Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Memleketim adına üzülüyorum”

Prof. Ayşe Buğra’nın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini hedef göstermesi üzerine “memleketim adına üzülüyorum” demiş olması Türkiye için umutlu olmanın ipuçlarını taşıyor.

Yayına hazırlayan: Senem Görür

İyi pazarlar. Normal şartlarda, evden hafta sonu yaptığım birçok yayında olduğu gibi bu yayını da teknik olarak Özge yönetecekti — Özge Elvan, Medyascope’un rejisinde çalışan arkadaşlarımızdan. Özge, Berkin Elvan’ın ablası olarak biliniyor. Ama her şeyden önce o Özge Elvan. Kendisi cuma günü üç arkadaşıyla beraber Kadıköy’de iken gözaltına alındı polis tarafından. Bir gösteri var, gösteri ile alâkaları yokken kimlikleri kontrol ediliyor. Sonra 10 dakika mesafedeki gösteri yerine götürülüp polis tarafından gözaltına alınıyor. Diğerleriyle birlikte, yanılmıyorsam 61 kişiyle birlikte İstanbul’da Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyorlar. Avukatları, Özge ve üç arkadaşının gösteriyle ilgisi olmadığını –kaldı ki gösteri de yasadışı mı yasal mı, onlar ayrı bir konu–; ama hiçbir şekilde bu gösteriyle alâkaları olmadığını anlatmalarına rağmen –biz de ilgili mercilere bunu ifade etmeye çalıştık– ancak dün gece ifadesi alınabildi. Bugün de tutuluyor ve yarın muhtemelen Adliye’ye yollanacaklar ve tahliye olmasını bekliyoruz. Özge’nin kaderi diyelim, cuma günü tekrar tekrar karşısına çıkan devletti. 

Aslında bu Türkiye’nin bir tür mâkûs kaderi gibi. Benim Özge ile tanışmam, 2013 yılının Haziran ayında Okmeydanı’nda Sosyal Sigortalar Hastanesi’nde kardeşi Berkin Elvan’ın başındayken ya da kapısında beklerken olmuştu. O zamandan beri onu ve ablası Gamze’yi, babasını, annesini, neredeyse ailenin hepsini tanıyorum. Özge, ondan sonra ilk gördüğümde kafası öne eğik ve öfkeliydi. Liseyi bitirdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sosyoloji okumaya başladı. Bir yandan Medyascope’ta çalışıyor ve okulu yakında bitirmek üzere. En son geçen hafta konuştuğumuzda, sosyolojiye yan dal olarak medya bölümünden de dersler almaya başlayacağını söylemişti. Şimdi avukatları üzerinden yolladığı haberde rahatının keyfinin iyi olduğunu öğrendik ki o her zaman keyifliydi. Şu üzerimde gördüğünüz, “OK BOOMER” sweatshirt’ü de daha önce yayınlarda giymiştim, ama o ilk giydiğimden sonra çok dalga geçmişti benimle. Bu “OK BOOMER”ı, “Eyvallah moruk!” olarak çevirebiliyormuşuz. Çok dalga geçmişti, onun hatırına tekrar bugün onunla Özge’ye buradan selam yolluyorum. İnşallah bir aksilik olmazsa, yarın kendisiyle tekrar karşılaşacağız ve kaldığı yerden hem okulunu hem işini sürdürecek. Özge’nin ablasının, ailesinin her şeye rağmen ayakta kalması ve ayakta kalırken de hep yere bakmadan ileriye doğru bakması aslında Türkiye’de hep umudun olduğunu bize gösteriyor. 

Umut demişken, işte burada dün gördüğüm –yok bugün–, çok çarpıcı, çok acı bir söz. İsmail Saymaz Sözcü gazetesinde biliyorsunuz, Ayşe Buğra ile telefonla konuşuyor. Detaylarından sonra tekrar bahsedeceğim, ama bir yerde diyor ki –aynı Özge’nin gözaltına alındığı cuma günü Osman Kavala’nın bu sefer casusluk davası vardı–, soruyor, “Ümitvar mıydınız?” diyor. Ayşe Buğra’nın verdiği cevap çok çarpıcı, çok acı: “Hayır, çok gayret ediyorum ümitlenmemeye.” Tekrar söylüyorum. “Çok gayret ediyorum ümitlenmemeye. Ne ümit ne ümitsizlik, öyle gidiyorum işte.” Çünkü bu süreçte, üç buçuk yıldır Osman Kavala sürecinde dönem dönem, Ayşe Buğra eşi olarak, ama aynı zamanda çok sayıda Osman Kavala’nın arkadaşları, dostları ümitlendiler. Aslında ümitleri boşa da çıkmadı. Avrupa’dan, Anayasa Mahkemesi’nden gelen haberler vs.. Ama devlet, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan takmış olduğu için, Osman Kavala’yı sürekli içeride tuttular. 

Bir özetleyelim: Ne oldu? Gezi Davası diye bir davayı yıllar sonra yeniden açtılar. Ondan sonra Osman Kavala’yı da neredeyse baş suçlu ilan ettiler ve dava sonuçlandı. Hepsi birden beraat etti. Fakat Osman Kavala’yı bırakmamak için kendisine bu sefer başka bir dava uydurdular. Casusluk Davası uydurdular ve cuma günü yapılan, Osman Kavala’nın uzaktan cezaevinden online olarak katıldığı duruşmada ne oldu? Casusluk Davası Gezi Davası’yla birleştirildi. Bu arada ne olmuştu? Gezi Davası’ndaki beraat kararları bozulup yargılanmaya yeniden başlandı. Yani hukukun nasıl siyasî amaçlarla kullanıldığını görüyorsunuz. Bir dava yaratılıyor. Davada o kadar uğraşmalarına rağmen ceza veremiyorlar. Ama dışarı çıkmaması için yeni dava yaratılıyor. Bu arada beraat edilen dava yenilenme kararı alınıyor. Osman Kavala’yı sırf içeride tutmak için oluşturulan dava da onun daha önce beraat etmiş olduğu davaya birleştiriliyor. Acayip bir olay.  Oradan da karşımıza bugünkü yayınımızın başlığı çıkıyor: “Memleketim adına üzülüyorum.” Bunu da söyleyen yine Osman Kavala’nın eşi, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ayşe Buğra. Ayşe Buğra’nın bunu söylemesinin bir nedeni tabii ki Osman Kavala davasının serencamı, bunun yaşattıkları — ki 60 yaşını aşmış insanlar söz konusu ve bunların hayatından çalınmış üç buçuk yıl söz konusu. Durup dururken çalınmış üç buçuk yıl söz konusu. Ve bunun üstüne yine o kâbus gibi cuma gününde, cuma namazını kıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilerin ve öğretim üyelerinin direnişine olan öfkesini dile getirirken bir yerde, Osman Kavala’dan “Soros’un Türkiye’deki temsilcisi” olarak bahsedip, “Onun karısı da provokatörlerin arasında” diyor. Adını bile söylemiyor. Biliyoruz: Ayşe Buğra. Ve Ayşe Buğra, sadece Osman Kavala’nın eşi ve provokatör oluyor. Aslında burada insanın içi iyice geriliyor. Yani söylenecek çok şey var, ama Ayşe Buğra ile İsmail Saymaz’ın yaptığı söyleşide de onu görüyoruz, artık sözlerin bir anlamının kalmadığı bir an. Cuma günü ya da ertesi gün –tam emin olamadım– Ayşe Buğra ile telefonla konuştum. Ben de ona çok fazla bir şey söyleyemedim, ama ağzımdan “Allah büyüktür” lafının çıktığını çok iyi hatırlıyorum. İnanın ya da inanmayın, bu tür şeyler yapanın yanına aslında kâr kalmıyor. Kâr kalmamasının nedeni de gerçekten Türkiye’yi sevenlerin Türkiye’yi sevmeyenlerden sayıca çok daha fazla olması. Belki an itibariyle çok güçlü görünmeyebilirler; ama bu pekâlâ çok gecikmeden değişecek diye düşünüyorum, inanıyorum ve biliyorum. 

Şimdi Ayşe Buğra’nın söylediği söz, “Türkiye adına üzülüyorum” sözü çok anlamlı bir söz. Şöyle anlamlı bir söz. İlk başta bunun şu versiyonu olabilirdi: Türkiye için üzülüyorum. “Türkiye için üzülüyorum” lâfı çok da kolay edilebilecek bir lâf. “Türkiye için üzülüyorum” lâfını dışarıdan herhangi birisi de edebilir ya da kendinizi iyice dışarı çekerek edebilirsiniz. Mesela yurtdışına gidersiniz — ki Ayşe Buğra, Osman Kavala ve birçok kişi, şu anda cezaevinde olan Ahmet Altan da, Selahattin Demirtaş da, birçokları çok kolay bir şekilde başlarına gelecekleri hissettikleri anda yurtdışına gider, orada çok da kötü olmayan hayatlar sürebilir ve Türkiye için üzülebilirlerdi. Ya da birçok insan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan insanlar da Türkiye için üzülebilir; ama Türkiye adına üzülmek başka bir şey. Burada “Türkiye adına üzülüyorum” dediğiniz zaman, sadece bir mağduriyet beyanı değil, sadece bir üzüntü beyanı değil, ama aynı zamanda aktif olarak Türkiye için mücadele etme beyanı var, Türkiye’yi sahiplenme var ve Türkiye’yi sahiplenme hususu da zaten siyasî iktidarın kurduğu bütün oyun planını ânında boşa çıkartıyor. Nedir bu oyun planı? Erdoğan diyor ki: “Boğaziçi Üniversitesi işi bizim büyük projelerimizi baltalamak isteyenlerin işi”. Yani “Almanya bizi kıskanıyor”a kadar giden, ya da başkalarının eşdeğer tercihli yolları, duble yolları –ya da Kanal İstanbul’u ya da başka şeydir, her neyse– kıskanmasına kadar… Bunlar, Boğaziçi’nde itiraz edenler ya da başka yerde başka şekilde itirazlarını dile getirenler, vatan haini, “yerli ve milli” olmayanlar. Bunlar öteki, ajan, hain, şu bu şeklinde bir anlatı var. Bu anlatı aslında hep bildiğimiz bir anlatı, Soğuk Savaş’tan beri süren bir anlatı. Yalan üzerine kurulu, dezenformasyon üzerine kurulu bir anlatı. Ve işte Ayşe Buğra gibi, bütün yaşadıklarına rağmen hâlâ nezaketini ve sabrını muhafaza edebilen biri, Türkiye adına üzüldüğünü beyan ettiği zaman, bütün bu kurmaca olay, bu devletin, iktidarın kurmak istediği olay yerle bir oluyor. Şimdi tekrar aklıma geldi. Ben devlet dedikçe bana kızanlar var. “Erdoğan başka, devlet başka” diyorlar. “AKP iktidarı başka, devlet başka” diyorar. Başka ne var? Devlet olarak ne var? Hangi kurum var? Örneğin devlete toz kondurmama anlayışı zaten Türkiye’deki iktidarların en çok güvendiği hususlardan birisi. Onu da vurgulamak lâzım.

Şimdi, Boğaziçi’nde Ayşe Buğra’dan değişik tarihlerde –ki Boğaziçi’nde başlaması 1985– ders alan öğrenciler var. İktisat konusunda Türkiye’de ve sadece Türkiye’de değil uluslararası alanda çok önemli bir isim Ayşe Buğra. Çalıştığı alanlar belli; yoksulluk üzerine çok ciddi çalışması var, sermayedarlar ile iktidarlar arasındaki ilişki üzerine çalışması var, iktisat tarihi üzerine çalışması var ve yüzlerce, belki daha fazla binlerce öğrenci yetiştirmiş birisi ve hiçbir zaman da kendini öne atmamış birisi. Belli bir tarihte emekli oldu. Emekli olmasına rağmen Boğaziçi’nde hocalığı sürdürüyor. Bir anlamda gönüllü şekilde sürdürüyor. Yüksek lisans dersleri veriyor sadece. Ve Erdoğan birden provokatör olarak ilan etti Ayşe Buğra’yı. Hem provokatör ilan etti, hem de adını bile vermeye gerek duymadan Osman Kavala’nın karısı olarak tanımladı. Burada Ayşe Buğra’nın her şeyden önce Ayşe Buğra olduğunu özellikle vurgulamak lâzım. Herkes bunu vurguluyor. Ama Osman Kavala’nın eşi olduğu da kesin ve başından itibaren Osman Kavala’nın hep yanında durdu bütün zorluklara rağmen. Bu da zaten Erdoğan’ın en çok rahatsız olduğu hususlardan birisi. Gerek Osman Kavala’nın, gerek Ayşe Buğra’nın ve gerekse de Kavala’nın yanında her şeye rağmen yer alanların, bütün baskılara, engellemelere rağmen bunu yapmaları… Bir de tabii uluslararası düzeyde, Batı dünyasında sürekli Osman Kavala’yı gündemde tutanların Batılı liderlerin olması, Erdoğan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, haksız olduğu yerde kendini haklı göstermesine imkân olmadığını hatırlatan bir olay Kavala olayı — bu yüzden ayrıca öfkeli. 

Bu arada şunu söylemek lâzım. Şu anda yaşananlar, şu anda yaşananlar, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar, Boğaziçi Üniversitesi direnişinin başarısı, iktidar çevrelerinde çok büyük bir endişeye, paniğe yol açıyor ve bir sürü dezenformasyonla ya da pireyi deve yaparak değişik değişik yerlerden yürümeye çalıştılar. Terör dediler olmadı, LGBTİ dediler olmadı; işte, Kâbe’ye hakaret, İslam’a hakaret dediler olmadı, şimdi hocalara yönelik saldırılar var. Burada da özellikle Fethullahçılar’ın zamanında kullanmış olduğu, AKP’ye karşı kullanmış olduğu bazı tetikçileri kullanıyor AKP iktidarı. Yani o kadar çok ortada malzeme var ki, tek tek anlatmaya kalksam gerçekten çok acı örnekler iktidar sahipleri için; ama çok da fazla gerek yok. Onlar da zaten kimleri kullandıklarını çok iyi biliyorlar. Bu tetikçiler üzerinden bir şey yapmaya çalışıyorlar. O da tutmadı. En sonunda Boğaziçi Üniversitesi’ne iki tane tepeden fakülte koydular. Öğretim üyelerini kazanamayınca, ek öğretim üyesi ve yönetici katarak –ki buna çok bilinen bir tabir var; nedense çok kullanılmıyor, “grev kırıcı” denir– grevleri kırmak için dışarıdan işçi getirmeye çalışır işveren, onları sokup çalıştırmaya çalışır. Şimdi, İletişim ve Hukuk fakülteleri kurup burada grev kırıcı birtakım dekanlar filan yaratacaklar. Oraya kayyum olarak atandıktan sonra sosyal medyada çok fazla ağzını açmayan Prof. Melih Bulu da, bunu büyük bir coşkuyla sosyal medyada paylaşarak kutladı. Şunu hatırlatmak lâzım — bazıları hatırlatmış, bir kere daha hatırlatmak lâzım: Melih Bulu ilk geldiğinde yaptığı, kendisinin ne kadar Boğaziçili olduğunu anlatan bir açıklamada, uzun uzun Boğaziçi’nde yaptığı yüksek lisansı anlatıp oradaki hocaların isimlerini saymıştı. İlk gördüğümüzde baktık, bayağı bir isim var, ders aldığı herkesi yazmış. Herhalde belli bir sohbeti, muhabbeti vardır herhalde. Onlardan birisi tabii ki Ayşe Buğra idi. Çünkü onun aldığı yüksek lisans, işletme okuduğu için bir şekilde bir iktisat tarihi vs.. Öyle bir yüksek lisansta Ayşe Buğra’dan en azından bir ders almıştır. Ayşe Buğra’nın adını da kendisini meşrulaştırmak için kullandı Melih Bulu. Yani ne dedi? “Bakın, ben Ayşe Buğra’nın öğrencisiyim. Beni niye kabul etmiyorsunuz?” ya da “Beni kabul edin” dedi. Daha sonra aynı Ayşe Buğra’ya Cumhurbaşkanı Erdoğan bu lâfları ettiğinde, kendisi ağzını şu âna kadar en azından açmadı, o övünerek bahsettiği hocasına yönelik bu acımasız suçlamaya karşı tek kelime söylememiş olması da onun derdinin, toplumu ya da  Boğaziçi câmiasını değil devleti ikna etmek olduğunu bize bir kere daha gösterdi. 

Evet, ülkemiz adına, memleketimiz –memleket daha güzel bir laf–, “Memleketim adına üzgünüm” diyenlerin memleket adına hâlâ ayakta durma çabalarıyla bu memleket yoluna devam ediyor, devam edecek. Üzülmek tek başına kötü bir şey değil, ama buradan bir karamsarlık çıkartmamak lâzım. Birçok insan, değişik nedenlerle, sırf iktidar ömrünü biraz daha uzatsın diye haksız bir şekilde bedel ödüyor. Devlet, ülkeyi yönetenler birbirinden farklı kesimden insanlara bedel ödetiyorlar. Bu bedel sadece hak ve özgürlüklerin ihlâli anlamında değil, aynı zamanda ekonomik olarak daha da yoksullaşma gibi şeyler var, işsiz kalma gibi… Ama bütün bunlara rağmen Türkiye ayakları üzerinde duracak ve Türkiye kendi adına, onun için üzülen ama onun için çalışan insanlarla kesinlikle tekrar ayağa kalkacak. Başı dik bir şekilde yoluna devam edecek diye düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.