Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın başörtüsü sorunu

DEVA Partisi kongresinde Ali Babacan’ın gözlerinin dolmasıyla başlayıp, eski CHP milletvekili Fikri Sağlar’ın sözleriyle tırmanan yeni başörtüsü tartışması, bu konunun zamanla ne ölçüde değişmiş olduğunu bizlere gösteriyor. Artık Türkiye’nin yok ama Erdoğan’ın bir başörtüsü sorunu var.

Yayında sözünü ettiğimiz Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığımız 21 Haziran 2019 tarihli söyleşimiz için tıklayınız.

Yayına hazırlayan: Senem Görür

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Türkiye’nin uzun bir süredir bir başörtüsü sorunu yok. Başörtüsüyle ilgili yasaklar kademe kademe kalktı ve şu anda böyle bir sorundan bahsetmek kesinlikle mümkün değil. Fakat başörtüsü yine siyasetin gündeminde bayağı bir yer edindi. Bunun ilk ateşleyicisi Ali Babacan’ın DEVA Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada kardeşlerinin zamanında yaşadığı mağduriyeti anlatırken gözlerinin dolması idi. Bu bir tartışmayı başlattı. SHP ve CHP eski Milletvekili Fikri Sağlar, Halk TV‘de canlı yayında, başörtülü bir yargıca güven meselesini ortaya atınca, iktidar sözcüleri hemen bunu bir fırsat olarak görüp yeniden bir başörtüsü tartışması ve kendileri açısından mağduriyet yaratmak istediler. AKP sözcüsü Ömer Çelik, çok sevdiği faşizm kavramını bir kere daha kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu değerlendirmek istedi. Fakat işin tabii burada bir ilginç yönü, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, yanında Parti Meclisi üyesi Sevgi Kılıç da olduğu bir şekilde açık ve net olarak Fikri Sağlar’ın görüşlerine katılmadığını söyledi. Tartışmayı orada aslında bitirdi. Bitirmiş oldu, bitirmiş olması gerekiyordu. Ne var ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, cuma çıkışında özellikle vurguladı. Fikri Sağlar’ın sözlerinden hareketle, “CeHaPe zihniyeti” ve başörtüsü düşmanlığı iddialarını tekrarladı. Fakat Sevgi Kılıç olayı söz konusu olduğunda onu bir “vitrin mankeni” olarak tanımladı. 

Şimdi burada söylenecek çok husus var. Öncelikle vitrin mankeni meselesine gelecek olursak, kaderin garip bir cilvesi diyelim. Dün İsmail Saymaz bunu Sözcü’deki köşe yazısında da yazmış. Ama İsmail tabii o tarihlerde henüz gazeteci değildi. Bu olay 1993 yılı sonunda Erdoğan’ın İstanbul İl Başkanı olduğu, Refah Partisi İl Başkanı olduğu dönemde yaşanan bir olay. İzleyenler bilir, gazetecilik hayatımı anlattığım “Gomaşinen” podcast dizisinde bu konuya geniş yer vermiştim. Erdoğan’ın dünürü gazeteci Sadık Albayrak’ın zamanında nasıl Erdoğan’ı, İl Başkanı Erdoğan’ı suçladığını anlatmıştım — benimle yaptığı bir röportajda. O olayı biraz hatırlayalım. Adnan Hocacılar’ın içinde yer alan eski güzellik kraliçesi Gülay Pınarbaşı, Adnan Hocacı olduktan sonra Refah Partisi’ne katıldı. Bu olayın tarihine bakıyorum, 12 Aralık 1993. Ben de gazeteci olarak oradaydım, Atatürk Spor Salonu’nda idi yanılmıyorsam, Gülay Pınarbaşı’na rozetini, daha önce katılmış olan, başı açık –öyle, özellikle vurgulanıyordu– diş hekimi Filiz Ergün takmıştır rozetini. Bayağı bir olay olmuştu. Ben de Milliyet gazetesi adına izlemiştim bu olayı, bu transferi diyelim ve o tarihte başkaları tarafından “vitrin mankeni” olarak suçlanmıştı. Milli Gazete’nin başyazarı Sadık Albayrak da bunu Refah bilgisayarına sızmış virüs olarak tanımlamıştı ve Erdoğan’a çok sert çıkmıştı. Ama biz “vitrin mankeni” kısmını alalım. Kendilerini laik olarak tanımlayan kesimler, Refah Partisi’nin bu açılımını vitrine manken çıkartmak olarak tanımladılar ve önemsemediler, dalga geçtiler. Ne var ki olaydan 4 ay sonra, Mart 94 yerel seçimlerinde, Erdoğan İstanbul’da, Melih Gökçek Ankara’da Refah Partisi adayı olarak kazandılar. Bu “vitrin düzenlemesi” diye anlatılan husus aslında Refah Partisi’nin kendinden olmayan kesimlere ulaşmasında yardımcı olmuştu. Yıllar sonra –94’ten 2021’e kaç yıl oluyor? 27 yıl sonra– Erdoğan, bu sefer CHP’nin başörtülü Parti Meclisi üyesini “vitrin mankeni” olarak suçluyor. Bu da bize aslında Türkiye’deki başörtüsü sorununun bittiğini, fakat Erdoğan için bir başörtüsü sorununun söz konusu olduğunu gösteriyor. O da nedir? Başörtüsü meselesi artık Erdoğan ve onun gibi düşünenlerin tekelinde bir mesele olmaktan çıktı. Zaten mesele olmaktan çıktı. Ama başörtülüler sadece Erdoğan’la birlikte anılan bireyler olmaktan çıktılar. CHP’nin Parti Meclisi üyesi Sevgi Kılıç, Beykoz İlçe Örgütü’nden gelen bir avukat, genç bir avukat kadın ve bayağı da CHP’li. Görüyorsunuz başörtüsü ile CHP’liliği arasında bir sorun görmüyor. Bildiğim kadarıyla İstanbul yönetiminde de bir başörtülü var. CHP’nin içerisinde başörtülülerin sayısı artıyor. Sadece CHP’de değil, birçok partide, özellikle HDP’de çok ciddi ölçüde başörtülü kadınlar var — ki bunlardan birisi Hüda Kaya, çok öne çıkan bir profil; geçmişte başörtüsü yasağı döneminde kendisi ve ailesi mağdur olmuş bir isim. O da HDP’de, başkaları da var HDP’de. Bu olay Erdoğan’ı çok ciddi bir şekilde rahatsız ediyor ve bunu göstermelik olarak tanımlamaya çalışıyor. Fakat işin aslı böyle değil. 

Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanı olduktan kısa bir süre sonra üniversitelerdeki başörtüsü yasağının nihâî olarak sonlandırılmasına açık bir şekilde destek vermişti. Dönemin YÖK Başkanı, şu anda Gelecek Partisi’nde yer alan Yusuf Ziya Özcan da bizzat kendisine teşekkür etmişti. Yanılmıyorsam Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de teşekkür etmişti ve Kılıçdaroğlu o tarihten itibaren dindar kesimlere ulaşma konusunda, ulaşamasa bile o kesimle aralarındaki mesafeyi kısaltmada –ortadan kaldırma pek mümkün olmaz, ama mesafeyi azaltma konusunda– bayağı bir çaba sarf ediyor. Bunu bir gazeteci olarak ben de gözlüyorum. 

Bu konuda, başörtüsü meselesi tabii ki anahtar bir rol oynuyor. Bakıldığı zaman Türkiye’deki İslâmî hareketin en öne çıkan konularından birisi başörtüsü, diğeri de İmam-Hatip liseleri idi. Ama en birincisi başörtüsüydü. Başörtüsü, zamanında 28 Şubat sürecinde yaşananları da yakından gözleyenler bilir ki, esas olarak kadınların bir meselesiydi. Erkekler, işler ciddiye bindiği andan itibaren belli bir aşamada, kadınları çok ciddi bir şekilde yalnız bırakmışlardır. Geçmişteki başörtüsü mücadelesi içerisinden birçok kadın bireyselleşti. Yani toplu halde yapılan, bir hareket hâlinde yapılan mücadele içerisinden kendi ayakları üzerinde duran çok sayıda kadın çıkardı, çıkarmaya da devam ediyor. Gezi hareketi bunu bize gösterdi. O dönemde Gezi’de çok ciddi sayıda başörtülü genç kadının –sadece gençler değil, ama özellikle gençlerin– Gezi’de aktif bir şekilde yer almaları birçok kişinin kafasını karıştırdı. Birçok kişi derken, başörtüsü üzerinden kutuplaşmış olan kesimler ve onların önde gelenlerinin kafasını karıştırdı. Ardından Anti-Kapitalist Müslümanlar ve benzeri solla ilişki içerisindeki, doğrudan ya da dolaylı ilişki içerisindeki küçük inisiyatifler de, İslâmî hareket içerisindeki küçük inisiyatifler de, ciddi sayıda kadının katılımıyla kendilerini gösterdiler ve adım adım bir kopuşa tanık oluyoruz. Tabii ki olayın büyük bir çoğunluğunu oluşturan kesimlerin, AKP başta olmak üzere İslamcı partilere ilgi gösteriyor olması gerçeği ortada duruyor; ama CHP dahil diğer partilerin de bu konuda çok ciddi bir gelişme katettiklerini, en azından başörtüsü konusundaki önyargılardan büyük ölçüde arındıklarını görüyoruz. İşte bu Erdoğan’ı özel olarak rahatsız ediyor. 

Kemal Kılıçdaroğlu, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde kendisiyle Medyascope için yaptığım röportajda uzun uzun bu konuyu anlatmıştı. O röportajı konuyla ilgilenenlerin bulup tekrar izlemesini öneririm. Nasıl birtakım dindar çevrelerle buluştuğunu ve oralarda neler tartışıldığını anlatmıştı. Örneğin bir grup vâize ile buluşmuş, bir organizasyon olmuş. Orada her türlü soruyu, eleştiriyi dinlemiş ve kadınlardan birisi demiş ki, “Bu seksen yıl geç kalmış bir buluşma.” Kılıçdaroğlu da hiç itiraz etmemiş, kabul etmiş ve bunun sorumlusunun kendileri olduğunu da kabul etmiş. Yani işte hepimiz suçluyuz, hepimizin sorumluluğu var dememiş ve bunun sorumluluğunun kendilerinde olduğunu söylemiş. Bunu birçok ortamda yaptığını, bu konuda özel bir çaba içerisinde olduğunu biliyorum. Benim bildiğimden daha fazlasını da herhalde ülkeyi yönetenler biliyorlardır. Ben rahatsız değilim, ama ülkeyi yönetenler ciddi bir şekilde bundan rahatsızlar. İşte burada zaten dananın kuyruğu kopuyor ve bu nedenle, parti içerisinde hiçbir yetkisi ve etkisi olmayan Fikri Sağlar’ın –tabii ki siyasî geçmişi nedeniyle bir ismi var– bu sözleri bütün CHP’ye mal edilemez. Fikri Sağlar hakkında bugün soruşturma da açmış yargı. Bu da bana zamanında yargının açtığı, her önüne gelen açıklamaya açtığı irtica soruşturmalarını hatırlatıyor. Görüldüğü gibi yöntemler aynı. Sadece aktörler değişmiş, aynı kafayla gidiliyor. Şimdi geçmişte irtica ile mücadele etme iddiasındaki devletin yerine, şimdi de, işte ne denebilir? “Tersten irtica”yı mı diyelim? Ona karşı mücadele etmeyi kendine görev bilmiş, her türlü ifadeyi suç unsuru olarak gören bir devlet anlayışına geldik. 

Evet, Fikri Sağlar’ın sözlerini CHP’ye mal etme gayretlerini, CHP’nin liderinin özellikle başını çektiği bu açılım siyasetinden duyulan rahatsızlık tetikliyor. Kılıçdaroğlu’nun bu konuda işinin kolay olduğu söylenemez. Çünkü CHP’nin gerçekten bir mirası var ve parti içerisinde yerleşmiş, tabanda ve kadrolarda bu konularda önyargı ve alerjisi olan çok kesimler var ve bunların da Kılıçdaroğlu’na çok yardımcı olmadığını biliyoruz. Fakat örneğin Kılıçdaroğlu Erbakan’ı anma toplantısına gittiğinde, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun davetine icabet edip gittiğinde, Temel Karamollaoğlu’nun Sivas Katliamı zamanında Refah Partisi’nin Belediye Başkanı, Sivas Belediye Başkanı olmasından hareketle Kılıçdaroğlu’nu suçlayan çok kişi olmuştu. Şimdi o eleştirilerin bayağı bir azaldığını görüyoruz. Benzer şekilde muhafazakâr kesimlere yönelik açılımların, onların hoşuna gidecek bazı açıklamaların ve duruşların sergilenmesinden rahatsız olanların da, özellikle 31 Mart yerel seçimlerinden sonra pozisyonlarını kontrol ettiklerini, gözden geçirdiklerini ve değiştirdiklerini de görüyoruz. Çünkü orada ne gözüktü? 31 Mart’ta özellikle İstanbul’da çok daha net bir şekilde gözüktü. Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyasında, kampanya sırasında yaptıklarında görüldü. İnançlara saygılı, yaşam tarzlarına saygılı bir laiklik pozisyonu alındığında CHP o zamana kadar ulaşamadığı kesimlere pekâlâ ulaşabiliyor. En azından onların düşmanlığını almayabiliyor. 31 Mart’ta ne kadar oldu bilmiyorum, ama tekrarlanan seçimde Ekrem İmamoğlu’nun oylarının artmasında bunun çok ciddi bir şekilde etkili olduğu kanısındayım. AKP’ye oy vermiş birçok insanın –ikinci turda diyelim, böyle bir saçmalığı da yaşamıştık biliyorsunuz– Ekrem İmamoğlu’na yönelmesinde çok ciddi bir şekilde onun muhafazakâr kesimlerin hoşuna gidecek birtakım hal ve davranışları da etkili olmuştur. 

Toparlayacak olursak, bu mesele Erdoğan’ın meselesi. Artık başörtüsünden çok da fazla istifade edemedikleri, başları sıkıştığı zaman 28 Şubat ve başörtülü bacılarımız muhabbeti yapamamalarının verdiği bir rahatsızlık söz konusu. Yine hatırlanacaktır İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmeye kalktı Erdoğan. Ama kendi içerisinden de çok ciddi bir direnişle karşılaştı. Başörtülü kadınlar son dönemde iyice güçlenen kadın hareketinin içerisinde daha güçlü bir şekilde yer almaya ve kadın haklarını daha fazla savunmaya başladılar. Hâlâ AKP içerisinde olanlar da var, ya da kadın meselesiyle ilgilendikçe AKP ile aralarına mesafe koyanlar da var. Kadın hareketinin bu şekilde tüm kesimleri kucaklayarak güçleniyor olmasının da Erdoğan’ı çok ciddi bir şekilde rahatsız ve tedirgin ettiğini düşünüyorum. Elinden çok önemli bir kozun kayıp gittiğini görüyorum. Bundan sonra, tabii ki hâlâ CHP’nin içerisinde başörtüsü konusunda çok sert, katı, sekter pozisyonları muhafaza edenler çıkacaktır. Ama bundan sonra benim gördüğüm kadarıyla başörtüsü esas olarak Erdoğan’ın ve AKP’nin sorunudur. Bunu nasıl çözeceklerini bilmedikleri için de yargıya başvurarak ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek olan görüşleri kriminalize ederek buradan çok büyük iddialar ve çok büyük tehlikeler, tehditler üretmeye çalışarak varlıklarını sürdürmek isteyecekler. Fakat bunun pek bir işe yarayacağını sanmıyorum. Çünkü artık başörtüsü meselesinin öznesi kadınların bizzat kendileri ve kadınlar da bu başörtüsü konusunun erkek egemen partiler ve zihniyetler ve iktidarlar tarafından başları sıkıştıkça kullanılıyor olmasına eskisinden daha güçlü bir şekilde itiraz ediyorlar. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.