Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (28): Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Alparslan Türkeş ve Mesut Yılmaz ile anılar

Gazetecilik anılarımın 28. bölümünde, Türkiye siyasi hayatına değişik şekillerde damga vurmuş olan beş isimle, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Alparslan Türkeş ve Mesut Yılmaz ile anılarımı anlattım. Yılmaz dışındakileri hayatımda bir tek kez yüz yüze görmüş olduğumu da önceden belirteyim.

Turgut Özal ile son ABD gezisi kapsamında bir konuşma yaptığı New York’taki Columbia Üniversitesi’nde (sol başta Arzu Öztürkmen, sağ başta eşi Hakan Yılmaz, arkadaki sakallı da ben oluyorum)

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…“

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 28. bölümünde, Türk siyasî hayatının yakın tarihine damgasını basmış farklı siyasî partilerin şu anda hayatta olmayan liderlerinin bazılarıyla anılarımı anlatmak istiyorum. Aslında çok zengin anılar olduğu söylenemez. En fazla anım olan, en fazla gördüğüm kişi –ki o da çok fazla değildir– Necmettin Erbakan’dı. Bunu bir başka “Gomaşinen”de, ilk “Gomaşinen”lerden birisinde anlattığım için, Necmettin Erbakan‘ı buraya katmadım. Ama onun dışında Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Mesut Yılmaz gibi isimlerle ilgili hatırladığım bazı şeyleri anlatmak istiyorum. Öncelikle Bülent Ecevit ile başlamak istiyorum; çünkü Bülent Ecevit, çocukluğumdan beri benim için hep pozitif, olumlu bir figür olmuştur. Bunun nedeni de babamın CHP’li olması — çekirdek CHP’li diyelim; Demokrat Parti iktidarı döneminde CHP’nin Hopa’da ilçe başkanlığını yapmış, o zor dönemde bunu yapmış birisiydi babam. Daha sonra 1964 yılında İstanbul’a geldikten sonra, siyasette aktif olarak yer almadı, ama hep CHP’li oldu, İnönücüydü. Daha sonra Ecevit’in CHP’de ortanın solu çıkışıyla beraber Ecevitçi oldu. Biz de çocuklar olarak, dört erkektik. Kardeşim, iki ağabeyim ve ben, evde hep CHP ve Bülent Ecevit ile büyüdük. Öyle diyelim ve hepimiz de bir şekilde tabii ki bunun etkisiyle Ecevit‘i severdik. Ecevit’le ilgili o tarihlerde hatırladığım, evdeki sohbetlerin dışında, tabii ki gazetede okuduklarımız ve o dönem en büyük rakibi Süleyman Demirel ile atışmaları, daha sonra Erbakan ile hükümet kurması vs.. 

Tabii orada şöyle bir olay oldu, Bülent Ecevit’in yükseliş yıllarında CHP’nin başında, başbakan olduğu tarihlerde, ben CHP’nin daha solunda bir tercih yaptığım için CHP’yi ve dolayısıyla Ecevit‘i de eleştirmeye başladım. Ama yine de Ecevit’in hayatımızda bir yeri vardı. Ondan sonra, 12 Eylül’de ben de cezaevine girdim, Ecevit de girdi. Benim cezaevine girmem çok anlaşılır bir şeydi, ama Ecevit’in girmesi gerçekten anlaşılır bir şey değildi. Sadece Ecevit girmedi tabii ki; o tarihte Erbakan da, Demirel de, Türkeş de, hepsi cezaevlerine konuldular. Sürüldüler, siyasî yasaklı oldular. Ecevit’i hep uzaktan izlemeye devam ettim. Demokratik Sol Parti’yi kurmasına bir taraftan anlam veremedim, bir taraftan da verdim. Onun, kendisini önce SHP ile, ardından CHP ile ayrıştırma çabası çok ilginçti ve bunun sonucunda iktidara da geldi, başbakan da oldu. 

Yıllar sonra bakıyorum: Ecevit 1978’de başbakanlık yapmış, daha sonra da 1999’da. Benim de Ecevit ile ilk tanışmam diyelim o başbakan iken oldu. Fakat bu bir yüz yüze tanışma değil de, telefonla yapılan kısa bir sohbetti. O da şöyle: Hizbullah Türkiye’nin gündemine oturmuştu, Ecevit başbakandı. Hizbullah ile çatışmalar vardı, mezarlar kazılıyordu, domuz bağları vs.. Hizbullah’ın kendisinden ayrılan ya da kendisine mesafeli birçok kişiyi nasıl işkenceli sorgulardan geçirdiği ve onları öldürdüğü ve bu sorguları kaydettiği gibi şeylerle Türkiye tam bir teyakkuz halindeydi. Sadettin Tantan’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemdi. Orada birden bir şey geldi aklıma, Ecevit’in “inançlara saygılı laiklik” diye bir çıkışı vardı. Bu benim laiklik konusuna bakışıma daha yakın bir çıkıştı. Bu süreçte Başbakan Ecevit‘e bir şey söylemek istedim. Ama başbakanlığının ötesinde, laiklik konusuna sol ya da merkez soldan farklı bir bakışa sahip birisi olduğu için. Gazeteci arkadaşlardan, Ecevit’in bir basın danışmanının –şimdi adını unuttum– telefonunu aldım. Ona, “Ya, ben Bülent Bey’le bir şey konuşmak istiyorum, bu Hizbullah ile ilgili” dedim. “Nedir?” dedi. Ana hatlarıyla söyledim. Ve iki dakika sonra beni aradılar. Bülent Ecevit başbakan o tarihte; ona şöyle bir şey söylediğimi hatırlıyorum, yani cümle tamamıyla böyle olmayabilir, açıkçası heyecanlandım da, beklemiyordum. Dedim ki: “Bu Hizbullah olayı Türkiye’de laikliğin herkes için ve dindarlar için de ne kadar gerekli olduğunu bize gösterdi. Çünkü bir İslâmcı bir örgüt de kalkıp kendisi gibi düşünmeyen bir başka İslâmcı’yı, bir başka dindarı pekâlâ öldürebiliyor. Gerçek İslâm’ın kendisi olduğu iddiasıyla. İşte laiklik aynı zamanda İslâm’ın içerisindeki farklı görüşlerin de birlikte yaşamasının teminatıdır. Bu da sizin inançlara saygılı, laiklik perspektifinizle çok bence uyuşuyor” dedim. Yani nasıl dediğimi hatırlamıyorum, çünkü kısa sürdü. 

Teşekkür etti. Ondan sonra ilginçtir, televizyon açıktı önümde ve kısa bir süre sonra, yani bizim bu telefon konuşmasını yaptığımızdan en fazla yarım saat sonra, Başbakanlık’tan canlı yayın yaptı haber kanalları — ki Hizbullah meselesi çok gündemdeydi. Türkiye gerçekten çok büyük bir infial içindeydi. Ecevit üst kattan iniyor ve gazetecilere belli ki danışmanlar söylemişler, “Başbakan Ecevit bir şey söyleyecek” diye. Gazetecilere bir açıklama yapmak istediğini söyledi ve benim ona söylediğim, yani kendisiyle yaptığımız sohbette benim dile getirdiğim görüşleri kendi filtresinden geçirerek, benden çok daha özlü bir şekilde ve çok daha çarpıcı bir şekilde söyledi. Ve gazetecilere teşekkür etti. Bu da beni çok mutlu etmişti.

Yıllar sonra Ecevit’le ilk defa yüz yüze görüşmem, yıllar sonra, yani yıllar sonra dediğim aslında bu olay 2000-2001 yıllarında oluyor olsa gerek, 2004 yılında artık Ecevit’in herhangi bir görevi yoktu, evindeydi ve ben de İrfan Bozan ile birlikte TESEV’e bir araştırma yapıyorduk: Diyânet İşleri Başkanlığı ile ilgili, “Sivil, Şeffaf ve Demokratik Bir Diyânet Mümkün mü?” diye bir rapor hazırlıyorduk TESEV için. Bu rapor kapsamında çok sayıda görüşme yapıyorduk, bir de devleti yönetmiş isimlerle görüşmek istedik. Ve bu kapsamda Ecevit’ten de, Demirel’den de ayrı ayrı randevu aldık. Ve bunları ben yaptım. Ecevit ile evlerinde –Rahşan Hanım da vardı– bayağı bir sohbet ettik. Fotoğraflarımız da var, aradım, bulamadım, inşallah bulurum, onları da bir şekilde paylaşma imkânı olur. Ecevit’in ölümünden kısa bir süre önceydi. Çünkü vefatı 2006, ondan 2 yıl önceydi. Bayağı bir zayıflamıştı, çökmüştü. Bilinci hâlâ yerindeydi, ama daha ağır hareket ediyordu. Koltuklara oturduk, Rahşan Hanım bize çaylar servis etti. Sonra o da kısmen katıldı ve Diyânet üzerine o daha önce yaptığımız laiklik tartışmasını, o kısa sohbeti daha geniş bir şekilde, uzun uzun konuşma imkânımız olmuştu. Ecevit’i daha sonra bir daha görme imkânım olmadı. 

Ecevit’i burada bırakıp, yine TESEV araştırması için evine gittiğim, o meşhur Güniz Sokak’taki evine gittiğim Süleyman Demirel’den bahsetmek istiyorum. Demirel de, başta söylediğim gibi, bizim evin “kötü adam”ıydı. Yani bir tür Erol Taş’ıydı. Ecevit ne kadar iyiyse, Süleyman Demirel de o kadar kötüydü. Ama daha sonra 80’li yıllarda, özellikle 12 Eylül’ün yavaşlamasıyla birlikte ve gazeteciliğe başlayınca, Demirel konusundaki bakışımız da bir anlamda değişti. Tam anlamıyla olmasa bile, değişti. Ve çok ilginç, çok renkli bir karakter olduğunu çok iyi biliyorum. Hıdır Göktaş ile yaptığımız, Vatan, Millet, Pragmatizm: Türk Sağında İdeoloji ve Politika adlı röportaj kitabında, 91 seçimlerinden önce Demirel ile röportajı Hıdır yapmıştı. O ara bize röportaj vermişti Demirel. Daha sonra ben de kendisini ilk ve tek kez, 2004’te yine TESEV kapsamında yaptığımız Diyânet araştırması için gördüm. Çok iyi ağırladı, çok güzel sohbet ettik. Ve bana hiç unutmayacağım, “Ya, sen sık sık gel” dedi. Aslında gitmeyi de düşünüyordum, ama bu buluşmadan kısa bir süre sonra, Vatan gazetesinin temsilcisi olarak ya da muhabiri olarak Washington’a gittim. Ve bir daha da Demirel’i görme imkânım olmadı. Türkiye’ye geldikten sonra da bir şekilde ihmal ettim diyelim. Eğer Washington’a gitmeseydim, o sıcak sohbetin ardından Ankara’ya –çünkü çok sık gidiyorduk gazeteci olarak– Demirel’le sohbet etmek isterdim; mesela bizim o Diyânet sohbetimiz çok ufuk açıcı olmuştu, çok şey öğrendim. Bir de şöyle söyleyeyim: Demirel ile konuşunca hep öyle mi olur bilmiyorum, ben tek bir kez konuşmuş birisi olarak çok da zevk aldım, eğlendim. Birbirinden çok farklı konulara hâkim, çok ilginç birisiydi. 

Yine hayatta tek bir kere gördüğüm isimlerden birisi de Turgut Özal. Turgut Özal’ı bilmiyordum, birçoğumuz bilmiyorduk. Ama 12 Eylül ile beraber gördük, öğrendik. Turgut Özal, kısa zaman içerisinde ANAP’ı kurdu ve uzun bir süre başbakanlık yaptı. Sonra da cumhurbaşkanlığı yaptı. Kardeşi Korkut Özal ile tanışıyordum. Onunla birçok kez röportaj yaptım. Onun dışında Korkut Bey ile bayağı bir sohbetimiz de oluyordu. Arada sırada telefonla o arıyordu, bir şey sormak gerektiğinde ben arıyordum. Korkut Bey çok rahat birisiydi. Birisi bana, benim Kasım 1990’da çıkan Âyet ve Slogan kitabımı Korkut Özal’ın Turgut Özal’a götürüp verdiğini söyledi. Ne derece doğrudur açıkçası bilmiyorum. Ama onun Cumhurbaşkanı olduğu sırada Köşk’e çıkıp verdiği söylendi. Özal ile hiçbir şekilde tanışma imkânım olmadı. Özal 17 Nisan 1993’te hayatını kaybetti. En son Amerika Birleşik Devletleri gezisini, 1993 yanılmıyorsam Ocak ya da Şubat ayında yaptığı, ben o sırada Columbia Üniversitesi’nde bir sömestrlik bir program için oradaydım. Amerika’nın en îtibarlı üniversitelerinden birisi. Ve orada doktora yapan Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım Hakan Yılmaz, siyasetbilimci, kendisi Boğaziçi Üniversitesi’nde şu anda profesör. Yani kaç yıldır da Profesör Hakan. Bir de aynı zamanda, bilenler bilir, çok güzel türkü söyler Hakan — albümleri de var. Uzun bir süre Ezginin Günlüğü’nde söylemişti. Hakan ve eşi Arzu Öztürkmen, onlar da New York’taydılar. Arada görüşüyorduk. 

Arzu’nun babası Ömer Bey, Allah rahmet eylesin, Türkiye gazetesinin başyazarıydı. Türk sağının bilinen gazetecilerinden birisiydi ve Özal’a çok yakındı. Özal’ın bu Amerika gezisine, hem bu vesileyle kızını da görmek için o da katılmış. Ve Özal Columbia Üniversitesi’nde bir konuşma yaptı. Biz de izledik, Hakan beni de çağırdı. Ben de aile kontenjanından izlemeye gittim. Hiç unutmuyorum, oradakilerden birisi Kürt sorununu sordu. “Nasıl çözeceksiniz?” dedi. Özal dedi ki –geçiştirmek için belli ki, çok girmek istemiyordu– “Ya,” dedi, “Kürt dediklerinizin yarısı” dedi, “ülkenin batısında yaşıyor zaten” dedi. “Merak etmeyin” filan. Bunun üzerine soruyu soran kişi, “Peki diğer yarısı ne olacak?” diye sordu. Özal da –onun değişik bir İngilizcesi vardı–, gülerek dedi ki: “Diğer yarısı da sonra taşınacak Batı’ya” dedi. Ve oradan da anlaşıldı ki soruya cevap vermek istemiyor. O konuşmanın ardından, Ömer Bey kızının ve damadının Özal ile birlikte fotoğrafının çekilmesini istedi, hatıra fotoğrafı olarak. Tabii Hakan beni de kattı. Benim sakalım daha gür ve beyaz olmayan sakallarımla bir fotoğrafımız vardır. Orada el sıkıştık, kendimi tanıttım. Ama hiç beni tanıdığına dâir bir işâret vermedi Turgut Özal. Öyle bir kere görmüşlüğüm var. Çünkü ben o tarihlerde daha çok İslâmî hareketler üzerine çalıştığım için ve İstanbul’da olduğum için, Ankara siyasetçilerini ve merkez siyasetçileri çok fazla görmüyordum. Ama tabii ki çok yakından izliyorduk. 

Özal çok farklı birisiydi. Gerçekten çok farklı birisiydi. Hiçbir zaman oy vermedim, oy vermeyi de düşünmedim. Bugün olsa herhalde ben yine oy vermem. Ama hakkını vermek lâzım; hakîkaten farklı, renkli, değişik bir siyasetçiydi. Onun yerini alan Mesut Yılmaz’la daha fazla görüşmüşlüğüm vardır. O da aslında gazetecilik faaliyeti gibi değil. Mesut Yılmaz ile yaptığım bir röportaj falan hatırlamıyorum. Lâkin Mesut Yılmaz her şey bittikten sonra, kendisi başbakanlıklar şunlar bunlar, hepsi bitti. 2007’de, Rize’den bağımsız milletvekili oldu, hatırlanacaktır. Tek tabancaydı. Ve İstanbul’da Anadolu Yakası’nda oturuyordu. Ben de Anadolu Yakası’nda oturuyorum. Ben de Amerika’dan dönmüştüm ve yoğun bir şekilde hem Vatan gazetesi hem de NTV için çalışıyordum. Ve de sık sık Ankara’ya gidiyordum. Özellikle salı günleri Meclis’e gidiyordum, grup toplantıları olduğunda. Salı günü zaten Meclis’te Genel Kurul’da başlıyordu. Ve genellikle Mesut bey de salı günleri gidiyordu. O tarihte –hâlâ öyle mi bilmiyorum– Sabiha Gökçen’den biniyordum, o da Sabiha Gökçen’den biniyordu. VİP salonu ile CİP aldı onu, yani benim millerimle girebildiğim salon ile onun siyasetçi olarak girdiği salon yan yana idi. Ve orada tanıştık. Tabii o beni bir şekilde biliyordu. Ben onu daha fazla biliyordum. Orada bayağı bir sohbetler ettik. Ama bunlar kimi zaman siyaset, sıklıkla da futbol konuluydu, çünkü Mesut Bey bayağı bir –benden daha fazla olabilir– Galatasaray taraftarıydı. Buna sonradan tribün sohbetleri de eklendi. Birçok kez maçlarda da karşılaştık Mesut Bey ile. En son gördüğümde çok yorgun görmüştüm, bir maçta gördüm. Çok fazla konuşma imkânımız olmadı. Çok da fazla konuşmak istemiyordu anladığım kadarıyla. O da –nasıl söyleyeyim?– benim gazeteci olarak kıta sahanlığıma çok girmiş birisi değildi. Tam benim artık her tür siyasetçiyle konuşmaya başladığım bir zamanda da o siyaseten geri planda kalmıştı. Halbuki bir gazeteci-siyasetçi ilişkisi olarak bayağı bir sohbet etme imkânımız olabilirmiş. Ona da rahmet diliyorum. 

En son olarak Alparslan Türkeş’ten bahsetmek istiyorum. Türkeş zaten, biz solcular için tam “öteki”ydi. Ve bayağı bir mesafeliydi tabii ki. Yani Demirel, Erbakan, CHP’li bir aileden gelen birisi için, onların öteki olmasının daha da ötesinde bir şeydi. Onu da tabii ki çok yakından takip ediyordum. Ama Türkeş benim gözümde ulaşılamaz birisi gibiydi. Fakat hiç de öyle olmadığını gördüm. O da –şimdi bakıyorum notlarıma– Milliyet gazetesinde Kemal Can ile birlikte “MHP Gerçeği” diye bir yazı dizisi yaptık. O tarihlerde MHP’nin kendine yeni bir imaj diye, birtakım sosyetik isimler MHP üyesi oluyordu, kadınlar ön plana çıkıyordu. Bundan hareketle, bizden bir MHP yazı dizisi istediler Milliyet’ten. Kemal ile beraber bunu yaptık. Kemal ülkücü harekete –Tanıl Bora ile beraber yaptıkları o Devlet, Ocak, Dergâh kitabıyla– çok çok hâkim birisiydi. Ben de onlar kadar olmasa bile bu konuyu biliyordum. Birlikte çok kapsamlı, “MHP Gerçeği” diye bir dizi yaptık — röportajlar, çok çarpıcı fotoğraflarla beraber. Bunun ikinci gününde, 4 Ekim 1995’te Kemal’le beraber Türkeş’le yaptığımız röportaj yayınlandı. Başlığı: “Ben değişmedim”. Yani biz Türkeş’le yaptığımız röportajda, “Partiniz yeni bir imaja sahip oluyor, değişiyor mu?” filan diye sorarken, “Olabilir, ama ben hep aynıyım” demişti. Bize çok çok kibar davranmıştı. Herhalde bizim bütün her şeyimizi biliyordur. Kemal’i daha fazla biliyordur, kitaptan dolayı; beni de biliyordur. Açıkçası biraz ürkerek gitmiştik, hâlâ gözümün önündedir. 

Bir Özel Kalem Müdürü vardı. Özel Kalem Müdürü sanki Genelkurmay Başkanı’nın odasına girmişiz gibi hazırolda, “Dikkat!” filan çekerek kapıyı açtı ve bize Türkeş’in odasına, makamına aldı. Çok yumuşak, sâkin, çok –nasıl söyleyeyim, gazetecilikte öyle söylenir– başlık verdi. Çok öne çıkartılacak sözler etti, çok direk sözler etti. Mesela o tarihte MHP’nin yükseldiği söyleniyordu ve MHP’nin yükselişi daha çok PKK saldırılarıyla izah ediliyordu. Türkeş bunu kabul etmekle birlikte, kendilerinin sosyal adaletçi bir parti olduğunu ve dolayısıyla ekonomik sorunlar nedeniyle de seçmenin MHP’ye yöneldiğini söylemişti mesela. İlginç bir söyleşiydi. Zaten bizim o yaptığımız söyleşiden iki yıl sonra da Türkeş hayatını kaybetmiş. Daha sonra yine Kemal’le beraber, MHP Genel Merkezi’nde Bahçeli ile röportaj yaptık. Şu anda yanlış olmasın, aynı makam odası mıydı emin değilim. Fakat Devlet Bey’in de o tarihlerde kalp rahatsızlığı yoktu ve sigara içiyordu. Sümen altından çıkarttığı sigarasını, çok sigara tiryakisiydi — artık değil. Onu da hatırlıyorum. 

Evet, Erbakan‘ı dediğim gibi daha önce anlattığım için bir daha burada tekrarlamak istemiyorum. İşte Türkeş’ten, Ecevit’ten, Demirel’den, Yılmaz’dan ve Turgut Özal’dan bahsettik. Başkaları da vardı. Mesela İsmail Cem’i çok yakından tanıma imkânım oldu. 2002 seçimlerinde onun partisinden bir adaylık maceram var. Onu ayrı bir “Gomaşinen” yapar mıyım çok emin değilim. Çünkü unutmak istediğim bir dönem diyelim. Bir kazâydı, oldu. İsmail Cem’i belki başka bir yayında, başka bir “Gomaşinen”de ele alırım. Bu isimlerin her birinin ayrı bir ağırlığı vardı — artılarıyla, eksileriyle. Ama biz gazeteciler için bunların her birisi çok önemli haber kaynaklarıydı. 

“Haber kaynağı” denince, insanlar şey gibi anlayabiliyor, hani size gizlice haber veren kişi anlamında sanılıyor. Ama haber kaynağı, açık olarak bunların her birinin söyledikleri, yaptıkları, ettikleri, kimlerle görüştükleri, hepsi biz gazeteciler için önemlidir. Ama dediğim gibi ben uzun bir süre, gazeteciliğimin ilk yıllarında, ağırlıklı İslâmcılık çalıştığım için, daha merkezde olan –Türkeş’i öyle sayamayız, ama diğerleri öyle–, siyasetçilerle benim gazeteciliğimin belli bir aşamasında ve onların siyasetçiliğinin büyük ölçüde son demlerinde ya da siyaseti Ecevit ve Demirel örneğinde olduğu gibi, siyasetten emekli oldukları tarihlerde tanıma imkânım oldu. Ama en azından bir kere bile olsa görmüş olmaktan mutluyum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.