Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (21): Yaşadığım Boğaziçi Üniversitesi

Gazetecilik anılarımın 21. bölümünde 1982’de girdiğim, okurken üç yıl sonra Nokta Dergisi’nde gazeteciliğe başladığım ve bitir(e)mediğim Boğaziçi Üniversitesi yıllarımı anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba iyi günler. “Gomaşinen”in 21. bölümü aslında bir özel bir kayıt olarak görülebilir. Çünkü burada gazetecilikten çok fazla bahsetmeyeceğim. Boğaziçi Üniversitesi’ni anlatmayı düşünüyorum. Mâlûm, Boğaziçi Üniversitesi gündemde. Melih Bulu adındaki profesörün, Haliç Üniversitesi rektörlüğünden, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Boğaziçi’ne paraşütle atanması, buna yönelik tepkiler, protestolar biraz azalmışa benziyor ama, bu kolay kolay yatışacak bir şey değil. Bütün bu süreç içerisinde Boğaziçi Üniversitesi çok fazla gündeme geldi. Olayın yanlışlığı bir yana, üniversitenin kendisi de tüm Türkiye’nin gündeminde bir fenomen olarak karşımıza çıktı. Lâf edenler oldu, savunanlar oldu. Ben de kendi açımdan, kendi yaşadığım Boğaziçi’yi biraz anlatmak istiyorum. 

Tabii burada gazeteciliğe başladığım 1985 Mayıs ayında –ki anlatmıştım onu daha önceki “Gomaşinen”lerde– Nokta dergisine başladığımda da Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydim ve uzun bir süre de öğrenciliğim devam etti. Dolayısıyla aslında benim Boğaziçililiğim ile gazeteciliğim bir anlamda iç içe geçmiştir. Fakat burada gazetecilikten çok, Boğaziçi deyince bende ne var, bende ne kaldı, onları anlatmak istiyorum. Ben Galatasaray Lisesi mezunuyum. Galatasaray Lisesi’nin son sınıfında okurken, Şubat tatilinde gözaltına alındım. 1981 Şubat’ında ve tutuklandım. 18 ay da hapis yattım, Hasdal ve Metris askerî cezaevlerinde. O tarihte devlet, cezaevlerindeki lise öğrencilerine sınav hakkı veriyordu. Okul sınavlarına orada girdik. Daha sonra üniversite sınavına da yine cezaevinde girdim. İlk sene girmedim, ama ikinci sene –yani Şubat’ta yakalandım ve tutuklandım, o yılın sonunda değil, bir sonrakisinde– 82 yılında cezaevinde girdiğim ilk sınava –çok sayıda başvuru olduğu için o zaman iki sınav yapılıyordu, şimdi nasıl yapılıyor inanın bilmiyorum–, ilk sınavda herkes bulunduğu cezaevinde girdiler, girdik. Çok sayıda kişi vardı, lise son sınıfta okuyan ya da daha önce mezun olmuş olup, tekrar sınava girmek isteyen. Ardından her cezaevinden, askerî cezaevinden az sayıda kişi ikinci tura kaldığı için bizleri Selimiye Cezaevi’ne topladılar, Askerî Cezaevi’ne. Aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı’nın merkezi de oradaydı, 1. Ordu’nun. Selimiye Cezaevi’ne gittik. 

Sınav pazar günüydü. Cuma akşamından mesai saatinin bitiminde bizi götürdüler ve Metris’ten yanılmıyorsam 5 kişiydik. Başka cezaevlerinden de gelenler vardı ve İstanbul cezaevlerinden toplam 20-30 kişi girdik sınava. Edip Yüksel ile orada tanışmıştık ilk — çok meşhurdur, bilenler bilir. O Maltepe’den gelmişti. İslâmcı birisi olarak. Saatlerce konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ben solcu olmama rağmen bana uzun uzun Marx’tan Engels’ten alıntılar yapmıştı, çok iyi hatırlıyorum. Ondan yıllar sonra da gazeteci olduğumda tekrar tanıştık ve arkadaş olduk. O uzun süredir Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor.

Orada hangi okulu seçeceğimi açıkçası çok fazla bilmiyordum ve tercih sıralamasında zaten öyle bir ortamdı ki, tam bir 12 Eylül askerî rejimi, sınava giriyorduk ama sınavı kazanıp kazanamayacağımız, kazansak bile tahliye olup olmayacağımız belli değildi. Değişiklik olsun diye girmiştim açıkçası. Ve birinci sıraya, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü yazdım. Boğaziçi Üniversitesi’ni yazmamın nedeni, aslında biz solcuların gözünde Boğaziçi Üniversitesi pek sevilen bir yer değildi. Solun çok güçlü olduğu bir yer değildi. İstanbul’da bir İstanbul Teknik Üniversitesi gibi, İstanbul Üniversitesi gibi üniversitelerin yanında Boğaziçi bir “sosyete yeri” olarak bilinirdi. Ama iyi bir okul olduğu da kabul edilirdi. Benim Galatasaray Lisesi’nden sınava benden önce giren bazı arkadaşlarımın Boğaziçi’nde okuduğunu biliyordum. Bunların başında Reha Erdem geliyor, sinema yönetmeni, çok yakın arkadaşımdır. Reha, Tarih Bölümü’ndeydi. Tarih bana çok fazla hitap etmedi, ekonomiyi yazdım. Ekonomi yazmamın da tek nedeni, açık söylemek gerekirse, biz solcuların gözünde –o tarihte tabii– ekonominin her şeyi belirlediği şeklinde bir kabul vardı, ön kabul vardı. Samîmî olarak söylüyorum, o nedenle ekonomiyi yazdım. İkinci sıraya Ankara’da Siyasal Bilgiler’i, Mülkiye’yi yazmıştım. Ama dediğim gibi, ne kazanacağımı, ne de kazansam bile çıkacağımı düşünmüyordum. 

Ama hem kazandım hem de çıktım. Ağustos ayındaydı, 82 Ağustos ayında çıktım. Hâlâ Galatasaray Lisesi’nde bitirmem gereken dersler vardı. Bir şekilde onları da bitirdim, zar zor. Hatta öyle bir şey oldu ki, bir tarih dersinde hocamız MHP çizgisinde birisiydi. Birbirimizi tabii ki o tarihlerde, 70’li yıllarda sevmiyorduk. O da benim geçmem için çok fazla bir gayret sarf etmedi. Sonunda tek derse kaldım ve çok ciddi bir çalışma ile bütün soruları yaparak geçtim. Ama yine de bana 5 vermişti 10 üzerinden, onu da hiç unutmam. Boğaziçi Üniversitesi’ne girince hazırlık okunuyordu, hâlâ okunuyor, bilmeyenler İngilizce bilmeyenler için.  Hazırlık çok zordu. Proficiency diye bir sınav vardı, hazırlığın sonunda. Ve bu sınavı ilk seferde geçmek gerçekten imkânsızdı — öyle târif ediliyordu. Bir de okula girince, hepimizi bir İngilizce sınavına sokup derecemizi belirliyorlardı. Ben en alt düzeydeki, ilk başlayanlar düzeyindeki sınıfa girdim. Cezaevinden yeni çıkmışım, hayata yeni yeni giriyorum, adapte olmaya çalışıyorum ve Boğaz’a nâzır bir okulumuz var, arkadaşlar var. Her şey çok güzel ve çok ağır bir İngilizce eğitimi. Ve de sürekli olarak bize söylenen: “Buradan geçmek çok zor”. İşte, ikinci seferde geçme ihtimâli daha yüksek diyorlardı. Hele benim gibi yeni başlayan, en alt düzeydekilerin hemen hemen hiç şansı yok deniyordu. Orada ilginç bir olay vardı bir de. Yaz Okulu uygulaması başlamıştı Boğaziçi’nde. Proficiency’de,diyelim ki 50 ve üzeri alanlar geçiyor, 40 ile 50 alanlara Yaz Okulu hakkı tanıyordu. Ya da 30 ilâ 50, şimdi tam rakamlardan emin değilim. Daha altta olanlar umutsuz vaka olarak görüldüğü için, onların ikinci kez sınava girme hakkı vardı ama Yaz Okulu hakkı yoktu. Yaz Okulu’na gitmek de mecbûrîydi. Ben de hatta şunu demiştim: “Ya, bir de yazın mı buraya geleceğim? En iyisi ben ilk sınavda çok kötü bir kâğıt vereyim. Ondan sonra ikincisine bakarız” diye. 

Fakat benim o tarihteki, yani o sınıftaki hocam cezaevinden çıktığımı da biliyordu ve çok iyi davranıyordu bana. Aslında bütün arkadaşlar iyiydi. Hiçbir sorun yaşamadım, onu da kabul edeyim, söyleyeyim, söylemek boynumun borcu. O bana resmen yalvardı. “Sen geçersin, gir” dedi bana, “yap” dedi, yaptım. Ve hakikaten kıl payı geçtim. Burada nasıl oldu ben de açıkçası bilmiyorum. Çok dile yakın birisi değilim. Galatasaray’da öğrendiğim Fransızcamın da muazzam olduğunu söyleyemem. Ve Boğaziçi’nde de, hâlâ şu anda kullandığım İngilizcem de hiçbir zaman muazzam olmadı. Fakat şunu iyi biliyorum, Fransızca’daki birtakım şeyleri, kalıpları vs. leri taşıyarak, o sınavda başarılı oldum diye tahmin ediyorum açıkçası. Neyse, sonra ekonomiye başladık. Ve bu arada ben okul dışında her şeyle uğraşmaya başladım. Siyasetle çok uğraşmıyorduk. 

Bir ortak kantin vardı, hâlâ var, Orta Kantin, solcuların, daha kendi hâlinde takılanların kantiniydi. Bir de Sosyete Kantini vardı. Biz Orta Kantin müdavimleriydik ve Sinema Kulübü’nde çalıştık. Reha zaten sinemacılığa o zamandan başlamıştı. Ama çok sayıda arkadaş, orada Sinema Kulübü’nde bayağı bir emek verdik.  Ben de Sinema Kulübü’nün o döneminde etkili bir şekilde çalıştım. Ama yönetime falan girmedim. Çünkü cezaevinde yatıp çıkmışlığım olduğu için, nasıl denir, damgalı olduğum için, ne olur ne olmaz diye o şeylere girmiyorduk; ama çok aktif bir şekilde Sinema Kulübü’nde kısa metraj film çekmeye çalışıyorduk. Birtakım kısa metraj filmleri bulup –o zamanlar video filan çok gelişmiş değildi–, filmleri bulup onları –8 mm, 16 mm–, onları izliyorduk. Bir de Büyük Toplantı Salonu’nda, BTS diyoruz ona, orada da haftada bir film gösterileri yapıyorduk. Onları da Yeşilçam piyasasından topluyorduk. Eski filmlerdi. Genellikle ağır filmler, sanat filmleri, Fransız sineması vs. Ve oralarda bilet satarak da belli bir gelir elde ediyorduk. Bizim oradayken yaptığımız, Cüneyt Arkın’ın Dünyayı Kurtaran Adam gösterisi, daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde bir gelenek hâline gelmiş, onu öğrendik. Biz ilk başta atmıştık. Ondan sonra da tüm Türkiye’de bilindi; zaten herhalde, Türk sinema tarihinin en önde gelen filmlerinden birisidir. Çok acayipti. Çok büyük bir ilgi görmüştü. Hatta birkaç kez göstermiştik. Salon doluyordu, tabii kahkahayla inliyordu. 

Bugünün ortamıyla kıyaslandığı zaman, dediğim olay 83-84-85 yılları, çok büyük bir nimetti. O filmleri bulup, bobinleri bulup onları insanlara göstermek. Çok yatılı da öğrenci olduğu için, akşamları onlar da özel olarak ilgi gösteriyordu, yurtta kalanlar. Ayrıca İstanbul’da kalanlar da filmi izleyip evlerine gidiyordu. Ben de zaten yurtta hiç kalmadım, ailemle kalıyordum. Tarabya’daydı o sırada ailemin evi. Daha sonra okula yürüme mesafesinde, şimdiki Kuzey Kampüsü’nün hemen karşısında, bir arkadaşımın, Dumrul’un –ki o da Boğaziçi’ndeydi, ama sonra bırakıp Fransa’ya gitti– onun evinde başka arkadaşlarla beraber, kiracı olarak kaldım. Ve orada ilk evden çıkmam da Boğaziçi’yle beraber oldu. 

Bizim Boğaziçi’nde, açıkçası şimdi düşünüyorum, mühendislik okuyan arkadaşlar biraz daha fazla derslerle ilgiliydi. Ama onun dışındaki insanların, ne zaman derse gelip ne yaptıklarını açıkçası çok bilmiyordum. Sanki biz orada bir eğlence yerindeymişiz gibi takılıyorduk. Ya da en azından ben öyle takılıyordum. Fakat oradaki birçok arkadaşımın, sonra zamanla okulu çok iyi derecelerle bitirdiklerini, hatta bazılarının iş hayatında bayağı ilerlediğini, kimisinin akademisyen olduğunu görüyorum. Ve diyorum ki: Belli ki bir tek ben ya da benim gibi birkaç kişi o haylazlığı yapmış. Boğaziçi’nin böyle bir özelliği vardı. O anlamıyla Galatasaray’a da benziyordu bence. Hani dersi nasıl yaptığınız, nasıl ettiğiniz, eğitimi nasıl aldığınızın çok farkında olmadan bir şeyleri öğreniyordunuz. Boğaziçi’nin en önemli özelliklerinden birisi bence bu. 

Tabii ki o anlamda Galatasaray, çok da erken yaşta, ilkokuldan sonra gittiğimizde, yatılı olduğumuz için hayatımızda çok daha belirleyici olmuştur. Benim hayatımda da. Ama ardından, Galatasaray’ın ardından cezaevi ve ardından Boğaziçi, çok iyi bir deneyim oldu benim için. Hisar Kahve vardı, Ali Baba vardı Hisar Kahve’de, Allah rahmet eylesin. Onun kötü çayları, ama çok iyi muhabbetleri vardı. Ve tabii ki hep birtakım tartışmalar. Özellikle 12 Eylül sonrası solun kendini yeniden toparlama süreci ya da toparlamaya çalışma süreci ve bireyselleşme süreci. Ben bütün bunları Boğaziçi Üniversitesi’nde birbirinden farklı ve genellikle Türkiye ortalamasının üstünde bir eğitim seviyesine sahip olan kişilerle beraber yaşadım. Ve benim için çok iyi bir deneyim oldu.  

Hocalar olarak bakıyorum: Çok fazla ders takip etmedim — çok hocadan ders aldım, ama çok müdavim olmadığım için hepsiyle tanışıklığım daha sonra, gazeteci olduktan sonra oldu. Özellikle siyaset derslerini veren Binnaz Toprak’tan mesela ders almışlığım vardır. Yeşim Arat, Amerika Birleşik Devletleri’nden ilk geldiğinde, ilk verdiği Siyâsete Giriş dersini alanlardanım. Sonra bayağı yakın bir muhabbetimiz oldu. Böyle çok kişiyle okul zamanında değil de daha sonra gazetecilik zamanında sohbet imkânımız oldu, tanışma imkânımız oldu.

Benim için en kritik dönüm noktalarından birisi de şudur: Gazeteciliğe Boğaziçi’ndeyken başladım; askere gitmek istemiyordum ve askerliğimi tecil etmek için sürekli kaydımı yeniliyordum. Ama notlarım çok kötüydü. Özellikle benim girdiğim sene İdari Bilimler Fakültesi de mühendisliklerle aynı matematik dersini almaya başlamıştı. 151 ve 152 kodlu dersler daha önce 141-142 kodlu, nispeten daha hafif bir matematik dersi alıyorlarmış. Normalde Galatasaray Lisesi’nin ilk yıllarında matematiğe çok yatkındım. Ama sonra iyice boşlamıştım. O 151-152 benim okuldan kopmamda bayağı bir etkili olmuştur ya da şöyle söyleyeyim: Bahânem oldu. Yani 151-152’den geçseydim okurdum, diyordum. Ne derece doğru açıkçası emin değilim. G

azeteciliğe başladığımda hâlâ Boğaziçi’nde Ekonomi bölümünde öğrenciydim, ama işte kimi zaman dönem izni, kimi zaman tekrar tekrar 1. sınıf dersleri alarak uzatıp duruyordum. O arada gazeteciliğe başlayıp, özellikle İslâmî hareketler üzerine çalışmaya başladım. Bayağı da bir iş yapmaya başladım. Bu konuyla yeni yeni ilgilenmeye başlayan sosyal bilimciler de Nokta dergisinde o tarihte bizim yaptıklarımızı görüyordu ve benim yaptıklarımı da görüyorlardı. Bu arada bir başka “Gomaşinen”de anlatmıştım, Şerif Mardin Hoca’yla, bir Fransız arkadaşım aracılığıyla tanıştım. Boğaziçi’nde tanışmadık biz Şerif Hoca’yla, Cihangir’de tanıştık. Şerif Hoca’yla çok yakın bir dostluğumuz oldu. Kendisini hep minnetle anarım. Hayatta bana çok şey öğretmiştir ve özellikle de tabii onunla İslâmî hareketler, Nurculuk gibi konuları konuşuyor, tartışıyorduk. Ve o bana şunu telkin etti, Boğaziçi’ni okumadığımı da biliyordu, kendisi de Boğaziçi’yle ilişkiliydi, bana sosyoloji bölümüne geçmemi önerdi. Benim de aklıma yattı. Normalde hâlâ öyle mi bilmiyorum, Boğaziçi’ne girmek biraz nispeten zor olduğu için, özellikle ekonomi ve işletme bölümlerine girmek, idârî bilimler de, sosyoloji biraz daha alt puan olarak alttı ve birçok kişi sosyolojiye girip daha sonra iyi not yapıp, işletme ya da ekonomiye transfer olmaya çalışıyordu. Bu genel eğilim buydu. Ben bunun tersini yapmak istedim, Hoca’nın da telkiniyle ve referansıyla. Ben de ekonomiden sosyolojiye yani bir alta inmek istedim. Boğaziçi sosyoloji bölümünün o dönemde başında Faruk Birtek vardı. Ben Faruk Birtek’e gittim. Ve sosyoloji okumak istediğimi söyledim. O zaten benim yaptığım işleri de biliyordu. En azından detaylı bilmese bile ve Şerif Hoca’nın da referansı vardı. Ve bana hiç unutmayacağım bir şey söyledi: “Sen bizim bölüme hakikaten çok katkıda bulunursun. Şöyle bir şey yap” dedi. “Sen” dedi, “sınava tekrar gir, sosyolojiyi yaz. Oradan gel”. Yani notlarımın düşük olduğunu, bir şey yapamayacağını söyledi. Ama böyle bir yöntemle tekrar Boğaziçi’ne ve sosyoloji bölümüne girmemi istedi. Ben de tabii ki yapmadım. Doğru mu yaptım bilmiyorum, ama hâlâ o benim hafızamda yer etmiştir. 

Daha sonra, benim için çok travmatik olan o sohbetten bir süre sonra, çok geçmedi –yani 90 ya da 91 yılıydı–, evet, çünkü Âyet ve Slogan çıkmıştı 90 Kasımı’nda  ve Âyet ve Slogan’ın çıkmasından hemen önce, Le Monde’un Türkiye temsilcisi olan ve benim yakın bir arkadaşım olan Jean-Pierre Thieck ölmüştü, AIDS’ten. Ve bunun üzerine Jean-Pierre’in yine yakın bir arkadaşı olan Nilüfer Göle, Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. Jean-Pierre’in anısına Boğaziçi Üniversitesi’nde bir toplantı düzenledi. Başlığını şimdi hatırlamıyorum, ama “Dünyada İslâmî Hareketler” gibi bir şeydi, toplantının başlığı. Ve oraya Jean-Pierre’in yakın arkadaşları olan Gilles Kepel’i, Olivier Roy’yı, Jean-François Legrain’i ve sonradan o da vefat etti, Alain Roussillon’u ve birtakım başka isimleri de çağırdı. Çok verimli bir toplantı olmuştu ve ben de orada Türkiye’deki İslâmî hareketi anlattım. Hatta oraya gelenlerle yaptığım röportajları da Cumhuriyet gazetesinde bir yazı dizisi olarak yayınlamıştık. Ve Bölüm Başkanı, yani Nilüfer Göle’nin de bölümü olan sosyoloji bölüm başkanı olan Faruk Birtek de orada hem ev sahibi olarak vardı, hem de o da bir sunum yapmıştı. Yıllar sonra Faruk Hoca’yla orada böyle bir karşılaşmamız oldu. 

Boğaziçi hakkında söylenecek çok şey var. Tabii ki yani, “Kör ölür badem gözlü olur” lâfı buraya uymuyor. Yani şu anda yaşanan: Çok büyük bir kötülük yapılıyor Boğaziçi Üniversitesi’ne. Bu kötülüğün yapılmasının doğurduğu çok ciddi bir tepki var. Ama bu da Boğaziçi’nin her şeyinin çok muazzam olduğu anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı biz zaten onu okurken sık sık eleştirmezdik. Çok ciddi kavgalarımız oldu okul döneminde. Benim girdiğim dönemde, 12 Eylül’ün atadığı Ergün Toğrol vardı — yukarıdan atadığı, dışarıdan atadığı. Ama 12 Eylül dönemiydi. Hâlâ askerî rejimin etkisi vardı. Buna rağmen orada insanlar, özgür ve en azından özerk bir üniversite için hocalar ve de bir anlamda öğrenciler bir şeyler yapabiliyorlardı. Çok şikâyetimiz vardı. Ama şunu hatırlıyorum: Şikâyetlerimizi iletebildiğimiz ve çözebileceğimiz bir okuldu. 12 Eylül şartlarında üniversitelerde yöneticilerin her şeyi reddetmesi, “ali kıran baş kesen” olması çok kolaydı; ama Boğaziçi’nin kültüründe böyle bir şey yoktu. Sorunlar vardı, ama sorunları dile getirme imkânı da vardı. Çok büyük eylemler hatırlamıyorum bugünkü gibi. Ama sorunlar hep oldu ve bu sorunların takipçileri de hep oldu. 

Çok kaliteli bir eğitim verdiğini, kendimden olmasa bile arkadaşlarımdan iyi biliyorum. Zaten oradan mezun olanların büyük bir kısmı da gerek Türkiye’de gerekse dünyanın dört bir tarafında önemli yerlerde, önemli pozisyonlarda bulunuyorlar. Akademide, iş dünyasında Boğaziçi Üniversitesi gerçekten damga basmış bir yer. 

Düşünüyorum da, yani şunu söyleyebilirim, ben Hopa’da doğmuş birisiyim, 4 yaşında İstanbul’a Çağlayan’a gelmişim. Bir esnaf çocuğu olarak. Çağlayan’da Ziya Paşa İlkokulu’nda okurken hocam, ilkokul öğretmeni Yüksel Çilingir’in zorlamasıyla Galatasaray Lisesi sınavına girip orada yatılı okumuş, sonra solculuk yapmış, sonra Boğaziçi’nde okumuş birisiyim. Bütün bunların hepsi, bütün bu aşamalar aslında bir anlamda cumhuriyetin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün sorunlarına rağmen nasıl insanların, gençlerin, çocukların önünü açabildiğini, fırsatlar sunabildiğini gösteren yerlerdi. 

Bu meşhur “elitizm” tartışmasına –mecburen çok kötü bir tartışma, saçma bir tartışma– girecek olursak: Hiçbirimiz elit değildik, elitist hiç değildik. Çok az sayıda arkadaşımız, gerek Galatasaray’da gerek Boğaziçi’nde, yani zengin aile çocuğu, çok geniş imkânları olan, sıfır arabalarla okula gelen vs. tabii ki vardı böyleler, ama bunların sayısı oran olarak çok düşüktü. Onun dışında Türkiye ortalaması vardı. Ama Türkiye ortalamasının içerisinde genellikle, en azından belirli eğitim sistemi içerisinde daha başarılı olan çocuklardı ve onların hepsine de gerek Galatasaray’da gerekse Boğaziçi’nde elit olma imkânı tanınıyordu. Bu okullar hâlâ tanıyorlar. Ve elit olunduğu zaman, tabii ki öncelikle bu kişinin kendisine hayrı oluyor, ama aynı zamanda ülkesine ve toplumuna da hayrı oluyor. 

Boğaziçi’nden başka iyi üniversitelerden ya da iyi liselerden insanların mezun olması, oralarda iyi eğitimler görmeleri, dünyaya daha âşinâ olmaları kesinlikle ve kesinlikle Türkiye’nin hayrınadır. Bunu görmezden gelip, bunu yanlış anlayıp, bu tür okulları bir tür fırsat diye değil de tehlike olarak görenler, aslında sadece bu okullara değil bütün Türkiye’ye kötülük yapmış oluyorlar. Fakat bir yayında da söyledim: Bütün hepsi gidecek; bu kurumlar, Boğaziçi Üniversitesi söz konusu olan, varlığını hep sürdürecek. Sorunlar yaşayacak, ama bir şekilde o kadar köklü bir gelenek ki bu gelenek, varlığını hep ileriye doğru sürdürecek. Evet, gazetecilik dışı bir alana girdim, ama iyi de oldu. Gazetecilikten de az buçuk bahsettik. Eğer Boğaziçi Üniversitesi’nde okumasaydım herhalde gazeteci de olmazdım. Düşünüyorum, şimdi meselâ Mülkiye’yi kazanmış olsaydım, Ankara’da herhalde o okulu okur, bitirir. Ondan sonra beni sakıncalı olduğum şu devlete de almayacakları için bir şekilde kendime bir hayat çizerdim. Boğaziçi bana gazeteci olma fırsatını da sağlamış oldu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.