Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (23): Prof. Nur Vergin’in ardından

Gazetecilik anılarımın 23. bölümünde dün sabah hayatını kaybeden ülkemizin önde gelen sosyal bilimcilerinden Prof. Nur Vergin’i, bildiğim kadarıyla hayatını ve sohbetlerimizi anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 23. bölümü, aslında hiç yapmak istemeyeceğim bir bölümdü. Beklemediğim, üzücü bir olay, haber üzerine bunu yapıyorum. Çünkü dün, yani 18 Ocak 2021 Pazartesi günü, sabah saatlerinde Prof. Dr. Nur Vergin hayatını kaybetti. Nur Hoca’yı anlatmak istiyorum. Tanıdığım kadarıyla, bildiğim kadarıyla Nur Vergin’i anlatmak; çünkü benim gazetecilik hayatımda kendisinin bir yeri vardır. Tanıdığım ettiğim, çok değer verdiğim, sevdiğim bir isimdi. Ve birçok insanın da kabul edeceği gibi, gerçekten Türkiye ortalamasının çok çok üstünde, nev’i şahsına münhasır bir sosyalbilimciydi. Beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetti ve işin acısı, yalnız bir şekilde hayatını kaybetti. Bunu hak eden birisi olduğunu da hiçbir şekilde sanmıyorum. 

Nur Hoca’yla benim tanışmam aslında gazetecilik yıllarımın ilk anlarıdır. Yani gazetecilikte gözümü açtığım 85 yılı Mayıs ayından kısa bir süre sonra –tam tarihini hatırlamıyorum ama en fazla 1 yıl içerisinde–, Nokta dergisinin kapak çalışması için kendisiyle röportaj yapmıştım. Nasıl buldum, kendisine nasıl ulaştım, inanın hatırlamıyorum. Adını bir şekilde duymuşluğum vardı. Fakat bu vesîleyle kendisiyle tanışmış olduk. Kapak konusu çok ilginçti: “Hidâyete Erenler”di. Yani belli bir aşamadan sonra İslâm’ı benimseyenler, genellikle dindışı çevrelerde yetişen, ateist çizgide olan birtakım isimlerin daha sonra hidâyete ermesi, İslâm’la tanışması ve İslâm’ı benimsemesiydi. Birbirinden farklı kişilerle röportaj yapmıştık. Bu bir ekip çalışmasıydı. Nokta dergisinde o tarihte bu tür kapak dosyaları genellikle ekip hâlinde yapılırdı. Ve ben de bu ekipte bayağı bir iş yapmıştım. Diyarbakır’da, PKK davasından girip çıkmış, ama sonra İslâm’ı seçmiş, hatta İslâmcı olmuş bir grupla röportaj yaptığımı hatırlıyorum. Sabah gidip akşam dönmüştüm Diyarbakır’dan. Nur Vergin’i de bu bağlamda buldum. Kendisi kabul etti ve kendisinin İslâmiyet’le kurduğu ilişkiyi anlattı. Aslında Cerrâhî Tarîkatı’na intisap ederek, bağlanarak kurduğu bir ilişki. Yani İslâm’la Cerrâhîlik üzerinden ilişkisi. Ve o tarihte, onun Cerrâhîliğe dâhil olduğu tarihte, sahaf ve çok efsanevî bir isim olan Muzaffer Ozak –herhalde Cerrâhîliğin başıydı–  tam 1985’te vefat etmiş olduğu için şu anda tam emin olamıyorum, ya da onun yerini almış olan Sefer Efendi diye, şu anda soyadını hatırlamadığım kişiye de intisap etmiş olabilir, ama muhtemelen Muzaffer Ozak döneminde olması lâzım. 

Cerrâhîlik zaten üst sınıflara, üst-orta sınıflara hitap eden, bir tür “sosyete tarîkatı” olarak görülen bir yerdi — hâlâ böyle bir özelliği var. Nur Vergin de belli ki yakınları aracılığıyla, birtakım arkadaşları aracılığıyla gidiyor ve oranın atmosferinden etkilenerek Cerrâhîliğe ve aynı zamanda da İslâmiyet’e böyle bir giriş yapıyor. Onları anlatmıştı uzun uzun. Neler söyledi hatırlamıyorum, o sayı da elimin altında yok; fakat hiç unutmayacağım, hayatım boyunca unutmayacağım bir bölüm var orada. Nur Hoca kendisinin neler hissettiğini anlatırken, yaşadığı coşkuyu anlatırken şöyle demişti: “Nasıl söyleyeyim bilemem ki, şimdi tam nasıl târif ederim? Halleluya!” demişti. Halleluya’yı, Hristiyan imanının bir dışavurumu olarak biliyoruz. O da İslâmiyet’le tanışmasını buradan anlatan birisiydi. 

Nur Vergin çok köklü bir ailenin çocuğu, iyi ortamlarda yetişmiş ve seçkin ortamlarda yetişmiş, yurtdışında okumuş, Fransa’da okumuş, başka yerlerde bulunmuş, birçok dili bilen, konusuna çok hâkim ve geldiği sınıfa aykırı bir şekilde diyeceğim, Türkiye’de sosyalbilimcilerin çok îtibar etmediği alanlara herkesten önce el atan birkaç sosyalbilimciden birisiydi. Özellikle kimlik meselelerine, din meselelerine el atmış ve bu nedenle de kendi yakın çevresi tarafından yadırganmış birisiydi. Bu anlamda Prof. Şerif Mardin ile birçok benzerlikleri vardı. Ortak, benzer sınıflardan gelip, yine sınıflarının dışındaki yerlere, daha halka yönelik sosyal çalışmalar yapmak, toplumsal araştırmalar yapmak, okumalar yapmak. Ve zaten Şerif Hoca’yla bir şekilde bir tanışıklıkları vardı. Araları çok iyi miydi emin değilim. Ama birbirlerini çok yakından takip ettiklerini biliyorum. 

Daha önceki bir “Gomaşinen”de anlattığım gibi, Şerif Mardin benim kendimi çok yakın hissettiğim, dostum olarak gördüğüm birisiydi. Nur Vergin için aynı şeyi tam söyleyemem. Şerif Hoca ile kurduğum yakınlığı Nur Hoca’yla kuramadım, ama bir yakınlığımız vardı. O ilk görüşmeden sonra da değişik vesîlelerle, bir de ortak çalışma alanlarımız çok olduğu için Nur Hoca’yla birçok yerde karşılaştık. Birçok kez kendisiyle gazeteci olarak konuştum, röportaj yaptım, sohbet ettim. Arada sırada arardım. Ender de olsa, onun da aradığı olmuştu, ama daha çok ben arardım. Hatta hayatını kaybetmesinden birkaç ay önce de aradığımı ve ona yine birlikte bir yayın yapmayı teklif ettiğimi hatırlıyorum. Hoca istememişti. Belli ki hastalığından dolayı istememişti.  O çünkü, kendisine, –nasıl diyeyim?– görünümüne de çok önem veren birisiydi. Hastalığının bir şekilde yansımasını ve böyle görülüp hatırlanmayı belli ki istemiyordu. O anlamda ben de saygıyla karşılamıştım. Çok da üstelememiştim. 

O konuşmamızdan sonra vefat haberi geldi. Haberi okuduğumda ayrıca içim burkuldu. Çünkü yalnızdı. Yalnızlığın dışında, evde kendisine yardımcılığa gelen birtakım kişiler olduğunu biliyordum, ama büyük ölçüde hayatını tek başına sürdürüyordu. Çok yakın akrabalarından illâki birtakım kişilerle görüşüyordur; ancak anlatılanlara bakılırsa kapı komşularıyla bir akşam önce misafirliğe gitmiş, onlarla sohbet etmiş. Sağlığı yerindeymiş; orada da özellikle salgın döneminde tek başına kalmaktan yakınmış ve sabahleyin, eve gelen yardımcının çalmasına rağmen kapıyı açmayınca, polisler çilingirle beraber gelerek kendisini ölü bulmuşlar. Bu gerçekten çok hazin. 

Nur Vergin’in öyküsü, onu çok yakından tanıyanlar ne derece anlatırlar, bilmiyorum. Ama ben bölük pörçük bir şeyler biliyorum. Mesela gençliğinde ailesine meydan okuduğunu, onlara rağmen bir evlilik yaptığını ve evliliğinin birkaç gün içerisinde yanılmıyorsam –resmen ne kadar sürdü bilmiyorum ama fiilen– birkaç gün içerisinde bozulduğunu ve kendisini evliliği yüzünden dışlayan ailesiyle tekrar barışmak için Süleyman Demirel’in aracı olduğunu, yardımcı olduğunu ve bu nedenle de hayatı boyunca Süleyman Demirel’den hep minnetle bahsettiğini, onu bir tür baba olarak gördüğünü ben biliyorum. Tabii ki detayları daha yakın olanlar daha iyi bilir. 

Süleyman Demirel demişken, Nur Vergin’in hayatında Süleyman Demirel’in ne kadar önemli olduğunu gösteren bir başka hususu da anlatmak isterim. Hatırlayanlar olacaktır, Fethullah Gülen Türkiye’de ilk çıktığı zamanlarda, yani Pensilvanya’ya kaçmadan önce, sürekli medyanın karşısındaydı. Kendi medyasının ve diğer medyanın karşısındaydı. Sürekli birtakım kabuller, toplantılar vs. yapardı. Ve Nur Hoca da burada hep onun yanındaydı. Birlikte fotoğrafları da vardır, aranırsa bulunur. Ve bir nevi, Fethullahçıların o çok sevdiği halkla ilişkiler faaliyetlerinin bir parçası hâline gelmişti. Bu aslında iyi bir şey değildi. Ve şahsen beni rahatsız eden bir şeydi. Hoca’yı tanıyan ve seven birisi olarak. Ve Fethullahçıları da bilen birisi olarak. Fakat Nur Vergin, kendisine göre, o söylenenlere bir şekilde inanıyordu ve bu yaptığının Türkiye’ye hayrı olduğunu düşünüyordu. Yani tartışmalarımızı hayal meyal hatırlıyorum. O Fethullah Gülen’in hakkında söylenenlere çok fazla îtibar etmiyordu. Ve bayağı bir ön plana da çıktı. Neredeyse Fethullahçıların sözcüsü gibi algılanır oldu. Ve birdenbire bıçakla kesilmiş gibi defter kapandı. Bir daha Nur Hoca’yı Fethullahçıların yanında görmedik, göremedik. Ne olduğu da çok fazla yansımadı. Kendisine bizzat sordum. Tabii ki bu benim açıkçası hoşuma gitmişti, ona önem veren birisi olarak. Fethullahçılar tarafından bence açık bir şekilde kullanılmasına son vermesi iyi bir şeydi. Ama merak ettim nasıl olduğunu. Süleyman Demirel’e “Babacığım” derdi, “Babacığım beni çağırdı, anlattı ve ben de bıraktım” demişti. Bu kadar açık ve net. Yani Süleyman Demirel o tarihte Cumhurbaşkanı. Nur Vergin’i kızı gibi seviyordu. Belli ki gerçekten kızı gibi seviyordu; çünkü Nur Hanım’ın büyükelçi olan babası aslında biyolojik babası değil, annesinin daha sonra yaptığı evlilikten babası olmuş, ondan dolayı, oradan kurduğu bir yakınlık var. Ve Hoca’yı uyarıyor, Hoca da olayı ânında sonlandırdı ve iyi de oldu, bir ölçüde rahatladı. 

Zaten kendisi çok ortaya çıkmıyordu. O olaydan sonra iyice bir müddet kendini unutturdu. Ama konuşmayı severdi. Röportaj vermeyi de severdi. AKP döneminde AKP iktidarıyla ilgili yaptığı birtakım yaptığı açıklamalar nedeniyle topa tutuldu. AKP’yi anladığı için ve AKP’nin neden iktidara geldiğini, bir sosyolog olarak, Türkiye’yi anlamaya çalışan bir sosyolog olarak anlattığı için yine kendi sınıfından insanların bir tür lincine mâruz kaldı. O türlü işleri… aslında hatırlıyorum bir tarafıyla severdi bu tür şeyleri. Ama o çıkışların ardından gelen linçlerden sonra da bir müddet susmayı tercih ederdi. 

Şimdi şunu çok iyi görüyorum: Son dönemde kendisiyle arada sırada olsa da konuştuğum için, Türkiye’de yaşananlar hakkında neler düşündüğünü bildiğim için, iktidara yönelik eleştirilerini bildiğim için, o tarihte ona saldıranlar, onu bir tür AKP yardakçılığıyla suçlayanların, mesela Ertuğrul Özkök’ün hâlâ AKP iktidarında, AKP medyasında hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ettiğini de biliyoruz. Hep zaten böyledir. Ayakları yere basarak konuşan, ama o çağın, o ânın genel kabullerinin dışına çıkanlar hızla linç edilmeye kalkılır. Bu linçlerde öne çıkan, başı çeken insanların daha sonra devir değiştiği zaman bambaşka linçlerde görev aldıklarını da görürüz. Ama bu tür bilgiye dayalı, özgür düşünceye dayalı çıkışlar yapanlar genellikle sevilmez. 

Nur Vergin her söylediğinin doğru olduğunu söylemiyorum, her ele aldığı konu, üslûbu, vs. bütün bunlar hakkında söylenecek çok şey olabilir. Fakat başta da söylediğim gibi, kendisi Türkiye standartlarının çok çok üstünde birisiydi. Hak ettiği yere gelemedi. Daha doğrusu ne istediğini bilmiyorum, ancak onu mesela çok hâkim olduğu Fransız kültürü içerisinde düşünelim. Fransa’da Nur Vergin ayarında bir sosyoloğun, sosyalbilimcinin göreceği îtibarla, Nur Hoca’nın Türkiye’de gördüğü arasında çok büyük bir uçurum var. Bu da ülkemizin nasıl bir durumda olduğunu, özellikle kültürel anlamda, akademik anlamda ne kadar iç karartıcı bir durumda olduğunu gösteriyor. Çok uzatmak istemiyorum. Nur Vergin Hoca’nın ruhu şad olsun. Mekânı cennet olsun. Kendisini hep saygıyla ve sevgiyle hatırlayacağım. Kendisi, iyi ki tanışmışım, iyi ki sohbet etmişim, iyi ki bana bir şeyler öğretmiş dediğim insanlardan birisiydi. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.