakır: Evet, partiniz ihraç etti. Aynı gün bir milletvekiliniz de istifâ etti. Daha önce de istifâ edenler olmuştu. Hâlâ, Kongre’den dolayı rahatsız olan bazı kişiler de var. Ama ilginç olan, partinizin içindeki karışıklıklar, dışarıda partinizin imajını etkilemiyor. Bu nasıl oluyor? Ben izleyicilerimden biliyorum, çok fazla umurlarında değil. Benim gözlemim, genellikle size bakıyorlar. Normalde, bir partide, kuruculardan veya genel başkan yardımcılığı yapmış isimlerden gelen bu tür suçlamalar kıyamet habercisidir. 

Akşener: Ama vicdan var, bize oy veren vermeyen seçmenin sağduyusu var. Bakın, gene anlattığım o hikâyeye dönüyoruz: Tunceli’deki o genç arkadaş, hiç tanımadığı, muhtemelen hiç beğenmediği, hoşlanmadığı bir kadına yapılan çirkin bir iftirâ karşısında, kendi mahallesini karşısına alarak bir yazı yazmış. En büyük cesaret, kendi mahallesini karşısına alarak yazdığı yazıdır. Muhtemelen “Sana ne kardeşim” denmiştir. Buradan yola çıkarsak, ben, Anadolu’nun irfânının, ferâsetinin, çok derin olduğuna inanıyorum. Buğra Kavuncu’yu da, beni de çeşitli şekillerde eleştirmek mümkün. Ama ben 24 Haziran’da FETÖ’cülükle suçlana suçlana bir kampanya yürüttüm. O kampanyanın yarısını, “Ben FETÖ’cü değilim” demek için ayırdım. Zaman zaman eleştiri aldım. Hak etmediğiniz bir suçlamayla karşı karşıya kalmak çok acı bir şey. Bunlar tabanda fısıltılarla yapıldı. Ben Sayın Erdoğan’ın ağzından, Sayın Bahçeli’nin îmâlı konuşmalarının dışında, aleni olarak “Meral Akşener FETÖ’cüdür” lâfı duymadım. Çünkü öyle dedikleri zaman, bu, gereğinin mutlaka yapılması gereken bir işti. 31 Mart’a giderken, “Merhaba teröristler” dediğimde, Sayın Erdoğan çok kızdı. Çünkü o, bu lâfın ne mânâya geldiğini ve İstanbul’un gideceğini gördü. Sonra da parmağını sallayarak, “Bu hanımefendinin kaçacak yeri yok. Milletvekili değil, dokunulmazlığı da yok. Ben onu hapsettireceğim” dedi. Bu başka bir şey. Ama “Sen FETÖ’cüsün” demedi. 

Siz böyle bir suçlama yapıyorsanız, elinizdeki belgeyi, gereğini yapmak üzere ya bana verirsiniz ya da savcılığa götürürsünüz. Başka bir yolu yok. Siyasî olarak, terör örgütü üyeliği iltisâkını söyleyemezsiniz. Ben bunları çok acı yaşadım. Dolayısıyla, bu tür karışıklıkların partimizin imajını etkilemediği ile ilgili tespitiniz bundandır. Ama benim çok canım yandı. Ben, bizden ayrılan her arkadaşımızın arkasından çok üzüldüm. Belki onu da hissediyorlardır. Hiçbirinin aleyhinde bir tek çirkin kelime etmedim. İstifâ gerekçelerinde ipin ucu kaçtı; şahsıma da çok çirkin isnatlar yapıldı. Onlara da üzüldüm. Ama ben istifâyı bir irâde beyânı olarak gördüğüm için saygı duymuşumdur. Belki, o kalem benim elimde tesâdüfen öyle olup ben yazdığım için, elbette bir sorumluluğu var. Ama hepsi de birinci sıradaydı o arkadaşların. Ben yazdım. Biliyorsunuz, milletvekili seçimi ikilidir. Ama orada, bulundukları şehirde, İYİ Partililer, o arkadaşlar için çalıştı. O zaman paramız da yoktu, aç açık çalıştılar. O insanların, onlara haklarını helâl edip etmeyeceğini, bu vebâli nasıl karşılayacaklarını zaman içinde göreceğiz.

Çakır: Dün Devlet Bahçeli, twitter hesabından, HDP’nin açılmamak üzere kapanması gerektiğini söyledi. Ne diyorsunuz?

Akşener: Programın başında radyo örneğini verdim: “Düğmenin biri Sayın Bahçeli, diğeri Sayın Perinçek” dedim. Bu twit’lere, “kısmen iktidar” Sayın Perinçek’in ne diyeceğine bakmamız lâzım. Birincisi bu. Sayın Bahçeli, ortaklarına genellikle iç politikada ayar verir. Dış politikada ayarı da Sayın Perinçek veriyor. Aralarında böyle bir işbölümü var. Ben öncelikle, sizin aracılığınızla Sayın Erdoğan’a, ortaklarıyla biraz ilgilenmesi gerektiğini söyleyeyim. Anladığım kadarıyla ilgisiz bir durumu var. 

Ben bu tür konuların, zaman zaman, Sayın Erdoğan adına bir “balon uçurma” noktası olduğuna inanıyorum. Siyasî iletişimde, propaganda teknikleri içinde vardır bu. Aynı şey Sayın Bülent Arınç için de geçerli. Sayın Erdoğan HDP’yi kapatır mı? Bana göre kapatmaz. HDP, belli noktalarda, belli grupları dövmek için Erdoğan’ın elinde çok iyi bir manivela. Sayın Bahçeli’nin twitter’da yazdıklarının içinde katıldığım bir şey var. O da uzun tutukluluk. Bir an evvel mahkemelerin sona ermesi gerektiği konusunda haklıdır. Türkiye’de 5 yıla varan uzun tutukluluklar var. Bunun bir yargı problemine dönüştüğü bir gerçek. Bu, doğru değil. Yargının daha hızlı, net, daha şeffaf ve kamuoyunun rızasını alacak biçimde ve hızlı yürütülmesini kastetmişse, o konuda kendisine katılıyorum. Burada da Sayın Erdoğan’a sesleniyorum: Eğer hukukî olarak uygulamada bir sorun varsa, uzun tutukluluklara yönelik, daha hızlı, daha güvenli… Suçlu kimse cezalandırılmalı, zaten burada bir sorunumuz yok. Ama suçlu değilse, işler “pardon” diyerek gidiyor. Bütün bunların ortadan kaldırılması konusunda bir düzenlemeye ihtiyaç varsa, biz buna destek veririz. HDP açısından bakıldığında, Sayın Erdoğan’ı tanıyorsam, benim gözlemim, Erdoğan bu manivelanın elinden gitmesini istemez. 

Ben, 80 öncesinin ülkücü talebelerinden biriyim. 80 İhtilâli’ne kadar da, ağabeyi MHP il başkanı olmuş bir kızkardeşim. Yani, Türk milliyetçiliği geleneğinden gelen bir insanım. Bugün Türkiye’de milliyetçilik adına, ne 80 öncesinde ne sonrasında böyle pis bir dil yok. Hiçbir zaman olmadı. İdeolojik yapılar, birbirini etnik, mezhep veya başka bir âidiyet üzerinden tanımlamaz. Bu sol için de, bizim için de geçerliydi. Biz, ilkelerimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz üzerinden birbirini tanımlayan insanlar topluluğuyduk. İdeoloji bu demektir. Bu nasıl bir şey? Canı sıkılanın en lümpen, en kötü, en pis dille, birbirini vatan hainliğiyle suçladığı, “vatan hainliği” kavramının içinin boşaltılıp rezil rüsva edildiği bir Türkiye’den bahsediyoruz. Etnik ve mezhep âidiyetleri üzerinden insanlara sövüldüğü bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Bu hiç olmadı. İster İslâmî çevre diyelim, ister siyasal İslâmcılar diyelim, adına ne dersek diyelim, dindar alanda da böyle bir şey yoktu. Milliyetçilik geleneğinden gelen arkadaşlarımızın temsil ettiği büyük ortağı destekleyen –gazeteci, aydın ya da akademisyen diyemeyeceğim– trol tipli insanların yazıp çizdiklerine bakıyorum, gerçekten inanamıyorum. Damat istifa mektubunda, “At izi, it izine birbirine karıştı” demişti ya, en önemli nokta: At izi, it izi kim? Onun açıklanması lâzım. Böyle bir Türkiye ile karşı karşıyayız.

Çakır: En sonunda da “Allah sonumuzu hayır etsin” demişti.

Akşener: E, doğru dedi. Böyle bir sistemde, Sayın Erdoğan’ın, HDP’yi bunun içinde özneleştirip kapatmayı aklının ucundan geçireceğini düşünmüyorum.

Çakır: Ama “Bunu kullanıyor” diyorsunuz.

Akşener: Evet. Sayın Bahçeli’nin ise, bu “HDP kapatılsın, kapatılmasın” meselesinin dışında, elindeki bilgi, belge, karine veya kanaat öyleyse, twitter üzerinden ortağına kanaat vermek yerine, bir araya toplanıp, “Arkadaş, böyle böyle yanlışlıklar var. Biz bunları düzeltelim” demesi lâzım. Anlayamadığım şey o. Bir de şöyle bir şey var: Sayın Bahçeli iktisatçıdır. Ben bugüne kadar kendisinden, işsizlik konusunda ne yapılacağı hakkında hiçbir şey duymadım. O kadar çok işsiz genç var ki. Üniversite mezunu gençlerin yüzde 87’si yurtdışına gidip geri dönmemeyi düşünüyorlar. Her üç gençten biri işsiz. Dört yıllık üniversite mezunu gençler işsiz. Bu arada, elektronikten mezun olmuş ama devre yapmayı bilmeyen ve tek bir asistanla elektronik dersleri görmüş üniversite mezunu çocuklarımız var. Adları mühendis, ama ne sanayide iş görebiliyorlar, ne mühendis olarak iş bulabiliyorlar. Bunların içinde pazarcılık yapanı var. Küçümsemek için söylemiyorum. Ve babasından harçlık almamak için, gece oturup gündüz uyuyan gençlerimiz var. Çalışma hayatının içinde olması gereken gençler bunlar. Bunlarla ilgili bir tek kelime duymuşluğumuz yok. Çiftçinin hâli perişan. Bütçeye, koya koya ancak 22 milyar para konmuş, onu da nasıl dağıtacaklar belli değil. Süt üreticileri, besiciler gitmiş. Şu anda inekler kesiliyor. Pandemi ile birlikte gıda güvenliği ve gıda erişiminin ne kadar önemli olduğunu anladık. Böyle bir sistemde, bunlara yönelik ne yapılması gerektiğini Sayın Bahçeli’den hiç duymadık. Ama bu konularda epeyce sert konuşmaları mevcut.

Çakır: Anayasa Mahkemesi’ne de, Türk Tabipleri Birliği’ne de bunları söyledi.

Akşener: Türkiye’de yargının durumu perişan. Çok vahim bu. Anayasa Mahkemesi, bir milletvekili için, Sayın Enis Berberoğlu için bir karar veriyor. Yerel mahkeme bunu reddediyor. İçişleri Bakanı, Anayasa Mahkemesi’ne ayar veriyor. Ve bugüne kadar da hiçbir şey olmadı. Şoktayım. Anayasa Mahkemesi’nin varlığı, Anayasa’yı korumak ve onun doğru uygulanmasını sağlamak.

Çakır: Şimdi aynı Anayasa Mahkemesi’nden HDP’yi kapatması isteniyor.

Akşener: Evet, böyle bir durumdayız.

Çakır: Meral Hanın, sizden bir cevap alacağım var: Siz o gün, yanılmıyorsam FOX Tv’de İsmail Küçükkaya’nın yayınına çıkıyordunuz. Selahattin Demirtaş’la, yaptığım yazılı söyleşide “Ben dışarıda olsaydım, bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve ‘Kahvaltıya geldik’ derdim” cevabını vermişti. O programda size bu konudaki görüşünüzü sordular. Siz belki de spontane bir şekilde cevap verdiniz.

Akşener: Hiç haberim yoktu biliyor musunuz? O soru program esnasında geldi; daha öncesinde haberim olmadı.

Çakır: Üzerinden epeyce zaman geçti. Tepkileri de gördünüz. Tartışmalar da oldu. Bu röportaj bugün yapılmış gibi size sorsam, o cümleleri söyleyen Selahattin Demirtaş’a ne yanıt verirsiniz?

Akşener: Aynı şeyi söylüyorum. Oradaki mesele şu: “Kan davası” dediğim şey, bir davaysa bu, o dava, her birimiz için PKK’dır. Daha net olarak konuşalım. Sürekli olarak HDP üzerinden bize çemkiriliyor: Bir kesim, “HDP’ye olumlu bak” diye çemkiriyor. Diğer kesim de “Sen HDP ile yan yanasın” diye çemkiriyor. Burada görülmeyen şey, her iki tarafın da Türk olması. Herkes, bulunduğu yerden tanzim yapıyor; içeriyi bilen sıfır. Hata burada. Birincisi bu.

HDP’ye suçlamalar var. Bu suçlamaların cevabını Meral Akşener’e sormak yanlış. Sayın Kılıçdaroğlu’na sormak da yanlış. Bu suçlamaların cevabını verme irâdesini gösterecek veya göstermeyecek olan, HDP’li yöneticilerdir. Ama iş o kadar birbirine karışıyor ki, bir süre sonra Kürtler’e hakaret ediliyor.

Çakır: “Olay HDP’den çıkartılıp Kürtler’e döndürülüyor” diyorsunuz.

Akşener: Evet. Bakın, 31 Mart’a giderken ne yapıldı? Bizim 29 Belediye Meclis üyesi ve belediye başkan adayımızın ortak noktası, Kürt kökenli olmaları. CHP’de de bu sayı 130 civarında. Yeni Şafak gazetesi, bizim ve CHP’nin adaylarını kimlik numaralarıyla yayınladı PKK’lı diye. Bu suçtur. Hiçbir mahalle öbürünü görmüyor. İyi şeyler yapmaya çalışanı ve neler çektiğini iki mahalle de görmüyor. Ben Üsküdar’da ikamet ediyorum. Sayın İçişleri Bakanı çıkmış, Sayın Temel Karamollaoğlu ile birlikte, Kandil’le sözleşme imzaladığımızı iddia ediyor. Islak imzalarımız varmış. Bakın ipin ucu nereye gitmiş. Devlet yönetmek ciddiyet ister, ciddiyetinizi takının. Sen İçişleri Bakanı’sın. Temel Bey ve ben, terör örgütünün en üst düzey yöneticileriyle böyle bir kâğıt imzalamışsam, gereğini yap. Terörün içi boşaltılıyor, Kandil’le bilmem ne yapmanın içi boşaltılıyor. Bu, iğrençliktir. Türkiye’nin ciddiyetini, bütün ilkelerini ve bizlerin konuşma imkânını da ortadan kaldıran bir ciddiyetsizliktir. Bununla mücadele ettik. Arkasından, Sayın Kılıçdaroğlu ile Bursa’da miting yapıyoruz. Demin o sözünü ettiğim 29 arkadaşımızdan biri Kocaeli’nden. Kendisini Bursa’ya çağırdım, konuşma yaptıracağım. Muş’lu bir arkadaşımız. Bakın Ruşen Bey, dikkatinizi çekmek istediğim şey o; sizlerin de gözünden kaçan nokta bu. Kendisine “Abdullah ne diyeceksin?” diye sordum. Bana gözleri dolu dolu, “ ‘Ben Kürdüm, ama PKK’lı değilim’ diyeceğim” cevabını verdi. Gözünüzden kaçan bu işte. HDP üzerinden, ister alkış, ister sopa çekilen bir sistemde, o perdenin hop bu tarafa kayması. “Ama”yı koymuşlar. Bu ülkede her Kürdün PKK’lı olduğuna dair bir inanç olduysa, buna kanaat ettiyse bu insanlar, çok vahim. “O ‘ama’yı kaldır” diye nasıl yüksek sesle bağırmışım biliyor musunuz? Sonunda Abdullah çıkıp konuşmasını yaptı: “Ben Kürdüm, PKK’lı değilim” diyerek bitirdi. 

Şimdi, HDP, önce sorulara bir cevap vermeli. Çünkü soru ona. Bana FETÖ soruları soruldu, ona cevap verdim. Sonra, “Kandil’le anlaşma imzaladınız” dendi, ona da cevap verdim. Sonra bu “ama” meselesini gördüm, “Merhaba teröristler!” dedim. Sayın Erdoğan ne dedi? “Defolun gidin” dedi.  Sonuçta, HDP’ye 6 milyon oy veren seçmenin, 6 milyonunun da PKK’ya “evet” diyen insanlar olduğunu düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz. Zaten yanmışız o zaman. Dolayısıyla, herkese düşen işler var. 

Ben bu konuda kendi mahallemden çok eleştiri aldım. Mesela bana, “Selahattin Demirtaş önce gitsin şehit evine, onlardan özür dilesin, icâzet alsın, ondan sonra senin evine gelsin” dendi. Ama ben Anadolu’nun bir geleneğini söyledim. İnsiyâkî olarak söyledim, biliyor musunuz? Aksaray’da da, düşmanının kapısını çalsın. O evin yaşlı teyzesi kapıyı açtığında, delikanlılar dişini sıksa dahi, düşman da olsa, kanlısı da olsa, o evde durur. Ben aynı yerde duruyorum. Türkiye’de bu yapılanlara, bu perspektif kaymasına herkesin “Dur” demesi gerekiyor. Biz bu konuda çok açık ve netiz. Mesela, Sayın Kılıçdaroğlu, “HDP, PKK ile arasına mesafe koyduğunu söylesin, hay hay” diyor. Biz nelerle suçlanıyoruz? Biz, HDP, CHP ve Saadet Partisi ile anasaya hazırlamışız. HDP, “Hayır” diye açıkladı. Her seferinde HDP bir şeye cevap vermek zorunda kalıyor. Herhalde onlar açısından da artık bıkkınlık verici bir durumdur. Saadet Partisi genel başkan seviyesinde, CHP aynı şekilde, biz de, hem parti olarak hem bizzat ben, hepimiz “Hayır” dedik. Ama AK Parti’de Ömer Çelik çok ağır ve kötü sözler söyleyerek reddetti. Onun sözleri makbul sayıldı, bizimkiler sayılmadı. Onun için, çok zorlu bir alanda mücadele ediliyor. Mümkün olduğunca, ihtilâf sahalarında dürüstçe cevap verilmesinde fayda var. Biz mâkûlün peşinde koştuğumuz için, insanların taleplerinin, ihtiyaçlarının sözcüsü olmaya gayret ettiğimiz için, daha fazla sopa yiyoruz. Hem bu taraftan hem öteki taraftan yiyoruz sopaları; ama olduğumuz yerde de duruyoruz.

Çakır: Kemal Bey’e sorduğum bir soru var. Zaten kendisi daha önce açıklamıştı, ben tekrar sordum. “Evet” diye cevapladı. Size de aynı soruyu soracağım: Sizi de dinliyorlar mı?

Akşener: Bilmiyorum. İlgilenmiyorum da. Psikolojik harbin şöyle bir özelliği vardır: Çok güçlü bir yapıysanız, gizem oluşturabilirsiniz. Bu, şirketler için de geçerlidir. Biz sistemde küçük başladığımız için şeffafız. Eğer durumunuz daha küçük ya da orta karar ise, düşmanınız bir devletse, rakibiniz bir şirketse veya siyasetse, o zaman şeffaf ve açık olmak zorundasınız. Ben genel başkan olarak, partimde şeffaflığı bir strateji olarak belirledim. Bir dinlenme imkânı varsa, arkadaşlar daha rahat dinlesin diye, benim odamın bütün penceresi açıktır. Her şeyimiz açıktır. Ben insanları Whatsapp yerine, hep normal hattan ararım. Zaten bir soru sorulduğu zaman açıklığıyla cevap vermeye gayret ederim. Böyle bir durumumuz var. Bilmiyorum.

Çakır: Yine de bir parti olarak mahreminiz vardır. Stratejiler, teknikler…

Akşener: Bütün her şeyimiz özel olarak açıktır. Çünkü bunu bir strateji olarak belirledik. Dediğim gibi biz daha yeniyiz; herkes birbirini yeni tanıyor. Çok gizemli, gizli saklı olduğumuz zaman, kendi içimizdeki çarptırılmanın da önüne geçmiş oluyoruz. Ben 27 yıldır aktif politika yapıyorum. Şahit olmadığım hiçbir şey kalmadı.

Çakır: Biliyorum. Bir kısmını biz de bir gazeteci olarak yaşadık.

Akşener: Şahit olmadığım hiçbir şey kalmadı. Bu konuları bilmiyorum, hiç de merak etmedim. Mesela, bize 2800 civarında aday adayı müracaat etti. 2800 insana tek tek bakamazsınız. Başkanlık Divanı’nda komisyonlar kurdum; onlar rakamı indirdiler. Kaç kişiye indirdiler tam hatırlamıyorum, 700 civarıydı sanırım. İzmir milletvekilimiz, o zaman Genel Sekreterimiz Sayın Aytun Çıray, bana “Biz önlem almak amacıyla, bunların FETÖ iltisaklı olup olmadıklarını öğrenmek için Emniyet’e ve MİT’e üst yazıyla soralım” dedi. Ben “Yapalım” demedim, Başkanlık Divanı’na getirdim; karar verdik ve sonuç itibarıyla yazıyı yazdık. Bizde başarı da başarısızlık da ortak, bunu anlatmaya çalışıyorum. Çok ilginç bir şey oldu: FETÖ iltisaklı çıkmadı, ama Balyoz ve Ergenekon’dan cezaevinde yatmış, bizden aday olmuş arkadaşlarımızın biri hariç tümünün terör örgütü üyesi olduğu cevabı geldi. Ondan sonra üzerine gidildi de mahkemeler sonlandı ve başkalarının da işine yaradı. Biz o derece açığız.

Çakır: Bu arada, sizi, Buğra Kavuncu meselesini MİT’e sorduğunuz için eleştirenler de oldu. 

Akşener: Evet. Zaten onun için anlatıyorum. Bunu defalarca anlattım, son kez anlatayım. Bir arkadaşınız size geliyor ve “Sizin İstanbul İl Başkanınız FETÖ’cü” diyor. Önce, fezlekeniz sebebiyle sizden grup başkanlığı isteniyor. Siz “Evet” diyorsunuz. Onun bir altını hazırlayalım. O arada da, “Yanında da böyle böyle” deniliyor. Siz de “Bu sözle olmaz, bu çok önemli bir itham. Bunun bilgisi, belgesi var mı?” diyorsunuz. Resmî bilgi, belge gelmiyor, ama duyumlar yazılıyor. Sonra “Bu duyumlar nereden?” diye soruyorsunuz. Size “MİT, Jandarma ve Askeriye’den” deniyor. Ben bu ülkede İçişleri Bakanlığı yaptım. Soruların nasıl sorulması gerektiğini ve resmî olarak sorulması gerektiğini bilirim. Ben Sayın Soylu’yu niye aramıyorum? Çünkü bana Emniyet istihbaratı denmedi. Denseydi Sayın Soylu’yu arardım. Ama orada ilginç bir şey oldu. Sayın Perinçek ile ilgili arkadaşımız, “Devlet, Meral Akşener’e doğru bilgi vermez” dedi. En ilginci budur. Devlet yalancıymış, ben bir yaşıma daha girdim. Gençler için söylüyorum: Devlet bilgi verir. Bilgi verdiği zaman gerçeği söyler. Eğer verilemeyecek bir bilgiyse, onu da “Bu bilgiyi size veremeyiz” diye net bir şekilde söyler.

Çakır: CHP lideri Kılıçdaroğlu’na yönelik, Alaattin Çakıcı’dan çok açık ve net tehditler geldi. “Alaattin Çakıcı” ve “ülkücülük” hep birlikte anılıyor. Yayın boyunca söylediniz, zaten bilen de biliyor. Siz de ülkücü kökenlisiniz. 

Akşener: Evet, gençliğimden beri öyle.

Çakır: Bir redd-i mîras da yapmadınız.

Akşener: Hayır, hiçbir zaman yapmadım.

Çakır: Nasıl bir duygu bu? Bu olayları görünce ne hissediyorsunuz? 

Akşener: Bir televizyon programında, bir arkadaş bana, ülkücülerle ilgili maço bir soru sordu. Öncelikle şunu söyleyeyim: Çevrenizde arkadaşlarınız vardır. Aslında ideolojik yapılar şehirlidir. Mesela, sol ve sosyalizm proletarya ihtilâlini öngörür. İşçi üzerine ve Çin’de olduğu gibi bazı yerlerde, köylü üzerine pergelin ucunu koyar; ama yürütücülerinin tamamı şehirlidir. “Milliyetçilik” kavramı da şehirli bir kavramdır. Milliyetçi olmanız için veya herhangi bir ideolojik yapının içinde yürütücü olabilmeniz için, önce karnınızın doyması lâzım. Ondan sonra başka şeylere göz gezdirebilirsiniz. Şehirli, entelektüel birikimi, müktesebatı olması gereken insanlar olduğu için, ben, ne 80 öncesinde ne de sonrasında, böyle höt höt insanlara hiç rastlamadım. Birincisi bu. Sayın Bahçeli’nin “Ülkücülerin elinde silah değil, bilgisayar olacak” diye bir açıklaması vardı.

Çakır: Evet, hatırlıyorum.

Akşener: Siz ülkücülerle ilgili benden de röportaj ve yorum alıp, bir kitap yazdınız. Oradaki ortak nokta, orada hep bir entelektüel birikim olmasıydı. Sizin o kitabınızı okudum. Siz bu insanları, birilerini tehdit eder mesafesine indirirseniz, bu câmia açısından büyük haksızlık olur. Bu tarz ideolojik yapıların, mertliği öndedir. Bir: şehirlilik; iki: mertlik. Bir de,  idealizmin yanında romantizm de vardır. Biz Kürşat’ları, Bilge Kaan’ı, Mete Han’ı okumuşuz. Daha sonra gelmişiz, Ziya Gökalp’i, Mümtaz Turhan’ı, Erol Güngör’ü, Nihal Atsız’ı okumuşuz. Böyle bir noktada, bir mafya unsuru, ana muhalefet partisi genel başkanını, liderini tehdit ediyor. Tamam, bunlar zamanında hepimize oldu. Ama “Türk milliyetçiliğinin siyasî organizasyonu” olarak tanımlanan bir siyasî partinin genel başkanı ve lideri de “Bu benim dava arkadaşım” diyor. Bu, Türk siyaset tarihinde ilk defadır. Benim evim basıldı mesela, bunlar olur. Sayın Kılıçdaroğlu’nu da daha evvel linç etmeye kalkıştılar. Olmamalıdır, ama oluyor.

Çakır: Genellikle de yapanın yanına kâr kalıyor.

Akşener: Bu dönemde kâr kalıyor. Eskiden böyle değildi. Hepsi beraat ediyor. Ama asıl ilginç olanı şudur: Önce Adalet Bakanı “reform” dedi. Arkasından Sayın Erdoğan, hem ekonomide hem yargıda reform meselesine, “evet” dedi. Sonra Sayın Kılıçdaroğlu tehdit edildi. “Dava arkadaşım” dendi. Sayın Kılıçdaroğlu’na tekrar ok atıldı. Sayın Kılıçdaroğlu, arkadaşlarıyla birlikte bizi ziyarete gelmişti. Ben de o zaman “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” diye tanımlamıştım. 

Çakır: Yani “Reform yapma!” mesajı.

Akşener: “Reform filan yok, haydi bakalım” dendi. Radyo düğmesindeki bir ayar. Bülent Arınç’ın konuşması, Sayın Erdoğan’ın bilgisi dışında olabilir mi? Olmaz. Bu konuşma yapıldı, üç gün sonra Sayın Erdoğan rencide oldu. Balon uçtu, bakıldı ve rencide olundu.

Çakır: Sonuçta reform olmayacak mı?

Akşener: Dış politikaya bağlı olarak… Mesela ben Amerika Birleşik Devletleri’nde Joe Biden’ın gelişini okumaya çalışıyorum. Gazetecimsi, akademisyenimsi trollere de çok acıyorum. Sayın Erdoğan yakın zamanda onlardan rencide olabilir. “Trump kazanır” denildi. Bizim iktidar, takım tutar gibi Trumpçı oldu. Trump gidiyor, Biden geliyor. Biden iyiymiş kötüymüş konusunu tartışmıyorum. Ama bizim ilişkilerimiz kurumsal olsa, ha Trump gelmiş, ha öbürü gelmiş. Bu, Türkiye’yi etkileyecek bir durum olamaz. Ama bugün sanki kan davalısı gelmiş gibi oldu. 

Ben, şu anda o tarafa çiçekler atıldığını görüyorum. Sayın Erdoğan, “Biden’ın benim evime gelmişliği var” dedi. Şimdi ahbaplıklar hatırlatılıyor. Başka ne dedi Erdoğan? “Ekonomi ve yargıda reform dönemi başlatıyoruz.” Avrupa Birliği Liderler Toplantısı’nda Sayın Erdoğan’a “Hodri meydan” dendi. AB’den bir şey çıkmadı. Ama Doğu Akdeniz ile ilgili olarak çıkan karar şu: “Arkadaş, reform yapacağını ve daha aklı başında davranacağını söyledin. ‘AB ile yol arkadaşlığı yapacağız, birlikte yürüyeceğiz’ dedin. Hodri meydan, haydi bakalım, şekerim” dendi. Siz Fransız ekolüsünüz Ruşen Bey, bilirsiniz “şekerim”i. “Haydi bakalım, portakalları kesecek misiniz?”

Çok ilginç bir şey var: Macron’a hepimiz kızıyoruz, o ayrı bir konu. Fransız mallarına boykot ilân edilmişken, AB liderlerinin de bir kısmı çok popülist ve uzun bir zamandır Türkiye’yi iç politikalarının öznesi yapıyorlar. Orada hiçbir sorunumuz yok, onlar da aynı. Ben 1938’lerin dünyası gibi hissediyorum: Manyak ağırlıklı bir yönetim biçimi var; bu kadar açık söyleyeyim. Dolayısıyla AB, Sayın Erdoğan’a “Haydi bakalım, görelim” dedi. Şimdi göreceğiz. Atılacak adımların tamamı “şahsım” üzerinden atıldığı için, neye göre ne yapılacak, neye göre el sıkışılacak? Sonra bir bakarız ki Sayın Bahçeli de rencide olabilir.

Çakır: Meral Hanım, 1,5 saate yaklaştık. Konuşmadığımız şey kalmadı. En son dış politikaya da girdik. Bir izleyicimiz, “İYİ Parti’de çok tecrübeli isimler var. Ama dışarıdan bakıldığında, sanki İYİ Parti iktidarı dış politika konusunda çok fazla eleştirmiyor gibi” şeklinde yorum soru karışımı görüşünü iletti. Yanlış bir algı mı?

Akşener: Yok. Bir kısım seçmende, Sayın Erdoğan’ın şahsına düşmanlık önde olunca, bu, gözleri kör ediyor. Biz sistemi tartışıyoruz. Sistemi talep eden, Sayın Erdoğan. Bu sistem Türkiye’yi taşıyabiliyor mu? Hayır. Bu sistem, yargının içine tükürdü mü? Evet. Bu sistem eğitimi yok etti mi? Evet. Bu sistem ekonomiyi bu hâle getirdi mi? Evet. Bu sistem gençleri işsiz bıraktı mı? Evet. Bu sistem, yargı ve demokrasi olmadığı için ekonomiyi bu hâle getirdi mi? Evet. Bundan sonra bizim konuşmamız gereken, bu sistemin yanı sıra, ekonomi, yargı, hukuk ve eğitim olmak zorundadır. Biz meseleyi şahısların dışına çıkarıp, bireysel mânâda, “Sen şusun, sen busun” demeden, eylemler ve tutumlar üzerinden çok ciddi bir sistem eleştirisi yaptığımız için, seçmen bizi “Yürü, as, kes” kısmında göremiyor. Belki ondandır. 

Mesela, dış politikada biz ne yaptık biliyor musunuz? Mavi Vatan konusunda yapılan o anlaşmaya, Meclis’teki bütün partiler “Evet” oyu verdi. Ama Libya’ya asker gönderme konusunda, biz üç gün çalıştık. Milletvekillerine oylama yaptık ve biz Libya’ya asker gönderilmesine “Hayır” oyu verdik. Şimdi şöyle bir sorunumuz var: Bizleri arkadaşlarımız, çağrıldığımız yerlere, televizyonlara ve sizin gibi kaynaklara, en azından görünür olmak için gidiyorlar, gidecekler. Sizleri tenzih ederek söylüyorum, ağırlıklı konuşulan konular ciddi konular değil ki. “Siz HDP ile anayasa yaptınız mı?” “Buğra Kavuncu FETÖ’cü mü?” “Siz Tayyip Erdoğan’a göz mü kırpıyorsunuz?” Sorular hep bu minvalde. 

Seyircilerimize çok net bir şey söyleyeyim: Ben AK Parti’nin kurucu babalarından biriyim. En başında “Eyvallah” demişim. Bana hiçbir Allah’ın kulu da, “Ey Meral Akşener, neden ayrıldın?” dememiş. 

Çakır: Ben o günleri çok iyi hatırlıyorum.

Akşener: O zaman ben aptal yerine kondum. Çünkü bir tsunami gibi, bir sel gibi bir iktidar geliyor. Ve o zaman için de tecrübeli sayılan bir kadın politikacı, “Haydi bana eyvallah” diyor. Kendisine “Git” denmemiş, herhangi bir rencide edici davranışta bulunulmamış. Bana o dönemde “Neden?” sorusunu hiç soran olmadı. Çünkü insanlar, gelecek olan bir siyasî yapıya yönelik eleştirel bir söz duymak istemiyordu. Ben de sorulmayan hiçbir soruya cevap vermedim. Ben de onları gagalamadım. Çünkü ortada bir şey yok. Bana da kimse, “Sen neden ayrıldın, neden böyle bir şey düşündün?” diye kimse sormamış. Bakan ya da birçok şey olabileceksiniz. Sayın Erdoğan ile ailecek görüşüyorsunuz.

Çakır: Belki cumhurbaşkanı bile olabilirdiniz.

Akşener: Belki aradan o bile çıkabilirdi. Ben bunları hesap etmeyecek kadar aptal olamam. Ama bana “aptal” muamelesi yapıldı. Değerli seyirciler, sevgili arkadaşlarım, ben ilke insanıyım. Oradan ayrıldım. Daha sonraki fasılda, 2015’te, bana başbakan yardımcılığı teklif edildi. İstesem giderdim.

Çakır: Tuğrul Türkeş’in gittiği gibi.

Akşener: Tabii, niye bu kadar uğraşayım? Ne FETÖ’cülüğüm, ne PKK’lılığım kaldı. Evim basıldı. Bunlara ne gerek vardı? Aradan bir başbakan yardımcılığını da devreden çıkarmış, milletvekilliği devam eden bir vatandaş hâline gelirdim. Değerli arkadaşlar, milletvekili değilim, dokunulmazlığım yok. Emekli maaşımın dışında, siyâsetten herhangi bir gelirim yok. Gerçekten buna inanılmasını istiyorum: İlk defa, aldıklarımı ödüyorum. Onun için de çok hesap kitap yapmıyorum. Ne bu sandalyemin hesabı kitabı var ne de başka bir hedefle ilgili hesap kitap var. Sadece, Türkiye’nin nefes almasını istiyorum. İnanıyorum, seçmenimizin, her bir vatandaşımızın teveccühüyle, Allah bize yönetme imkânını tanıyacak. Dış politikada da, ekonomide de, hukukta da gerçekten inanılmaz bir kadromuz var. İnşallah onları tanıtarak oylarınızı isteyeceğiz,; oy vermenize de vesile olacaklar.

Çakır: Son bir soruyla bitirmek istiyorum. Biliyorum, siyâsetçiler hipotetik sorular sevmez ama…

Akşener: Olsun.

Çakır: Siz şimdi MHP’de Genel Başkan oluyordunuz.

Akşener: Evet.

Çakır: O kongre yasalara göre olsaydı, MHP genel başkanı oluyordunuz.

Akşener: Evet, öyle görünüyordu.

Çakır: Bence kesin oluyordunuz. Ama Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın da katkılarıyla, sizin olmanızı engelledi. Siz şimdi bazı arkadaşlarınızla birlikte başka bir şeye yöneldiniz. Dönüp baktığınızda, “Her işte bir hayır varmış” diyor musunuz?

Akşener: Ben inançlı bir insanım. Durmuş Yılmaz’a çok değer veriyorum. Onun deyimiyle “dinin pratiği”ni de yerine getiriyorum. Yani ibadet eden bir vatandaşım. İnancım var. Evet. Her işte bir hayır vardır, bu bir. İkincisi, rahmetli annemin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Kul kurar, kader gülermiş.” Dolayısıyla, çok aşırı hesap kitap yapmıyorum. “Olanda hayır vardır” derler. Determine baktığımız zaman da, olan güzeldir. Farkındaysanız çok net cevap verdim.

Çakır: Evet, öyle oldu. Çok sağ olun Meral Hanım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.